Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Kendine özgü bir şiir dili oluşturabilen çok az şairden biri olarak Tuğrul Keskin, çocukluğundan, gençliğinden, ilk şiir/ler/inden, nasıl ve neden yazdığından, ilk aşkından, okuduğu ilk kitaptan, şiirinin destansı kaynaklarından, coğrafyasından, tarihinden, ödüllerinden, cezalarından bize / okurlarınıza tadımlık bilgiler verir misiniz?
Tuğrul Keskin: Teşekkür ederim. Çocukluğum Aralık’ta geçti. Hani en Doğu’muzda Ermenistan’a doğru uzanan bir kara parçası vardır, işte orası Aralık’tır, şimdi Iğdır iline bağlı. Aralık’ta yaşayınca, gerçekten aralıkta bir ömür sürüyorsunuz! Sözgelimi, en uçta olduğunuz için varsıllıkla yoksulluğun aralığında; Sovyetlerin içine uzanan bir kara parçası olduğu için, sosyalizmle kapitalizmin aralığında; geleneklerine bağlı bir yöre olduğu için, gelenekle geleceğin aralığında… İlk şiirimi bu şirin Aralık’ta yazdım. İlkokul dördüncü sınıftayken, şimdi ışıklar içinde yatan çok kıymetli öğretmenim Yılbay Aydoğdu’nun önerisiyle… Sanırım bir yarışmaya katıldı o şiir ve derece aldı; sanırım diyorum çünkü o yıllarda ödülün, dereceye girmenin ne olduğunu bilmezdim. Beni sınıfın önüne çıkartıp bir dolmakalem verişinden anlıyorum bunu, yeşil pelikan bir dolmakalem… Ödüle katılacak şiiri yazma ödevini niçin bana verdi öğretmenim? Benim ailemde çokça halk ozanı vardı; büyük amcalarım, dedem, hepsinin de sesleri çok güzeldi ve babamın sahibi olduğu “kıraathane” kasabamızın tek sosyalleşme mekânıydı. Çünkü “halk âşıkları” büyük ozanlar babamın kıraathanesine gelir, bütün bir kış “Leyla ile Mecnun” “Arzu ile Kamber” “Aslı ile Kerem” “Zaloğlu Rüstem” “Köroğlu” “Babek” daha pek çok hikâyeler anlatırlardı. Bu ozanların pek çoğu da ünlü ve değerliydi; Şeref Taşlıova gibi, Murat Çobanoğlu gibi… Bu anlatılan hikâyelerden o yıllarda şiiri öğrenmiştim. Ezberimde çok şiir vardı; hikâyeler, başka başka anlatılar… (Sonraki yıllarda biliyorsunuz, 837’de Abbasi zalimlerince katledilmiş Babek’in mücadelelerle dolu destansı hayatının şiirini yazdım bende; “Babek, Bir İsyan” adıyla.) Sonra belki de bu öğrenmenin verdiği cesaretle kitaplar satın almıştım; Kan Kalesi, Hayber Kalesi gibi, Hazreti Ali’nin cönkleri, kimi yerel destanlar, Azeri şiir açısından çok değerli Âşık Elesker’in şiirleri gibi yerel ve Pal Sokağı Çocukları gibi daha Batılı hikâyeler ve şimdi adlarını unuttuğum daha pek çok kitap… Bu kitapları okumak bile, o yıllarda, bir köy çocuğunu ayrıcalıklı kılmaya yeterdi bizim oralarda!
Sonra işte bildiğiniz gibi 1973’te İzmir’e, ülkenin bir başka ucuna göç etmek zorunda kaldık ailemle… İzmir; elbette bin bir ömrüm olsa hepsini geçirmek istediğim şehir; şiirlerim, aşklarım, kavgam, umutlarım, hepsi bu şehirdedir! 70’li yılların ortalarına doğru modern şiirimizle karşılaştım; Ahmed Arif’le, Enver Gökçe’yle, Nazım’la… Sonra Mayakovski ve Breht’le… Müthiş bir karşılaşmaydı bu, sarsıcıydı…
1978’de bir eylemden ötürü tutuklandım. Bir süre Buca Cezaevi’nde kaldım ve TCK’nın 146’ya 1. Maddesinden idamla yargılandım…
Pek çok dergide yazdım, pek çok kitap yayınladım ve pek çok ödül aldım; bunlardan sonuncusu bildiğiniz gibi “Atilla İlhan Şiir Ödülü…” Özgeçmişimle ilgili bilinmeyenler bunlar, bilinenlere ise, isteyenler nereden ulaşacağını bilir zaten, daha fazla uzatmayayım.
Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Sevgili Tuğrul Keskin sizinle önce “Yenibütün”ü konuşalım istiyoruz. 1980 sonrası yazılan şiirde, içinde yer aldığınız “ Yenibütün” hareketi yeni şairler kazandırdı Türk şiirine. Hüseyin Haydar, Metin Cengiz, Seyyit Nezir, Veysel Çolak’la birlikte yeni oluşumu ortaya koydunuz. Bu oluşumla neydi derdiniz? Manifestosunun hayatta nasıl bir karşılığı vardı, şimdi ne düşünüyorsunuz?
Tuğrul Keskin: “Yenibütüncü Şiirin Manifestosu” 1980 sonrası piyasa koşullarına teslim edilmeye çalışılan insan için bir dur çağrısıydı aslında. Bu ne kadar anlaşıldı bunu bilemem. Çünkü gerçekten berbat günlerdi. Bizim içinde büyüdüğümüz ve geliştiğimiz ortaklaşmacı, birbirine saygılı ve birbiriyle uyumlu yaşantı biçimi gitmiş; yerine bencil, köşe dönmeci, bağnaz, bizlerin tamamen yabancısı olduğu yeni bir yaşam biçimi ve insan tipi gelmişti, hatta dayatılıyordu. Bu kuşkusuz edebiyat ortamı için de böyleydi. İçeriğin neredeyse bir bütün olarak reddedildiği, sözün ağırlığını yitirdiği; “şiirin sözcüklerle yapılan ama bir şey anlatması zorunlu olmayan bir sanat” gibi algılatılmaya çalışıldığı bir ortam vardı.
Bir yanda yani ulusal çapta 12 Eylül faşizminin kültürel alandaki saldırganlığı; öbür yanda, uluslararası cephede ise, Sovyetler Birliği’nde “Glastnos” ve “Perestroyka” saçmalığı ile Sovyet insanlarıyla birlikte bütün dünya halklarını da “vahşi kapitalizmin” pençesine atmaya hazırlanan bir dünya ortamı vardı! İşte “Yenibütüncü Manifesto” tam da böylesi bir ortamda “yeni insanı” önceleyen (ki bu yeni insan; aslında hepimizin çok yakından tanıdığı o bildik eski insandı. Yani içinden geldiğimiz kültürü ve hayatı savunmaya çağırıyorduk şairleri) hayatı savunan bir manifesto olarak ortaya çıktı.
İzmir’de benim Hatay semtindeki evimde, Veysel Çolak, Seyit Nezir ve benim katılımımla ilk taslağı oluşturuldu. İzmir taslağının toparlanıp son şeklinin verilmesi görevini Seyit üstlendi. İstanbul’da Metin Cengiz’in de kimi katkılarıyla ve İzmir’de Veysel ve benim son okumalarımızdan sonra manifestonun şu an bilinen hali ortaya çıktı. Daha sonra Hüseyin Haydar’ın imza koymayı teklif etmesiyle de Manifesto beş şairin imzasıyla, Broy Dergisi’nin Aralık 1987 sayısında yayınlandı ve 1988 Ocak ayında Veysel’in “Ölüler Diyaloğu”, Seyit’in “İnsanın Beyaz Kokusunda”, Metin’in “Bir Tufan Sonrası” ve benim “Kırılan Kar Sesi” adlı kitaplarımızın girişinde yayınlanmış oldu… Kanımca Türk Edebiyatı’nda yayınlanmış son manifestodur ve Yenibütüncü Şiir’in önerdiği şiir ve hayat hâlâ ıssızdır ve Manifesto ilk günkü tazeliğini koruyor…
Şiirlerinizde gelenekten ustaca yararlanarak çağdaş bir şiir sentezi gerçekleştirdiğinizi görüyoruz, bu bağlamda; şiir ve gelenek hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz, geleneği reddeden şiirin ayakları yere basar mı, bir başka deyişle geçmişi olmayan bir şiirin geleceği olur mu?
