Virginia Woolf ile tanışmam bundan bir kaç yıl öncesinde hazırladığım Kadın Şairler dosyası ile olmuştu. Edebiyat dünyamızda ve dünya edebiyatında şiir ve roman başlığı altında sıralanan isimlere bakıldığında egemenliğin hep erkeklerde olması kesinlikle kabul edilmiş bir tespitken V. Woolf, Kendine Ait Bir Oda isimli eserinde kadınların neden yazın dünyasında yer alamadığını anlatmaya çalışıyordu. Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!.. diyen Woolf, kadınlara para kazanmalarını, kendilerine uygun görülen ya da biçilen kalıplara bağlı kalmadan yazmalarını, kendilerini ifade etmelerini kesinlikle öneriyordu. Onun bu düşünceleri Deniz Feneri’nde de kahramanlardan resim yapmaya çalışan Lily şahsında dikkatlere sunuluyor. Yazarın Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde anlattığı entelektüel kadın tipi Lily, Mrs. Ramsay gibi kendini çocuklarına ve kocasına adamamıştır. Lily ısrarla üzerinde durduğu resme eğilmiş her şeyin bir gökkuşağı gibi geçici olduğu bu dünyaya fırçasıyla imzasını atmak istemektedir.
Deniz Feneri’nin ön sözünde Naciye Akseki Öncül, Woolf’a göre en önemli olanın kimin için yazdığını bilmenin gerekliliğinden bahsediyordu. Woolf’un amaçladığı okuyucu, okuma alışkanlığı olan, başka çağların yazınını da bilen bir okuyucudur. V. Woolf haftalık yazmak, akşam evine yorgun argın dönen insana yazmak istemiyor, okuyucusuna kolay kazanılan bir zevk vermek istemiyor. Trende okunmak, kırda vakit geçirmek için okunmak, uykulu zamanlarda okunmak istemiyor; onu okumak için tüm ciddiyetimizle kitap okumaya hazırlanmamız gerek. O zaman V. Woolf da bize beklediğimiz zevki vermeye hazırdır, diyordu. Virginia Woolf okuyucularına bunu belirterek kitaba dönelim. Kitap üç bölümden oluşuyor:
- 1. Pencere
- Zaman Geçiyor
- Deniz Feneri
İskoçya’da aylardan eylül. Mrs. Ramsay deniz fenerine gitmek isteyen oğlu James’e “Elbette, ama yarın hava iyi olursa,” diyerek romana başlıyoruz. Ve roman boyunca gidilmek istenen deniz fenerine havaların kötü olması nedeniyle bir türlü gidilemediğini görüyoruz.
Mrs. Ramsay’in herkeslerden farklı kocasına bir saygısı vardı. Kocası Allah cezanı versin, kesinlikle yarın yağmur yağacak, demişti. Oysaki altı yaşlarındaki oğlu James’i avutmak bu katılıktan, katı yüreklilikten daha iyi olabilirdi. Ama Mr. Ramsay, yağmurun yağacağını ve fenere gidilemeyeceğini söylediğinde küçük oğul James babasına öfke duymak bir yana ondan nefret bile edecektir.
