Dünyaya farklı bir kimlikle yeniden gelmek gibi bir seçeneğiniz olsaydı Dostoyevski olmak istemez miydiniz? Ya da Tanrı’nın tahtına göz dikmiş deha filozof Nietzsche? Birçok büyük insanın yaşamı, tanrıların düzenine kafa tuttuğu için ciğerleri kartala parçalatılan medyum Prometheus ’un o soylu trajedisini anımsatır. Onların yaşamlarına bakmak, o yaşamları anlamaya çalışmak aktif bir volkanın ağzından dağın içine bakmaya, orada olan biteni anlamaya çalışmak kadar ürkütücüdür. Altmış yıllık ömrünün neredeyse tamamı bir talihsizlik, suç, ceza, hastalık, yoksulluk sarmalı içerisinde geçen Dostoyevski de tam anlamıyla çağdaş bir Prometheus ’tur. İnsan ruhunun sonsuz potansiyelini 20. Yüzyıl insanı Dostoyevski sayesinde öğrendi. Onun korkunç sabrı, cesareti, saralı tutkusu, sınır tanımayan merak duygusu olmasaydı modern insanın ruh dehlizlerine dönük bildiklerimiz bu kadar derin olmayacaktı.
Dostoyevski’nin yapıtlarının tamamı derin bir ruh krizinin, ölüm kalım savaşımının, bir türlü çözüme kavuşmayan varoluşsal sorgulamaların ürünüdür. Hangi romanını okursanız okuyun kendinizi bir deliler evinde dolaşırken bulursunuz. Şehvet çamurunda yuvarlanan, insanın kanını donduracak derecede soğuk katil, aynı anda iki farklı kişiye histerik bir tutkuyla âşık, iyiliğin de kötülüğünde en uç noktasında yaşayan, büyük bir ideal uğruna kendini feda eden ve sonunda dehşetli acılar çekerek bir tür katarsise ulaşan, sıradan insanın dünyasına yabancı birtakım insanların dolaştığı bir deliler evi… Belki bu yüzden ne Dostoyevski’yi ne de onun her biri bir başyapıt olan romanlarını tam olarak anlayabilme ve anlatabilme olanağı vardır.
Bir an için Derviş Yunus’un, Namık Kemal’in, Fikret’in, Akif’in, Nazım’ın olmadığını düşünelim. Ruhumuzdan, tarihsel benliğimizden, bilincimizden geriye bir sığlık ve şekilsizlik kalır. Cennet için Tanrı’yla pazarlık eden softalığı taşa çalan Derviş Yunus, daha yüce ve aşkın bir anlamın peşinde bir lokma bir hırka acılar içinde dolaşır bir ömür. Namık Kemal’de “vatan” soyut bir kavram olmaktan çıkar hisseden, yaşayan bir varlığa dönüşür. Hürriyet Kasidesi bu yüzden bizim modern şiirimizin ilk büyük şiiridir. Tevfik Fikret’in şiiri ve yaşamı soylu bir özgürlük ve adalet savaşçısıdır. Bu naif adam, İstibdat karşısında özgürlük için ölümüne dövüşen cesur bir Spartacüs’tür. Çanakkale Şehitleri ve İstiklal Marşı gibi iki büyük destanı toprağına armağan eden Akif bir yurtseverlik abidesidir. Ahlak, onun için üzerinden geçilen kıldan ince bir köprüdür ve Akif o köprüyü bu dünyada geçebilmiştir. Nazım Hikmet’in şiiri büyük bir senfoni gibi çınlar tüm insanlığın kulaklarında. Yaşamayı çılgınca seven coşkulu bir çocuk sevinç çığlıkları atar Nazım’ın dizelerinde. Bu yüzden olsa gerek bu güzel dünyayı cehenneme çevirenlere tüm varlığıyla isyan eder. Ruh inşacısı olmak böyle bir şeydir.
Dostoyevski’nin romanlarının arka planında mutlaka bir tez vardır. O, çok sevdiği Rusya’sı üzerinden bütün bir insanlığa tüm varlığıyla bir şeyler söylemeye çalışır. Tanrı’nın varlığı, yaşamın anlamı, Rus yurtseverliği, Hristiyan hümanizmi, ölümsüzlük, vicdan, onur onun her romanında dönüp dolaşıp sorguladığı varoluşsal sorunlardır. Tanrı’nın varlığını kanıtlamak onun için bir varlık yokluk sorunudur. Adeta Tanrı’nın yokluğu düşüncesi onu çıldırtmış, dehşete düşürmüştür. Bu ıssız gezegende insanı kimsesiz bırakmamak için, “Tanrı yoksa da onu yaratacaktır.” Ölümsüzlük ve sonsuzluk duygusunu kaybederse yaşam tüm büyüsünü, anlamını yitirecektir onun için. S. Zweig, Dostoyeski’nin bu histerik saplantısına “Tanrı susuzluğu” der.