Tuğrul Keskin: Kuşkusuz bu gelenek meselesi, üstüne sık düşündüğüm ve önemsediğim bir mesele. Elbette geçmişi olmayanın geleceği olamaz! Kimi genç şairlerin şiiri kendilerinden başlatmalarını ve geleneği bir bütün olarak reddetmelerini bir gençlik rüyası olarak değerlendiriyor ve anlıyorum ama gerçeğimiz elbette bu değil. Hiçbir “has şair” şiir yolculuğunu kendisinden başlatmaz, başlatamaz. Gerçek şairler, şiirin uzun, acılı ve yorucu bir yolculuk olduğunu bilirler. Bunun için ki hangi zamanda ve dünyanın hangi ülkesinde yaşarlarsa yaşasınlar, şairler, birbirinin duygudaşıdır, yoldaşıdır; gözle görülmeyen, kan bağıyla, açıklanamayacak bir akrabalık ilişkileri vardır! İşte bundandır, büyük şiirlerin birbirine eklenerek gelmesi. Fakat acı ki kapitalizm garip bir insan tipini (ve elbette şair tipini de) hayatın önüne çıkarıp dayatıyor. Kerameti kendinden menkul insanlar… Bu hayatın bütünü için de böyle aslında!
Fakat şiirin acılı yoluna düşmüş insan bilmelidir; her şair bir öncesinden öğrenip getirdiği şiiri geliştirebilir, o önceki şiiri kavradığı ölçüde yeni ve aşkın bir şiir yaratabilir. Yani geçmişte yazılmış sonsuz büyüklükteki şiiri bilmeden, geleceğe bırakacağınız “sonsuz büyüklükte bir şiirin” varlığından söz edemezsiniz. Çünkü her şair, şiir denilen ve bir yanı atlastan ve bir yanı ipekten örülmüş tek bir gövdeyi işler. Her şair, o gövdenin yetişebildiği, erişebildiği bir kısmına yazarak bitirir ömrünü. Ben buna inanıyorum!
Değilse şunu nasıl açıklayabiliriz: 14’üncü yüzyılda Seyid Nesimi “Mende sığar iki cehân, men bu cehânâ sığmazam/ Gövher-i lâmekan menem, kövün-ü mekâna sığmazam” diyorken, bundan birkaç yüzyıl sonra Şeyh Galip; “Bir şulesi var ki şem’i cânın, fanusuna sığmaz âsumânın” dizelerini yazıyor. Bu dizeler aynı bedeni oluşturmak için değilse, ya nedir?
İlk sözü söyleyen şair/bilge, şiirin dilini yapmıştı. Geçen bunca yüzyılda şairler, ancak ellerini yapabildiler şiirin. Zamanımızın şairleri ve bizden sonrakiler, şiirin, bir başka uzvunu dokuyarak geçip gidecekler bu iyilik ve kötülüğün, alçaklık ve yüceliğin artık birbirine karıştığı dünyadan…
Şimdi bu söylediklerimden, folklor içinde kalmayı önerdiğimi düşünülmemeli. Sözgelimi Cemal Süreya 1956’da “Folklor şiire düşman” demişti. Doğru, elbette; Cemal Süreya’nın baktığı yerden, “Folklor şiire düşman” O makalede, geleneğin kalıpları içerisinde kalarak, hatta bunda ısrar ederek üretimsiz hale gelmeyi kastediyordu şair. Yani geleneğin sınırlarını belirliyordu bir bakıma. O makalede halk edebiyatının bütün bütüne şiiri belirleyemeyeceğine vurgu yapılıyordu. Bu her gelen şaire, geleneği dönüştürme, hatta “geleneği devrimci bir tarzda dönüştürme” görevi de yüklüyor kuşkusuz. Böyle bakılınca geleneksel şiirin kalıplarının kırılması gerekirdi, değilse söylenecek söz biterdi herhalde… Usta’nın kendi şiirini kurduğu zamanlarda yazılan şiirlere bakar mısınız? Garip ve takipçilerinin düştüğü birbirini yineleyen şiirlere sözgelimi… Yahut bunların dışında halk şiir geleneğinden besleniyorum diyerek, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan’ın şiirlerinin benzerlerinin çoğaltıldığı zamanlara… Geleneğin kalıplarıyla bir nevi “zanaat” da diyebileceğimiz şiir üretimi içerisinde kullanılmadık bir imgenin kaldığını düşünmüyorum. Demek ki geleneksel kalıplarla kuracağımız yeni bir söz, imaj, metafor yok. Öyleyse geleneği yadsımadan kendi şiirimizi, yeni şiiri kuracağız; öyle de yapmaya çabalıyorum.
Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Tuğrul Keskin şiirinde asıl olanın şiir olduğunu hemen her kitabı söylüyor. Poetik bir alan içinde hareket ediyor şiiriniz. Bir Suyun Kıyısı’ndan Kavil’e uzanan şiir yaşamınızda görülen bir gerçeklik bu…
Tuğrul Keskin: Sizler çok güzel tespit etmişsiniz zaten... Kuşkusuz “politik” olanla, “poetik” olanın dili farklı. Çoğu zaman politik olan söyler, poetik olan sezdirir. Ben sezgi dünyasının bir insanıyım… Kendi düşünme çeperimi ifade ederken bile “akıl” yerine “sezgisel akıl” demeyi tercih ederim. Politik olan kuşkusuz iktidar ister, poetik olansa iktidarların olmadığı bir dünya! Elbette ben “Tuğrul Keskin” olarak politik bir kimliğim ama şiirlerimi yazarken sırtında yürüdüğüm keskin bıçak, beni her zaman poetik olandan yana devirir; işte benim gerçeğim bu!
Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Şiirlerinizde geleneksel şiir vurgusu olsa da, barış, özgürlük, kardeşlik ve insanca yaşamı çokça görüyoruz. En çok da aşkı… Gençlik şiirlerinizden olgunluk şiirlerinize doğru nasıl bir evrilme gösterdi sizde aşk? Edebiyat ve aşk dersek neler söyler Tuğrul Keskin?
Yine de son yıllar da acının politik, aşkınsa poetik yamacına yaslanmaya çalışıyorum. Çünkü bu yurdun içinde birlikte yaşadığımız insanlar ve aşklarımız sonsuza kadar bizimdir! Buradan bakılınca da aşk şiirlerinin en politik şiirler olduğu sonucuna varıyorum bir kez daha… Sonuçta aşk politiktir ve siyasi tarih aşka kıyan cinayetlerle doludur. Dinler, aşka sınırlar çizen bir işleyiş göstermiştir daima. Aşk, insanı özgürleştirdiği için, siyasi iktidarlar bir devrim gibi yaşanan aşklardan ürkmüşlerdir daima. Bu nedenle de siyasal, dinsel yaptırımlar getirmişlerdir. Bu söylediklerim çerçevesinde yazılan her aşk şiiri politik bir içerik taşıyacaktır; benim hayatım da hiç kuşkusuz bu tespit ettiklerime dâhildir!
Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Şeyh Galip’in “Şiir, mumdan kayıklarla alev denizini geçmeye benzer…” sözünün sizdeki karşılığı nedir? Şiir insandaki derin, içten çağrıdır diyebilir miyiz?
Rahatlıkla şöyle söyleyebilirim; “alev denizini geçerken şiirin mumdan kayığına binmeyi” göze almış olanlar şunu da dikkate almalı; şiir bir “ün”lenme pratiği değildir. Tam tersine insanlığın vicdanını, insana yeniden hatırlatırken belki, o mumdan kayıkta yanmak, “ün”süzleşmek, yok olmak sanatıdır. Yani şiiri söyleyen (şair) kendisini yok ettikçe, şiirinin var olacağını bilmelidir. Şiirin büyüklüğü, şair küçüldükçe ancak, açığa çıkar; derin ve içten çağrı budur! Ayrıca İyi insanlar bu alev denizinden geçmeyi göze almazlarsa, korkarım bin yıllardan bu yana yangınlardan ve karanlık ordulardan kaçırdıkları ne varsa, bir kül denizinde savrulup yok olacak; şairin korkusu da bu olmalı!
Nuray Salman-Haydar Eroğlu: Paul Eluard, “Ozan esinlenenden çok esinleyendir,” der. Tuğrul Keskin “Sussam gönül razı değil,’’ diyor mu? Ya da “Ben neden yazıyorum?” dediniz mi hiç?
Tuğrul Keskin: Büyük Fuzuli’nin söylediği gibi “susunca gönül razı gelmiyor…” elbette “söyleyince tesiri olmadığını” bilen bir akil gibiyim… Ben neden yazıyorum demedim hiç, çünkü zaten “Sussam Gönül Razı Değil”di! Korkunç bir zaman diliminden geçiyoruz; acılar, alçaklıklar, yokluklar, baskılarla örülü “namussuz bir çağ bu!” Böylesi bir zamanda hançeremiz çatlayıncaya kadar bağırmak, yazmak, yazmak ve yazmak dışında ne yapabilirim!
Zaman ayırıp bu soruları hazırladığınız için her ikinize de sonsuzca saygı ve sevgilerime sunarım, teşekkür ederim.