12 Eylül’ün en karanlık günlerinde Mamak’ta tutukluydum. İlk dönemler içeriye hiçbir yayın sokulmuyordu. Gazete okumamıza bile izin vermiyorlardı. Zamanla yayın yasağında biraz yumuşama oldu. Cezaevi yönetiminin denetiminden geçebilen gazete, dergi ve kitapları okumaya başladık.
Ama her istediğimiz yayını edinmek olanaksızdı yine de. Sıkı bir sansür uygulanıyordu. Günlük gazeteler bazen kimi sayfaları yırtılmış ya da kesilmiş olarak verilirdi bize! Anlardık ki, o gün gazetede cuntayı rahatsız eden bir haber yer almıştır. Böyle durumlarda, tutuklular bu “sakıncalı” haberleri okumasın diye makaslanırdı gazeteler!
Ben cezaevindeyken, savunmanlarımı ve aile üyelerimi kitap-dergi konusunda çok yormuşumdur. Dışarıdan isteklerim, genellikle yayın gereksinimiyle ilgili olurdu. (Yeri gelmişken, emeklerini hiçbir zaman ödeyemeyeceğim sevgili savunmanlarım Av. Halit Çelenk’le Av. Veli Devecioğlu’na saygılarımı iletmek istiyorum. Ülkemizin bu en seçkin, en saygın hukukçuları, tutukluluğumuz süresince desteklerini hiç esirgemediler bizden.)
Mamak Askeri Cezaevi’nde nedense en çok şiir kitapları denetime takılırdı. Herhal bilirlerdi siyasal tutukluların cezaevinde şiire sığındıklarını, ondan güç aldıklarını. Faşizmin şiirden korkması boşuna değildi!
Bilim ve Sanat’ta o dönem ilgiyle, merakla, umutla okuduğum yazarlardan biri de Tomris Uyar’dı. “Gündökümü” adını verdiği günlüklerinde, her ay yüreğime dokunan yazılar yazıyordu! Onun “gündökümleri”, bir tür iç dökümüydü aslında. Ama ağlaşmanın, acındırmanın gölgesi bile yoktu o yazılarda. Öfke vardı, umut vardı, tepki vardı, direnç vardı… En güç koşullarda yürekli olmanın, dik durmanın, onurlu kalmanın gizli kodlarını, şifrelerini veriyordu adeta Uyar’ın günlükleri…
YAZARLAR SORGUDA
9 Eylül 1982 günlü “Gündökümü”ne şöyle başlıyordu Tomris Uyar:
“Yazarlar Sendikası’nın kurucu üyeleri olarak Selimiye’ye ifade vermeye gidiyoruz bugün. Toplu halde gitmeyi kararlaştırdık. Kimbilir, belki de aramızda olduğu varsayılabilecek birtakım yazınsal ya da kişisel farklılıkların şu anda hiçbir önem taşımadığını topluca vurgulamak amacıyla. Belki de bir dava uğruna bir araya gelmenin heyecanını yine birlikte tatmak için. Leyla Erbil, Bekir Yıldız, Turgut Uyar, Ali Özgentürk ve ben. Yaşar Kemal ile Adnan Özyalçıner’in ifadeleri önceden alınmıştı. Aziz Nesin ile Adalet Ağaoğlu sonra gelebileceklerdi.
(…)
Son iki gün ne kadar yorucu geçmişti. Evi tepeden tırnağa temizledim, kitapların tozunu aldım, çamaşırları yıkadım, herhangi bir tutuklama olasılığına karşı ufak bir çıkın hazırladım, oğluma kimlere başvurabileceğini bellettim sıkı sıkı.
Bu süre içinde o güne kadar derinlere itilmiş birtakım ayrıntıların saldırısına uğradım. Yepyeni bir gözle, yaşamımı, düzenimi, alışkanlıklarımı saptadım. Korktuklarımla korkmadıklarımı, dayanabileceğimi sandığım olaylarla dayanamayacağımı sandıklarımı belli sınırlar içine yerleştirdim. Öyle sandım. Bu yaşa kadar bedenimin ve kafamın böyle bir sınavdan geçmemesini bir eksiklik olarak duydum ama o eksikliği bu yoldan, bu koşullar altında gidermeye hiç de can atmıyordum doğrusu.
Gerçi bütün bu kaygıları -benzer durumları yaşayan eş dost aracılığıyla- öğrenmiştim zaten, anlamakla yaşamanın eşanlamlı olmadığını da biliyordum, yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka…”
Böyle sürüp gidiyordu Tomris Uyar’ın “Gündökümü”.