Mrs. Ramsay ellili yaşlarında, sekiz çocuğa sahip ve hala çok güzel olan bir kadındır. Bunlar Cam, James, Prue, Andrew, Jasper, Nancy, Roger, Rose. Çocuklardan en yeteneklisi James’tir. Prue, bir melek gibi çok güzeldir. Andrew matematikte olağanüstü başarılıdır. Nancy ve Roger ele avuca sığmaz iki yaramazdır. Rose’e gelince ağzı fazlaca büyük ama çok becerikli bir kızdır. En küçükler James ile Cam olup Mrs. Ramsay onların büyümesini hiç istememektedir. Jasper ise kuş vurmaya meraklı bir erkek çocuk olarak romanda yer alıyor. Mrs. Ramsay, sekiz çocuk doğurmuş bir kadın olarak çocuklarının büyümesini hiç istemiyor. Onun en mutlu olduğu zamanlar kucağında küçük bir çocuğu olduğu zamanlardır. Çocuklarının hiçbir zaman şimdiki kadar, çocukluklarındaki kadar mutlu olamayacaklarını düşündüğünden onların büyümesini istememektedir. Çünkü yaşamla arasında bir alışveriş sürüyordu. Yaşam bir yanda, kendisi öbür yanda; o yaşamı alt etmeye çalışıyordu, yaşam da onu. Kimileyin de (kendi kendine olduğu zamanlar) karşılıklı geçip anlaşma yollarını ararlardı; anımsıyordu, çok iyi anlaştıkları da olurdu; ama doğrusu çok kez, nedense, yaşamı korkunç bulur, kendine düşman bilir, fırsat verirse hemen üstüne atılıp kendisini parçalayacakmış sanırdı. Hiçbir zaman çözülemeyen o sorunlar vardı. Acı, ölüm, yoksulluk. Ama yine de tüm çocuklarına, bu yolun sonuna dek, hiç yılmadan gideceksiniz, demişti. Gözünü kırpmadan, sekiz kişiye aynı şeyi söylemişti. İşte bu yüzden, onları bekleyen şeyleri˗ sevgi, tutku, sıkıntılı, ıssız yerlerde tek başına yapayalnız kalmanın acısı, berbatlığı- bildiği için çok kez, keşke hiç büyümeseler derdi. Sonra yaşama meydan okuyarak, kendi kendine, saçma, derdi, hepsi de pekâlâ mutlu olacaklar. Yaşam Mrs. Ramsay’e göre sinsi, hain bir şeydi. Ama yine de herkes evlenmeli, herkesin çocuğu olmalıydı. Lily’nin de.
Bir gece oğlu James’e öykü okuduğunda çocuğun gözlerinde öykünün uyandırdığı heyecan kaybolurken onun yerini bir başka şeyin aldığını gördü Mrs. Ramsay. Solgun bir şeydi bu, hem gözünü alan, hem şaşırtan bir şey. Mrs. Ramsay dönüp körfezden karşılara doğru baktı; evet, işte orada, önce birbirini izleyen iki kısa ışık, sonra arkadan dümdüz uzanan bir ışık, Fener’in ışığı, dalgaları aşarak geliyordu. Fener’in ışığı yanmıştı.
James şimdi, “Fener’e gidecek miyiz?” diye soracaktı. O da, “Hayır, yarın olmaz, oğlum; baban olmaz diyor,” demek zorunda kalacaktı. Mrs. Ramsay onun, kesinlikle, yarın Fener’e gitmeyeceğiz, diye düşündüğünü biliyordu. Oğlu tüm yaşamı boyunca bunu unutmayacaktı.
Mrs. Ramsay güçlü ve umutlu bir kadındı. Olumsuzlukların geçeceğine inancı vardı. İnsan; eşyadan, cansız şeylerden güç alabilirdi. Tıpkı Fener’den gelen ışıktan kendisinin güç alması gibi. Zaman zaman “Hepimiz Tanrı’nın elindeyiz,” diye aklından geçirdiğinde bunu bir içtensizlik olarak algılıyordu. Bu içtensizliğin onu kızdırdığı ve rahatsız ettiği oluyordu. Böyle zamanlarda dünyada mantık, düzen ve adalet olmadığını; dünyada ölümden, yoksulluktan, kötülükten başka bir şeyin olmadığını biliyordu. Karısını böyle zamanlarda gören Mr. Ramsay, onun kendisinden bu uzaklığını gördüğünde dile getiremediği bir üzüntüyü duyuyordu. Tüm bunları düşünürken Mrs. Ramsay gördüğü Fener’in ışığında onu