Serkan Türk’ün Ausgang’dan dört yıl sonra yazdığı Trak, bir yol ve yolculuk romanı. Yirmi sekiz başlık altında toplanmış, diliyle hemen kendini belli eden romanlardan.
Kurgu içinde kurguyla zenginleştirmiş romanda yazar, Bay Ferrante isimli İtalyan yazarın peşinden giden bir gencin hayatına ve çevresine odaklanıyor.
“Geçmiş, arkamızdan yavaş bir at gibi gelir.”
Nine halası ile büyüyen kahraman anlatıcının kulağında hep halanın anlattığı hikâyeler vardır. Roman boyunca anlatıcının yaşadıkları, zihninden geçirdikleri, rüyalarında gördükleri farklı malzemelerin bir araya getirilmesiyle katmanlı ve bol çağrışımlı bir metin olarak tasarlanmış.
Anne-baba sevgisinden, şefkatinden uzak büyümek zorunda bırakılan anlatıcı, tiyatro oyununda repliğini unutan ve hatırlamaya çalışan bir oyuncu gibi boşluklarla, belirsizliklerle kavramaya çalışmaktadır yaşamı. Yatılı okul günlerinde tanıştığı arkadaşı Uğur hayatının seyrini değiştirmiş ve ona yeni bir yolun mümkün olduğunu göstermiştir. Severek okuduğu Bay Ferrante’nin romanları içinde duyumsadığı dünyanın kapılarını aralamasını sağlamakla kalmamış, kişiliğindeki karanlık noktaları da aydınlatmıştır.
Bay Ferrante’nin bir kitabının kurgusunda yer alan “ikizler” kavramı anlatıcımız için de son derece önemlidir. Bu bağı anlatmak için yazar Serkan Türk, roman boyunca geri dönüşlere başvuruyor. Hem Bay Ferrante’nin hem de Serkan Türk’ün romanında yer alan “ikiz” kavramı romanı anlamak bakımından önemli. Bay Ferrante romanında çocukluğundan beri ikizinden nefret eden ve sonunda ikizini öldüren bir kahramandan bahseder. Bu eylem anlatıcı için çok etkileyicidir. Zira kendisinin de bir ikizi vardır ve doğum sırasında ölmüştür. Ölümün sorumlusuymuş gibi ilk andan itibaren anne babası tarafından cezalandırılmıştır. Anlatıcı rüyasında ikizini burnundan soluyan bir boğa şeklinde görmektedir. Yaşamının ilk yılları korku ve kaygılarla geçmiştir. Nine halasının evi ve kalbi öyle geniştir ki orada sonsuza kadar güven içinde yaşayacağını sanır ama ergenlik günlerinde o kapı kapanır.
Anlatıcının yolu Bologna’daki günlerinde Polonyalı Bayan Zofia ile kesişir. Polonyalı kadın, tıpkı anlatıcı gibi hassas bir ruh yapısına sahiptir. Evinde farklı milletlerden insanlar kalmaktadır. Serkan Türk’ün romanda farklı etnik kimliklere yer vermesi ve onları aynı evde bir araya getirmesi aslında dünyamızı küçük bir ev gibi algılamasından kaynaklanıyor olsa gerek. Bologna’daki evde konaklayan doksan yaşında Rafal, Filistinli ama Müslüman olmayan Josef, Alman arkadaşı Sonja ve daha sonra gelecek olan Makedonyalı misafir de bu düşünceyi kanıtlar niteliktedir.
Trak romanındaki anlatıcı, Zofia’nın evinde de rüyalar görmeye devam eder. Rüyalar, yaşadıklarının pekiştiği bir başka mecra gibidir. Anlatıcının yaşantısı, nine halasının Yunus peygamberle ilgili anlattığı dinî anlatılar ile de paraleldir sanki. Yunus peygamber uzun yıllar boyunca çevresindeki insanları inandığı dine davet etmiştir. Ancak kimse ona inanmayınca bu duruma katlanamaz ve yaşadığı yerden uzaklaşmak için bir gemiye biner. Gemidekiler yolculukta başlarına gelen aksiliklerin kimden kaynaklı olduğunu bulup kurtulmak için kura çekerler. Üç kere tekrar edilen kurada hep Yunus’un adı çıkar. Gemideki uğursuzun Yunus olduğuna ikna olup onu denize atarlar. “Uğursuzluk” kavramı ailesi tarafından anlatıcıya da iliştirilmiştir.
Yazar, edebî ve kutsal metinlere göndermeler yaparak romanda bir karnaval havası da yaratmış.
Annesine kırk yaşına girdiğinde yapılan kalp nakli anlatıcıya şunları düşündürtür: Annemin yaşadığı deneyim dünyaya bakışını değiştirdi. Beni görmeye dayanamayan yanı, o eski kalbiyle ameliyat masasında kaldı… Bir çiçeği sevmeye başladıysa beni de sevebilirdi belki.
Nine halasından duyduğu hikâyelerle büyüyen anlatıcının maceracı ruhu önce duyduklarıyla, daha sonra da seyahat ettiği İtalya’da gördükleriyle ve yaşadıklarıyla renklenir.
Ferrante’nin üslubu okurun zihninde bir süre devam eden ve sonrasında yavaş yavaş sönen bir ışık gibidir. İtalyan yazarın romanlarının sonunu bilerek askıda bırakışı anlatıcımızı ve onun arkadaşı Uğur’u çokça etkilemektedir. Ferrante bir keresinde romanlarını neden yazdığını şöyle ifade eder: Soğuk kış gecelerinde içiniz ısınsın diye değil. Hikâyeler onları düşünecek insanlar olduğunda anlam kazanır.
Ovanın ortasında tek başına kalmış ağaç gibiydim hayatta, diyen anlatıcı tastamam olanı bulmak için yola düşmek gerekirdi, diyerek roman boyunca önemli olanın yola düşmek, yolda tecrübeler edinmek olduğunu vurgulamakta.
Serkan Türk; Yol, bazen aramanın kendisiydi, bulmaktan çok. Burnumla değil, gözlerimle arıyordum yanıtları yeryüzünde. Ormanların içinde, nehirlerin dibinde, apartmanların arasında, güvertesinde bir vapurun, yalnız parklarda, okul sıralarında, savaşın ortasında, çölün kumunda, kimsesiz mezarlarda, kır düğünlerinde, tren yolculuklarında, piramitlerin arasında yahut bir serada bulabiliriz o kokuyu ifadelerini Ferrante’ye söyleterek kendi edebiyat serüveninde aradıklarını ve bulduklarını okurlarıyla paylaşıyor.
Kim bilir, belki de bu satırlar benim gibi iç dünyası karanlıkta kalmış başkalarına kılavuzluk edebilirdi, diyen anlatıcının yolculuğunun okurlarına kılavuzluk etmesi dileğiyle…