Hayat zordur, bütün sorun bunu kabullenmemek ve bunu bize yapılmış bir haksızlık olarak algılamamızdır, diye başlıyordu kitaplardan biri. Otuzlu yaşlardaydım, sara nöbeti geçirir gibi şiir yazma sarsıntıları yaşar, o kaynak kuruyana kadar sürdürür, sonra iyileşir ve rutin hayata dönerdim. Şiirsiz.
Neden, ataklar şeklindeki bu süreç, sürekli yazıp okuduğum bir yaşam biçimine evrildi, yazmak neydi ki benim için?
Bir tür mahşer günü tasavvuru vardır zihnimde, inanılmaz bir kalabalık, insancıklardan yani hepimizden. Bir öğretmen -Tanrı- daha yüksekte, bize bakar teker teker. Ve ben elimi kaldırır, söz isterim ondan. Ve sorarım: neden insanı bu kadar zaafla doldurduğunu, neden hayatı belirsizlikle doldurup taşırdığını, kavrayamayacağımız, aynı sorularla binlerce yıl dönüp duracağımız bu evren tasarımını… beni umutsuzluğa düşüren, öfkelendiren, çaresizlik hissettiren her şeyde açıklama bekleyerek… Anlamak isterim. Tam bir yazma sürecidir bu.
İzmir’in iyi şairlerinin kapısını çalmam o ilk sürece dahildir. Onlardan cevap bir türlü gelmez, hayranlıkla şaşkınlaştıklarını düşünemeyecek kadar gerçek tozu burnumu ağzımı yavaş yavaş doldurmaya başlamıştır.
Bana düzyazı denememi salık verirler, evet şiirdir yazdıklarım, ama başarılı değildir, her şiir ayrı telden çalmaktadır, bir üslup sorunum vardır. Her şiiri başkası yazmış gibi, der sevdiğim bir şair gülerek. Şiirden çok düzyazı olmak isteyen metinler onlar, der. Sen anlatmak istiyorsun, düzyazıya geç.
Bense şiirden başka bir şey yazmak istemem; bir süre sonra Acemi Şiir Notları başlığıyla kısa denemelere girişirim, İzmir’in o dönemde en önemsenen dergisi Dize’de üç denemem peşpeşe yayımlanır. Arkasından öyküler yazarım, onları gönderdiğim dergilerin kapısı bana açılır.
Bir edebiyat meraklısı hayatın-gerçeğin dayattığına dikkat kesilmeli. Ancak öyle seçim yapılabilir.
Bu dönem iki yıl sürdü. 2003’den sonra yedi yıl hiç bir şey yazmadım ama okudum. Kendimce edebiyatla vedalaştığımı düşünüyordum. Düzyazıda yakaladığım, adına başarı denebilecek şey ilgimi çekmiyordu. Kafam karışmıştı, ben sadece iyi bir şair olmak istemiştim.
2002’de yazdığım öykü dosyasını, sekiz sene sonra Dar Koridor adıyla kitaplaştırdım; öykülerin olay örgüsünü, motiflerini koruyarak, tüm metni yeniden yazdım. Bir yazara, artık yazmıyorum, sadece okuyorum, dediğimde, ikisi de aynı şey diye cevap vermişti bana. Ne demek istediğini ikinci yazım aşamasında anladım. Uzun süre hiç çalışmadığım halde, yazma becerim ilerlemişti. Dili daha iyi kullanıyordum. İmla hatalarım bariz azalmıştı.
Dar Koridor’u okuyan arkadaşlarım, artık roman yazarsın dediklerinde sinirlendiğimi hatırlıyorum. Okur olarak en çok öykü okumayı severim. Hâlâ. Şair olmaya çalışırken de daha çok öykü okurdum. Roman seyrek okurdum, bir gün roman yazabileceğim aklımın ucundan geçmezdi, o kadar uzun bir metin boyunca bütünlük sağlamak bana imkânsız gelirdi.
Roman yazmak mı, becerebileceğimi hiç sanmıyorum, dedikten üç hafta sonra, 2010 Nisanı İzmir TÜYAP kitap fuarında “Gelecek ve Edebiyat” sunumunda, “…gelecekte robot köpekler olacak, gerçek köpek beslemek yasaklanacak,” dedi bir konuşmacı. O cümleden sonra ben sunumdan koptum, dört boyutlu robot köpeğiyle başı dertte yaşlı bir kadın tüm zihnimi doldurdu. Sonra torunu. Sonra bir şehir. Ayşehri. Robot sevgililerle, robot ailelerle dolu bir dünyada, şunu merak ettim: Gerçek insan neydi? Gerçek ile sanal olmak arasında gerçekten bir zıtlık var mıydı, yoksa öyle sanırken biz zaten robotlara mı dönüşmüştük?
Roman yazma sürecim böylece başladı ve roman yazarken ben kendimi yuvamda hissettim.