bir zevk tufanına boğacak gibi, büyülü, hayran gözlerle bakarak, mutluluğu, en güzel, en yoğun mutluluğu tanıdım diye düşündü; Fener’in ışığı kabaran dalgaları gümüşleyerek biraz daha parlatıyordu; denizin mavisi kaybolmuştu; ışık, kıvrılıp kabararak kıyıya gelip çarpan limon rengi dalgalar arasında yuvarlanıyordu. Mr. Ramsay; karısının ondan uzak, kendi kendisiyle baş başa kaldığı anlarda ona yaklaşmak istiyordu fakat gerek onun sert mizacı, gerekse karısı ve kendisi arasındaki düşüncelerin farklılığından aralarında mesafeler vardı. Çünkü Mr. Ramsay düşündüklerini ifade edebilecek bir yapıya sahip değildi. Zaten karısı hep oğullarını merak ederdi, ama onu hiç düşünmezdi. Mrs. Ramsay, kocasının aklından geçenleri anlıyordu ve kocası evlenmeseydim, belki daha iyi kitaplar yazardım, diye düşünüyordu. Mr. Ramsay diğer insanlardan farklı bir tabiatta yaratılmıştı. Sıradan şeylere karşı sağır, dilsiz ve kör olarak doğmuştu da, sade olağanüstü şeyler karşısında bir şahin gibi güçlü gözleri vardı. Mr. Ramsay ve Mrs. Ramsay’in en önemli sorunu düşündüklerini birbirlerine söyleyememeleriydi. Mr. Ramsay onun kalpsiz bir kadın olduğunu söylerdi; bir kerecik olsun onu sevdiğini söylemiyordu. Oysa bu hiç doğru değildi. Yalnız hissettiklerini söyleyemiyordu o kadar. Mrs. Ramsay’ göre de kocası kitaplarının tasasından kurtulamıyordu ˗acaba onları okuyan olacak mı? Acaba hepsi de iyi mi? Acaba niye daha iyi değiller? Acaba benim için ne diyorlar?- gibi.
Roman boyunca arkasından koşulan anılar ve onların izleri Virginia Woolf tarafından ne kadar da şiirsel ifade ediliyordu öyle. Anılar, adeta insanın cenneti oluveriyordu. Orada insan hiç telaş etmeden, kaygılanmadan rahat rahat geziniyordu, çünkü orada insanı düşündüren bir yarın yoktu. Anılar durgun bir göl gibi kıpırdamadan duruyordu. Roman boyunca böyle şiirsel cümleler hep akıyor. Virginia Woolf’un İngiliz edebiyatının önemli kadın yazarlarından Jean Austen’ın romancılığı hakkındaki tespitinde onun iyi bir romancı olmasının tek eksiği olarak şiirsel derinlikten yoksun olmasını belirttiğini burada ilave edelim. Ve sözcükler şiirde nasıl seçilirlerse Virginia Woolf’un sözcükleri de su üzerindeki çiçekler gibi, yüzüyormuş gibi duygusunu veriyordu, sanki söyleyen biri yoktu da onlar kendiliklerinden oluşmuşlardı.
Diğer iki kahraman ise Mr. Bankes ve Mrs. Lily Briscoe. Her ikisi de köyde birer oda tutmuş ve birbirleriyle ahbap olmuşlar. Bankes, şiirle uğraşırken Lily de resim yapıyor. Mr. Bankes, Lily’nin babası yaşında dul bir adamdır. Lily ile aynı evde pansiyonerdir. Lily, resim yapmaktadır ve resimleri çok kötü, hatta berbattır. Çizdiği resimlere bakılmasına göğüs germek bile onun için hayli zordur. Otuz üç yıllık yaşamının tortusunu, her tür gününden artakalanı, hele üstüne, yaşadığı kadar, davranış ve sözleriyle belli ettiklerinden daha da gizli bir şey katıldıktan sonra çevresindekilerin bakışı bir işkence olduğu kadar heyecanlı bir şeydi de. Çizdikleri belki hiçbir duvara asılmayacaktı bile. Ama Mr. Ramsay gibi onun çömezi (Mr. Ramsay onun hocasıdır) Mr. Tansley’in kadınlar resim yapamaz, kadınlar yazı yazamaz cümleleri kulaklarında çınlamaktadır. Mr. Ramsay ve Mr. Tansley, Lily Brisco için dar kafalı, kör insanlardan farksızdır.
