Kaan Bakan: “Vera”. 2018’de çıkan şiir kitabınızın ismi. İlk olarak şunu sormak istiyorum: Şiir ile buluşmanız, “Vera” nın başlangıcı nasıl oldu?
Talha Kuru: Vera’nın yayımlanmasının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Dolayısıyla Vera’nın başlangıcını düşünmek, aynı zamanda kurgusal bir başlangıç hayal etmek demek olacak. Ancak o dönem ‘başlangıç ve bitişi geçersiz kılma’yı salık veren Deleuze’ün bu fikrinden habersiz olduğum için Vera’nın başlangıcının dahi esasında bir başlangıç olmadığına, sonunun da bir son teşkil etmediğine işaret ederek başlangıcı geçersiz kılan bir tavır ile başlangıcı tersyüz eden bir tavır arasındaki konuma odaklanmalıyım. Vera’nın sonradan ilk şiiri olarak addedilen Başlangıç şiirinin ilk dizesi dahi gelip gideni imlediği için aslında her şeyin çoktan başladığını, hâlihazırda bir hareketi ihtiva ettiğini, üstelik hamleleri ortaya koyup geri alan, birbirine karşıt eylemleri içeren tereddüt halini içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Üstelik ilk şiirde yer alan ‘gövdemi sığ sulara gömmüşler sanki’ dizesiyle son şiir olan Siyâh Melek şiirinin Trakl’dan alıntılanan kapanış dizesi ‘bir yabansıyı batmaya çağırdığında’ birlikte düşünüldüğünde başlangıçta çoktan yer alan batış izleğinin, sonda henüz gerçekleşmemiş bir batışın çağrısına dönüştüğünü fark etmenin, kitabın tereddütle işlenen yapısına uygun olduğunu düşünüyorum. Vera kelimesinin anlamlarından biri olan öte anlamını da, metaforun yapısıyla –anlamı öteye taşımak- kesiştiği ölçüde düşündüğümüzde, dil içinde barınmanın, sürekliliğin sağlanacağı zeminin, zorunluluğun ve ikilemlerin tanımlanabileceğine/çözümlenebileceğine dair inancın nasıl da kolayca problematiğe dönüşebileceğini sezdiren bir çağrışıma sahip olduğu görülecektir. Ancak bu sezginin varlığı bizi huzura taşımaz. Aksine başlangıcın ve sonun ayı olan Nisan’ın eşiğinde neyin âlimane neyin zalimce olduğunu düşünmeye zorlar. Nitekim, bu deneyim, çeşitli felaketler atlattıktan sonra yolculuğun amacına erdiği bir değişimden daha çok, bizzat yolun öte –vera- olduğu, her adımın da başı üzerinde yürümeye çalışan birinin gözlerinde açığa vurulan uçurumda –gökyüzünde- tehlikeli adımlara dönüştüğü bir deneyimin habercisi olabilir. Uzaktan kehanet gibi görünen bu haberin, artık hiçbirimize yabancı olmadığını söylemek, aslında Vera’nın herhangi bir kehanet niteliği taşımadığını, gözlerimizin önünde olan bitenin bulanıklaşmasının bir sebebinin de varlıklarımızın birer kör kâhine dönüşmesinin payının olduğunu vurgulamak açısından önemlidir.
Kaan Bakan: Talha Kuru’nun şiirini kurma, oluşturma sürecini biraz anlatabilir misiniz?
Talha Kuru: Şiirlerin nasıl kurulduğundan daha çok Vera’nın nasıl kurgulandığından bahsetmek istiyorum. Kitap üç bölümden oluşmaktadır: ‘Nisan’, ‘Güneşli Bahçelerde Ağaçlar’, ‘Vehm’. Üç başlıklı yapının hâlihazırda çağrıştırdığı edebi ve inanç sistemleri aşikâr olsa gerek. Ancak burada vurgulamak istediğim başka bir husus var: Dante İlahi Komedya’yı Cehennem, Araf ve Cennet olarak kurguladığında, Araf’ı bir topografya olarak düşlemiş ve bu düşü insanın canlılığından –faniliğinden- ödün vermeden yaşamıştır. Araf’ta Dante ile karşılaşan şairler Dante’ye, ölümlü yaşamları boyunca yazdıkları şeylerin cazibelerini hissetseler bile ne hakkında yazdıklarını tam olarak bilmediklerini, şimdi ise bu boşluğu/aralığı/farkı kapatmayı öğrendiklerini söylerler. Araf bir nevi telafilerin mekânıdır. Cehennem’in bazı katmanları bilgisizlikleri nedeniyle esasen cehennemde bulunmayı gerektirmeyen yaşamlara sahip olanlara ayrılırken, o kişilerin Araf’ta yer alamamalarının sebebi Araf’ın telafi edici, dönüştürücü ve vadeden yapısıyla yakından ilişkilidir. Araf’ın bu karakteristiği Vera’da Araf’a karşılık gelebilecek olan ‘Güneşli Bahçelerde Ağaçlar’ bölümüyle kökten bir karşıtlık içermektedir. Araf’ı, ötenin başlangıcı olan sınırın, geçişin ve sınırın vaadinin gölgesinde yeniden düşünmek, bizi farklı bir deneyime götürebilir. Bu deneyime işaret eden ve Benjamin’in ön plana çıkarttığı Tarih Meleğinden farklılaşan Klee’nin bir başka meleği de vardır: Uyanık melek (wachsamer engel). Gözleri yine faltaşı gibi açık ama bu sefer göz kapakları olmadan, hareketsiz, bir yere yönelmemiş, mevcut olanı gözlerinde her an taşımaya zorlanarak, ilerleyecek ya da duracak bir yer bulamadan tetikte bekleyen melek. Şimdi’nin meleği. Bu melek, karşılaşmanın dönüştürücü gizeminden daha ziyade, göz kapağından dahi yoksun olmanın verdiği tercihsizlikle güneşe doğrudan bakmaya zorlanmaktadır. Sınırı, öteyi, ötekini, umudu ve vaadi bu noktadan, bu zorunluluktan düşünürsek sınır kapılarında beklemeye zorlanan insanlar, nasıl olur da cennete ulaşmanın bilgisine sahip olabilecekleri bir araf deneyimi yaşayabilirler? Nasıl bir duygulanım topografyasına maruz kalmaktadırlar? Üstelik arafın bu şekilde tezahürü yalnızca arafla mı sınırlı kalmaktadır? Yakıcılığın ve zorunluluğun bu halinde cehennem ile cennetin sınırları da belirsizleşir. Cehennem ile cennetin kendisi de.