İlk romanımı bitirdiğimde, ön okuma yapan arkadaşlarım, bu bir bilimkurgu dediler, hep böyle mi yazacaksın? Daha yeni başlıyordum, bu konuyu hiç düşünmemiştim. Bana göre, gerçek-sanal ilişkisini anlatmanın en iyi yolu, bir gelecek kurgusu oluşturmaktı. Bence her durumda, yazmak istediğiniz şey, her şeyi belirler. Mesela, genişletemediğiniz veya bunu tercih etmediğiniz bir konu veya durum için, öykü yazarsınız, daha dallanıp budaklandıkça romana evrilir. Yaşanmış bir şeyse anlatmak istediğiniz biyografi veya tarihsel roman olur. Ne türde yazmakta olduğum hiç ilgimi çekmemiştir, benim için asıl önemli olan anlatmak istediğim konuya uygun bir biçim ve dil bulmaktır, bu, her seferinde değişecektir. Elbette, bir türü kendinize daha yakın bulabilirsiniz, hatta kendinizi o türe adayabilirsiniz. Bu gerçekçi edebiyat ya da fantastik veya bilimkurgu… olabilir. Ya da öykücü veya romancı veya deneme yazarı veya şair olarak da anılmayı seçebilirsiniz. Sırf oyun yazabilirsiniz ve kendi adınızla anılacak bir tarz oluşturabilirsiniz. Önemli olan tek şey, iyi ürünler ortaya çıkarmaktır, her ne ya da her nasıl yazarsanız yazın.
O yıl bir okulda düzenlenen kitap festivalinde, “Çocuk Fantastik Edebiyatı”nı sunmam istendi. İyi hazırlandım, hem fantastik edebiyatı hem bilimkurguyu hazırladım. Bilimkurgunun bu kadar alt türü olduğunu bilmiyordum, onları tek tek yazdım. Alt türlerinin en önemlilerinden Sosyal Bilimkurgu’yu okuduğumda her iki romanımın da türüyle tanışmış oldum. Zamansız ve mekânsız metinler…
Sosyal bilimkurgunun önemli yazarlarıyla ve kitaplarıyla tanışmam, onları yutarcasına okumam ondan sonradır. Bu türün iyi bir okuru da oldum.
2010 yılından itibaren, ne zaman bastırırım, nasıl bastırırım demeden, yazdım da yazdım. Bugüne kadar yazdığım romanlardan sadece dördü yayımlandı. Romanlarıma tür olarak baktığımda, sosyal bilimkurgu ağırlıkta, yayımlanmış-yayımlanmamış tüm romanlarıma baktığımda dördü sosyal bilimkurgu, ikisi gerçekçi, biri büyülü gerçekçi. Bugün için böyle.
Hâlâ fikrim değişmedi, en çok öykü okumayı seviyorum. Romanda; klasik, neoklasik romanları tamamlamaya çalışıyorum, sosyal bilimkurgu romanlarını özellikle seviyorum. Tiyatro oyunlarını okumayı da seviyorum son yıllarda. Ama yazarken ne türde yazdığımla hiç ilgilenmiyorum, bilinçaltımın bana hediyesi neyse onu yazıyorum. Yeni bir roman bittiği zaman, türünü sorduklarında, bir an şaşırıyorum, biraz düşündükten sonra söylüyorum.
Artık, yeni yayımlanan Kaplumbağa Kadınlar’a gelebiliriz. Türü mü, gerçekçi. Bağıra bağıra İzmir’de ve zamanımızda geçiyor. Benim hemen her tür metnimde, öyküde de romanda da, metin içi metinleri vardır, ilk öykü dosyamda da var öykü içinde öyküler. Bu romanımda, Kapi’nin Belur’a anlattığı Katırların Efendisi de böyle bir metin: günümüzde de geçebilecek, ama teknolojinin kullanımıyla ilgili olduğu için, bir, yakın-gelecek iması da var.
Fobik Atak geçiren, yani korkmanın korkunçluğunu deneyimleyen Belur, çevresine – hem de onlara deli gibi muhtaçken- bakar. Akrabalar, kardeşler sapır sapır dökülür. Görünmez Tiyatro grubundaki arkadaşları da zaten bir yere kadar ilgilenecektir onunla, ama ilgilenme şekilleri hastalığını derinleştirmekten başka işe yaramaz. Belur iyileştikten sonra, yeni öğrendiklerini tiyatro grubundaki arkadaşlarına usulünce kozyatağı rus escort öğretmenin derdine de düşer. Temizlikçisi Kapi’nin, ona can suyu vermesinin ve bu süreçten özgün bir dostluk çıkarmanın da öyküsüdür. Geri planda, günümüzdeki sosyal hayatın yansımaları ve orta sınıfın fakirleşmesi vardır.
Gerçeğin o muhteşem elinin değmediği hiçbir metin, sözün gerçek anlamıyla iyi olamaz. Ya, fantastik kurgular, bilimkurgu mu diyorsunuz; siz de gerçeğin türlü türlü halleri olduğunu bilmeyenlerden misiniz yoksa? Rüyalarımız, gerçeğin fantastik halidir, evren ise onun bilimkurgu hali. Tüm bunların sancaktepe yabancı escort ötesinde, Doğada ve insan bedeninde hepsi bir arada bulunur. Doğanın inanılmaz tasarımları, insanın hayal gücünün çok ama çok ötesindedir. Uçağı, kuşa bakıp yapmışız; denizaltı ve gemide balıktan faydalanmışız.
Baleyi kuşlardan çalmış olabiliriz. Kollarımızı kaldırarak dans etmeyi ağaçlardan…