Ramsay ailesinin Lily ve diğerlerini çağırdıkları kalabalık bir yemekte Lily’nin aklından geçen hep resimleridir. Yemeğin başlarında çok sıkılan Lily, fiziksel olarak orada olmakla beraber hep resimlerini düşünmektedir. Hatta o anda, yani yemek masasında aldığı karara göre ağacı biraz daha ortaya alacaktı. Roman boyunca resim yapma çabası taşıyan Lily, nihayet bitirmek istediği resmi on yıl sonra yaptıkları ziyaret sonunda artık tamamlamıştır. Onun bir kadın ressam, ya da entelektüel olarak bu uzun çabasını ve sonunda başarısını V. Woolf romanın sonunda ortaya koyuyor. O yemeği hazırlayan Mrs. Ramsay, ikram edilecek Fransız boeuf en daube adlı yemeği üç gün gibi uzun bir sürede hazırlamıştır. Bu yemeği yapmak nasıl özveri isterse, Mrs. Ramsay de tüm hayatı boyunca sadece insanlara değil; herkese, her şeye bu özveriyi sunmuştur. Tıpkı her şeyin gecenin karanlığına gömüldüğünde fenerin ışığının herkesi, her şeyi kuşatması, aydınlatması gibi. Ve bu yemekte herkes mutlu bir şekilde bir araya gelmiştir (başlarda Mr. Ramsay’in huysuzlandığını belirtelim) onun özverisi ve sevgi dolu kalbi sayesinde.
Romanın ikinci bölümünde Mr. Ramsay karanlık bir sabah bir koridorda tökezleyerek kollarını uzattı, ama bir gece önce Mrs. Ramsay ansınız ölüverdiği için uzatılan kolları boş kaldı. Zaman Geçiyor adlı bu bölümde onun ölümünden sonra evlerinin içindeki yaşamın son bulduğunu, yaşamın geçip gitmeyen, kalan yanlarının bu anılar olduğunu görüyoruz. Tüm bu değişikliklere rağmen Fener’in ışığı ˗bir zamanlar karanlıkta hiç çekinmeden gelip, halıya kurularak, üstündeki şekillerle oynayan o ışık ˗ şimdi baharın yumuşak ışığında, ay ışığıyla karışarak hafifçe içeri süzülüyor; sanki değdiği şeyleri okşuyor, sanki kaçamak yapıp biraz oyalanıyor, çevresine bakınıyor ve sonra sevecenlikle dolu yine geliyordu. Ev bir başına bırakılmıştı; bomboş kalmıştı. Tıpkı bir midye kabuğu gibi kumsalda bir başına kalmıştı; içinden yaşamın çıkıp gittiği bu kabuğu artık kuru tuz tanecikleri dolduracaktı. Boş bırakılan eve göz kulak olması için Mrs. McNab ve Mrs. Bast görevlendirilmişlerdi. Küçük hanımların birinden bir mektup gelmişti. Eve geri geliyorlardı. Onlar evi temizlerlerken keyifli keyifli anılar yumağını da açmaya başlıyorlardı.
Romanın üçüncü bölümü eve tekrar dönenlerle başlıyor. Lily, Ramsaylerle birlikte eve geri dönüyordu. İlk sabah Lily eski günlerdeki gibi yine koskoca masada bir başına oturmaktadır ve bir şaşkınlık içindedir. Bu ev, bu yer, bu sabah her şey ona yabancıdır. Onu oraya bağlayan hiçbir şey yoktur. Sonra bir de şu gezinti vardı. Mr. Ramsay, Cam ve James, Fener’e gideceklerdi. Şimdiye kadar gitmiş olmaları gerekirdi. Nancy de onu bırakıp gittiğinden Lily, önündeki boş kahve fincanına bakarak, her şey ne denli amaçsız, ne denli karmaşık, ne denli gerçek olmaktan uzak diye düşündü. Mrs. Ramsay ölmüştü; Andrew savaşta ölmüştü; Prue da ölmüştü ˗ne kadar yinelerse yinelesin içinde hiçbir kıpırtı duymuyordu. İşte sonra hepimiz böyle bir evde, böyle bir sabah bir araya geliyoruz, diyerek pencereden dışarı baktı ˗ güzel, sakin bir gündü.