Kaan Bakan: Kitabın ithafında, şiirlerin epigrafında, kitabın sonunda pek çok şair var. Yer yer farklı alandaki kişiler de karşımıza çıkıyor. Sizin için ötekilerin anlamı ne? Onlarla ve ürettiğiniz metinlerle kurduğunuz bağlamları anlatabilir misiniz ?
Kaan Bakan: Lirik bir şiiriniz var. Canlılarla, nesnelerle; kısaca evrenle birebir kalma hayali yahut fikri yazar/şairi lirik bir üsluba ittiğini düşünüyorum. Sizi buna iten şey nedir, var mıdır böyle bir şey?
Talha Kuru: Lirik şiir meselesi de, yukarıda yer alan dil, diyalog ve öteki kavramlarıyla yakından ilintili. Ancak, öncelikle Adorno’nun Lirik Şiir ve Toplum yazısında yer alan iki pasaja zorunlu olarak başvurmalıyım: ‘‘Lirikte sesi işitilen ‘ben’, kendini kolektife karşı, nesnelliğe karşı tanımlayan ve dışavuran bir ‘ben’dir; dışavurumunun tanıklık ettiği doğa ile dolaysızca bir değildir. Sanki o doğayı yitirmiştir de şimdi canlandırma yoluyla, ‘ben’in içine daha da gömülmekle, geri getirmeye çabalamaktadır.’’ Celan’ın imkân yokluğuyla nihayete eren çabası böyle bir çabayı çağrıştırmaktadır. Yazının devamında yer alan şu ifadeler de Celan’ın niçin bu denli etkiye sahip bir şair olduğunu açıklar niteliktedir: ‘‘Bu yüzden de en yüksek lirik yapıtlar, öznenin hiçbir konu izi bırakmamacasıya kendini dilde seslendirdiği, o kadar ki artık dilin kendisinin de bir ses kazandığı şiirlerdir: Dilin kendi sesi işitilir bu şiirlerde. Kendini sanki nesnel bir şeye teslim eder gibi dile teslim eden öznenin kendini unutuşu ve öz-bilinçsizliği ile o öznenin dışavurumunun dolaysızlığı ve kendiliğindenliği aynı şeydir: Lirik şiir ile toplumu en derin merkezlerine varıncaya kadar birbiriyle böyle dolayımlandırır dil.’’[3] Ama lirik şiir denildiğinde insan-dışı öznelerin seslerine, bizde dile-gelmekte-olana değil de, bizim konuşmamıza imkân tanıyan seslerin bizi derinden duyuyor olmasına kulak kesilmek gerekmektedir artık. Aksi halde, teslimiyetin de alçak gönüllüğün de hiçbir anlamı kalmaz.
Talha Kuru: Yine de konuşma devam etmektedir… Kitap-lık ve Sadece Şiir’de çıkan son şiirler, devam eden konuşmanın mırıldanmalarına, iniltilerine ve bazen çığlıklarına kayıtsız kalamamanın dışavurumu. Kuvvetten düşmüş ve boğuk da olsa sesimizin çıkmasını mümkün kılan o yankı, duyulma ihtimalini dışladığımız genişliğin bir tezahürü olarak sürekliliğe de imkân tanıdığı ölçüde yeni dosya oluşacak. Şimdilik, bunun için çalışmaktan ve okumaktan başka bir şey yapmıyorum. Bu sürece bazı sorular da eşlik ediyor elbette: Her şeyin izahının yapıldığı/yapılabildiği bir anda dahi bu izah edilebilirlik bizi teselli edecek mi? Ya da tüm bu olan biteni teselli duygusundan arınmış tedirgin bir sohbet olarak mı düşünmeliyiz? Tesellinin bulunmadığı yerde konuşmayı sürdürmenin anlamı nedir? Celan’da vücut bulan imkânın ortadan kalkması, imkânı yeniden düşünmenin bir başlangıcı olabilir mi?
[1] Peter Filkins, Ingeborg Bachmann’s ‘Dream of Language’, Erişim Tarihi: 30.05.2022 https://bostonreview.net/articles/ingeborg-bachmanns-dream-of-language/
[2] Paul Celan, Sesler, İşitin Bizi de (çev. Cem Yavuz), Everest Yayınları, İstanbul 2022, s.17.
[3] Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları (çev. Sabir Yücesoy-Orhan Koçak), Metis Yayınları, İstanbul 2004, s.182.