Yazıyı, Bilim ve Sanat dergisinin Şubat 1984 sayısında buldum. Demek ki, yazıldıktan yaklaşık bir buçuk yıl sonra yayımlanmış. Yazının çıktığı tarihte, 12 Eylül karanlığı tüm yoğunluğu ile sürüyordu. Fırtına henüz dinmemiş. İşkenceli sorguların, yargısız infazların sonu gelmiş değil. O günlerde böyle bir yazıyı yayımlamak bile cesaret gerektiriyordu. Bellek tazelemek isteyenler, 12 Eylül’ün 30. yılında Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın birlikte kaleme aldıkları “30 Yıl 30 Hayat”a (İmge Kitabevi Yayınları) göz atabilirler.
Bu yazıyı yazarken “Gündökümü”ne yeniden bakmak için arşivden çıkardığım dergide, Tomris Uyar’ın günlüğünün yanı sıra, savunmanım Veli Devecioğlu’nun “Cezaevi Gerçeği” başlıklı yazısını da görünce hayli şaşırdım. Aradan çok uzun zaman geçmiş. Yazıda benden söz edildiğini bile unutmuşum! Ne ilginç bir rastlantı! Şöyle anlatmış cezaevindeki görüşmemizi Av. Devecioğlu:
“Yazar dostum Aşut’u ziyaret ediyorum. İkimizin de ense kökünde, nefeslerini duyduğumuz birer görevli. (Oysa yasa açık: Avukat ile sanık arasındaki görüşmede kimse bulunamaz.) Kendisine, savunmalar sırasında kullanılacak dile dikkat edilmesi gereğini söylemek istiyorum. ‘Üslup önemli’ diyorum. ‘Elbette’ diye yanıtlıyor. ‘Ancak insanlığımızdan, aydın onurumuzdan özveride bulunamayacağımız bilinmelidir.’ Ayrılırken her türlü kahra, çileye karşın ödünsüz, kişilikli, onurlu tutumlarını düşünüyorum. On aylık bıraktığı, şimdi dört yaşındaki oğlunu, eşini düşünüyorum… Yüreğim acılı, gözlerim buğulu…”
Birden, o günlere kayıyor zihnim. Tomris Uyar’ın dışarıda, bizlerin içeride, nasıl da benzer duygular, duyarlıklar içinde olduğumuzu düşünüyorum.
Yazarlarına, sanatçılarına, düşünen insanlarına bu acıları, kaygıları, karabasanları yaşatanları bağışlamıyorum. Anımsadıkça, bugün bile “hüznüm isyan olur”…
Cezaevi ortamı; insanları olağanüstü duyarlı, kırılgan yapar. Bu yüzden de tutuklular, kendilerine iç dünyalarını açan, yürek seslerini dinleten yazarların dokunaklı anlatılarından çok etkilenirler. Kendi adıma, Tomris Uyar’ın konulara damardan giren, olayları bilinçle yorumlayan, eleştirisini ve özeleştirisini de içinde barındıran, ama bunu yaparken yazınsal tadı da elden bırakmayan “Gündökümü” başlıklı, usta işi günlükleriyle, içeride çok moral bulduğumu söyleyebilirim. O yüzden kendimi hep borçlu saydım ona ve bir gün buradan çıkarsam, kocaman “gönül borcu”mu bir biçimde ödeyeceğime söz verdim.
Gönül borcumun bir başka nedeni daha vardı: Tomris Uyar’ın kişiliğinde, 12 Eylül’e direnen tüm yürekli kadınlara bir selam göndermek! Evet, en çok kadınlar savaşmıştı faşist cuntayla. Üstelik hem cezaevlerinde, hem sokaklarda… Eşim de cezaevindeydi o sıralar ve kadınlar koğuşundaki tutukluların, Mamak Zindanı’nda askerlere kök söktürdükleri haberleri geliyordu her gün. Öte yandan, dışarıda Tomris Uyar gibi omurgalı yazarların dirençli yazılarını okuyorduk. Bütün bunlar, 12 Eylül karanlığında içimizi ısıtan, bizi yüreklendiren yiğit kadınlara güzelleme yapmamız için yeterliydi.
Cezaevinden çıkınca, içeride kendime verdiğim sözü unutmadım ve az buçuk toparlandıktan sonra Tomris Uyar’a bir teşekkür mektubu yazdım. Mektubumda özellikle “gündökümleri”ne değiniyor, bu yazıların cezaevi koşullarında direncimi nasıl diri tuttuğunu belirtiyor ve sonunda da kişilikli duruşundan dolayı kendisini kutluyor, selamlıyordum… Mektubun örneği bende yok. O yüzden, “mealen” aktarıyorum içeriğini. Ama düz bir mektup olmamalı ki, Tomris Uyar hemen yanıt verdi. Hem de çok içten, çok sıcak satırlarla…
Hiç beklemediğim bir anda geldi Tomris Uyar’ın mektubu. Kenarları kırmızı-mavi şeritle çevrelenmiş dikdörtgen bir zarf içinde. Uçakla gönderilmişti.
