Hayatlarımız diye uzun uzun, üstelik bin bir abartıyla anlatmaya kalktığımız şey, çoğu zaman sınırlı bir coğrafyada, kısacık bir zaman aralığında, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sonsuz sınırlar, kuşatılmışlıklar, hayal kırıklıkları, üzünçler, irade yitimlerinin yol açtığı bir sıradanlıktan ibarettir.
Sade insan! İşinde gücünde, kimseye zararı olmayan… Çağın gereği, şairin de dediği gibi, herkes yerli yerinde.
Bu yüzden ülke edebiyatının en acil ihtiyacıdır, kadın öyküleri.
Sevtap Ayyıldız’ın üçüncü kitabı olan “Ne Mutlu Apartmanı ( İndie Yay. 2020 ) “ kendi özgünlüğünü dolayımsız anlatımda bulan, cismane güzellemelerden uzak, dilin oyunlarına yer açmayan, onun içindeki sadeliği gerçek edebiyat için yeter sebep gören kadın öykülerinden oluşuyor.
Adından da anlaşılacağı üzere, hücre hücre bölünmüşlük, dip dibe korkunç bir yalnızlık, umutlar, umutsuzluklar, teslimiyetler, yoksulluklar, fakat ısrarlı bir uzağa bakma hali.
Uzağa bak!
Ne Mutlu Apartmanı’nda kadınlar, farklı yaşamların içinde benzer kayboluşlara uğrarken, dilin duruluğu gibi belirgin bir şekilde uzağa bakıyorlar. Çemberin dışına. Özgür olma talebi, başka bir türde kodlanacak olan ilişkiler, sevginin ne olduğu ve ne olmadığı hemen her karakterde başat öğe olarak çıkıyor karşımıza. Kadın, anne olarak, sevgili olarak, eş olarak ama en çok da tensel bir haz nesnesi olarak içine bırakıldığı varoluşu reddedecek derinliğe ve güce sahip bu öykülerde. Oysa biz bir kadına, yaşamını kökünden değiştirebilecek bir gücü atfederken genellikle onun eğitim seviyesine, sınıfsal kimliğine, hiç bir sebep bulamazsak da yaşadığı derin travmatik durumlara atıf yaparız. Alelade, çoluğa çocuğa karışmış ev hanımlarının ya da küçük memurların yalınkat yaşamlarında mutlu mesut yaşadıklarını, tersi olsa bile, buna itiraz edecek iradeden yoksun olduklarını ön kabul olarak görürüz.
“Dilim söylüyor ya içim susuyor. Sevsem hırpalar mıydım kendimi? Diğeri neydi, ben değerliyim. Değerli miyim?”
Dildeki yalınlık, öykü kişilerindeki derinliğe koşut olarak, okuru içine çekerek öze ulaştıracak kıvamda bir çatı oluşturuyor. Sayfalarda ilerledikçe, Ne Mutlu Apartmanı’nın sakinleri giderek daha canlı kanlı, daha sese soluğa bürünmüş bir halde karşımızda belirmeye başlıyor. İç sesler, hemen her öyküde, olanla olması umulanın, görünenle görünmese de burada olanın, duyulanla sessiz kalmaların diyalektiğini veriyor. Okur, bu ikiliğin git gelinde dilin ritmine ayak uyduracak ve özdeki çatışmalara içkin sonuçlara ulaşırken, öykünün biçimsel tadına da varacaktır.
Ne Mutlu Apartmanı’nda öyküler, içinde yaşadığımız toplumun gerçekliğini, özellikle “ kadın olmaklığın ” ne denli canhıraş bir var olma mücadelesi barındırdığını, kanamaları, çığlıkları, bir güvercin gövdesinde saklanan umutları ve nihayetinde mutlak insana ait olanın insandan koparılıp alınamayacağını özgün bir dille gözler önüne seriyor. Bu anlamıyla, Sevtap Ayyıldız, öykücülüğümüzde kendine haklı bir yer açarken, bizleri de sıradan görünenin ardında saklanan zenginliği görmeye davet ediyor.
Özellikle “ Bulantı” isimli öykünün birkaç sayfa içinde anaforik bir güçle okuru sarsacağından şüphem yok.
“ Asansör bir iniyor bir çıkıyor. Bu gece durmadı bir türlü. Hep aynı kata, altı yaşıma iniyor. Çıktığı kat gençliğim. Arası yok. Bin yıl yaşadım oysa. Başımdaki ağırlık ondan. Yüzümde aynı mağrur ifade. Bütün çizgiler ezberimde. Aynasız da görebilirim yüzümü. “