On yıl sonra Mr. Ramsay, iki oğlu James ve Cam’e hiç gidemedikleri fenere gitmek üzere hazırlanmalarını söyler. Çocuklar eskiden gitmek istedikleri ama gidemedikleri fenere şimdi gitmek istemezler. Ama her zamanki buyurgan babaları onları zorla fenere götürür. Mr. Ramsay’in fenere giderken bazı zamanlar diline pelesenk olan mısralardan biri yine dilindedir. Mr. Ramsay, öyle kendi kendine kimi zamanlar şiirler okurdu. Mrs. Ramsay, kocasının kendi kendine şiir okurken böyle görülmesini asla istememişti. Sandalda ara ara okunan dizeler şunlar:
“Her birimiz yalnız öldük;
Ama ben, ondan daha fırtınalı bir denizde
Ve daha derin uçurumlarda”
James artık on altı yaşındadır ve babasının bu buyurganlığı ve memnuniyetsizliği devam ederse ona yönelik geçmişten gelen duyguları ve nefreti devam edecek gibi görünürken babasından küreklerini çekmesi esnasında gelen “Aferin!” onların arasının düzelmesine yarayacaktır. Çünkü Mr. Ramsay asla yapılanlardan memnuniyet duymayan bir adamken şimdi çocuklarının bir şeyleri başarmasını takdir ediyordu. Romanın sonunda baba ile oğullar arasındaki kötü duygular, hatta nefret de sona ermiş oluyordu böylece.
On yıl önce bu masada otururken, örtünün üstünde küçük bir dal mı, yaprak mı bir desen vardı, bir an ondan esinlenmiş, ona dalmıştı Lily. Kendi kendine ağacı ortaya doğru çekmeli demişti. O resmi bir türlü bitirememişti. Yıllardır aklından çıkmıyordu. İşte şimdi o resmi bitirecekti. Yakınlarında bulunan Mr. Ramsay’in varlığı onu rahatsız ediyordu. Yaşlılığını, güçsüzlüğünü, kimsesizliğini tek bir yumak yapan Mr. Ramsay, zavallı kızı korkunç bir baskı altında ezmeye başladı. Mr. Ramsay’in kendi özvarlığına duyduğu gereksinim durmadan taşıyor, Lily’nin ayakları dibinde gölcükler oluşturuyor, yayılıyordu, buna karşılık Lily, o zavallı suçlu ise, ıslanmamak için eteklerini biraz daha topluyor, biraz daha kaldırıyordu. Ağzını bile açmadan öylece duruyor, elinde fırçasını sımsıkı tutuyordu. Liyl, Brompton Caddesi’nde yürürken, ya da saçını fırçalarken hep o resmi yapıyor, gözünün önüne getiriyor, hayalinde o düğümü çözüyordu. Lily’nin resim yapması o anı kalıcı yapmaya çalışması demekti. Ve orada yaşam kıpırdama dur burada, diyordu. Bu Tanrısal açıklamayı borçlu olduğu kişiyi, Mrs. Ramsay’i hatırladı. Lily, Mrs. Ramsay’e işte hiçbir şey senin istediğin gibi çıkmadı, demek zorunda idi. Yaşam artık bambaşkaydı. İnsan yaşarken anın baskısı, telaşı insana her zaman hedefini şaşırtıyordu. Sözcükler telaş ve heyecanla yanlara kaçıyor, istenilen hedefe ulaşamıyordu. Hepimizin geçip gittiği, hiçbir şeyin kalmadığı, her şeyin değiştiği yaşam denilen bu yerde sadece sözcükler kalırdı, resimler kalırdı, sanat kalırdı. Tıpkı bir ışık gibi, fenerin ışığı gibi…