Mektupta tarih olarak yalnızca “Ocak 1986” yazılıydı. Neden gününü eksik bırakmıştı, bilmiyorum. Tomris Uyar’ın mektuplara açık tarih yazmama gibi bir eğilimi olduğunu sanmıyorum. Nitekim, “Gündökümü” notlarında yıl, ay ve gün açık yazılıdır. İyi ki zarfını da saklamışım mektubun. İstanbul’dan postaya verilen zarfın üzerinde belli belirsiz “27.1.86” damgası okunuyor. Buna göre, “27 Ocak 1986” olmalı mektubun kesin tarihi…
Mektup daktiloyla yazılmış. Kısa ama çok sarsıcı. Duygular çıplak. Usta bir yazarın elinden çıktığı hemen belli oluyor. Hangi evde yazılmış bu mektup acaba? Bir dönem Turgut Uyar’la paylaştığı Taksim Lamartin Caddesi’ndeki evde mi? Yoksa yaşamının son günlerini geçirdiği Mecidiyeköy’deki apartman dairesinde mi? Zarftaki PTT damgasında semt adı yazılı değil.
Yazarların da bunalıma girdiği, umarsız kaldığı, umutsuzluğa kapıldığı dönemler vardır. Hepimizin başına gelmiştir. Böyle zamanlarda kendinizi çok yalnız görür, yazdıklarınızın ne işe yaradığını sorgularsınız. Hatta yazmanın anlamsız bir iş olduğunu düşünür, elinize kalem almak istemezsiniz… Belli ki eşi Turgut Uyar’ın 1985 yılında ölümünden sonra Tomris Uyar da böyle derin bir boşluğa düşmüştü. Bunu kendi de gizlemiyordu zaten. Beni sevindiren, yazdıklarımın olumlu etkisini hemen görmekti. Kendi satırlarından anlıyorum ki, mektubum ondaki tüm karamsarlığı yok etmiş, yeniden yazma isteği uyandırmış içinde. Değerbilir bir okurun varlığı bile kaleme sarılmasına yetmiş bu büyük yazarın. Sevinmemek, gönenmemek elde mi?
İşte Tomris Uyar’ın o mektubu:
“Ocak 1986
Sevgili Attilâ Aşut,
Mektubunuz en gerekli anda geldi. Böylelikle, sizin deyişinizle “gönül borcu”nuzu bütün gecikmeleri bir anda aşarak üstelik kat kat ödemiş oldunuz. Son günlerde, Türkiye’de yazar ve yaşar olmanın, gülünç, hatta acıklı bir çaba olduğuna karar vermiştim. Uzun bir süredir “gündökümü” yazmıyorum. Nedeni, okuduğum siyasal ve edebi günlüklerin, anıların düzeysizliği (Memet Fuat’a biraz katılıyorum bu konuda, beni demek istediğini hiç sanmıyorum)… Öykü kitabımı (*) da yayınevine teslim edince bir boşluğa düştüm galiba. Zaten içinde bulunduğum boşluğu daha da koyultan ya da seyrelten bir boşluğa.
Mektubunuz bana yeniden yazmaya sarılma isteğini ve gücünü verdi. Sizin gibi bir tek okurum olsa da. Ankara’ya geldiğimde sizi mutlaka arayacağım.(**) Yeniden teşekkür eder, eşe dosta sevgilerimi iletmenizi rica ederim. Saygılar.
Tomris Uyar”
* * *
“İkinci Yeni” ozanlarının sırılsıklam âşık olduğu, adına şiirler yazdığı bir güzel, gizemli kadın Tomris Uyar… Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın nice sevda şiirine esin kaynağı olmuş… Öte yandan öyküleri, denemeleri, eleştirileri, günlükleri ve çevirileriyle sıradışı bir yazar, bir dil ustası. Yazın dünyamızda bir kutup yıldızı. Yeniden yeniden okunmayı hak eden nitelikli bir yaratıcı… Yüreğimize bukağı vurulduğunda sığınacağımız bir özgür ada…
Ama bende en çok 12 Eylül karanlığında yazdığı “gündökümleri”yle iz bırakmış “cesur yürek”, soylu kalem…
_______________________
(*) Basım tarihine bakılacak olursa, “Yaza Yolculuk” olmalı. Tomris Uyar, bu kitabıyla “Sait Faik Hikâye Armağanı”nı kazandı.
(**) Bu buluşma gerçekleşmedi ne yazık ki. Onunla hiç yüz yüze görüşemedim.