Fyodor Pavloviç Karmazov şehvet çamuruyla yoğrulmuş, sefih bir derebeyidir. Böyle bir adamın kanını taşıyan birbirinden tuhaf üç oğul: Dimitri, İvan ve Aleksey Feyodoroviç Karamazov; Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanın mihverini oluşturuyor. Karamazovların evi yarı batakhane yarı tımarhane gibidir. Üç oğlunun da büyümesinde Fyodor Pavloviç’in en ufak bir katkısı yoktur. Annelerini kaybeden bu üç gözde delikanlıyı yüce ruhlu Rusya annenin şefkatli insanları büyütmüştür. Zaten Karamazovlar da bu büyük ülkenin hem en soylu hem de en aşağılık yanlarını temsil eden bir aile değil midir? Baba Karamazov’un düşkün kişiliğini anlatacak bir sözcük bulmak nerdeyse olankasızdır. Dimitri Rus vahşiliğini; İvan Avrupalı yüzünü; kutsal Alyoşa ise Ortodoks Hristiyan yanını temsil etmiyor mu?
Karamazov Kardeşler baştanbaşa yazarın Rusya tutkusunu, Rusya sevgisini, Rusya idealini destanlaştırdığı bir başyapıttır. Hemen her kahraman Rus soyluluğunu, cesaretini, gururunu az ya da çok temsil eder. Dotoyevski, sürgün hayatı yaşadığı Avrupa yıllarında da Rusya’sını özler, ona kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşur. O, Rus olmayan her şeyden nefret eder. Staretz Aziz Zosima’nın içine İsa peygamberin ruhu kaçmıştır. İyilik ve sevgi için yaşayan bu yüce ruhlu peder, rasyonalist – hümanist bir Hristiyanlığı temsil eder. Birbirlerini aşk uğruna ölesiye kıskanan, sıradan insanın bütün dünyevi zaaflarını taşıyan İvanovna ve Gruşenka yeri geldiğinde kendilerinden beklenmeyecek insani tavırlarıyla okuyucunun soluğunu keserler. Küçük İlyuşka, babasının uğradığı aşağılanmayı içine sindiremez, hastalanır ve ölür. Kolya Krasotkin cesaretini kanıtlamak için tren raylarının altına yatar. Küçük yaşta sosyalist fikirlere kendini kaptıran Kolya, kendini insanlık için feda etme idealiyle yanıp tutuşmaktadır. Uşak Grigori bile efendisinin onca rezaletine rağmen ona sadakatte kusur etmez, efendisinin çocukların kendi çocuklarıymış gibi büyütür.
Büyük oğlu Dimitri’nin annesinden kalma mirasına el koyan sefih baba Karamazov, bununla da yetinmez, Dimitri’nin dizginsiz bir tutkuyla sevdiği Gruşenka’ya göz koyar. Oğluna vermesi gereken miras payı parayı, oğlunun nişanlısını baştan çıkarmak için kullanmaya kalkışır. Bir gece kafası parçalanarak vahşice öldürülür. Kutsal Rusya’nın en müflis ve aşağılık yanını temsil eden baba Karamazov, sanki yazar tarafından böyle kötü ve aşağılayıcı bir sonla cezalandırılmıştır. Cinayetin en büyük zanlısı Dimitri’dir. Çünkü babasının öldürüldüğü gece ağır bir kıskançlık krizine girmiş, Guruşenka’nın babasının yatak odasında olduğu sanrısına kapılmış, evi çevreleyen duvardan atlayarak açık pencereden babasının yatak odasını dikizlemiştir. Tam bu sırada uyanan hizmetçi Grigori ile karşılaşmış, kaçarken kendisini büyüten bu sadık hizmetkârın kafasına havaneli ile vurarak yaralanmasına yol açmıştır. Cinayet de tam bu anda işlenmiştir.
Polis ve savcı soruşturması cinayetin baş sorumlusu olarak Dimitri’yi işaret etmektedir. Ancak Dimitri çok kararlıdır, “ Hırsız ve kötü biri olabilirim ama baba katili değilim.” der her seferinde. Cinayetin bir diğer şüphelisi evin genç uşağı Smerdyakov’dur. Bir akıl hastası olan ve sokaklarda yaşayan Smerdyakov’un zavallı annesi, bir gece sarhoş baba Karamazov’un cinsel istismarına uğrar. Smerdyakov, Fyodor Karamazov’un gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya gelir, çocukları olmayan Grigori ve eşi tarafından büyütülür. Karamazov cinayetinden sonra roman polisiye bir boyut kazanır. Okuyucu merakla katili arar. Zaten Dostoyevski’nin bütün romanları bir yanıyla da polisiye romandır. Mahkeme her ne kadar Dimitri’yi suçlu bulsa da okuyucuya gerçek katilin Smerdyakov olduğu sezdirilir. Smerdyakov, tecavüze uğrayan ve kendisini doğururken Karamazovların evinin avlusunda can veren zavallı annesinin intikamını almış gibidir. Bu çıkarıma rağmen Fyodor Karamazov’un gerçek katili muallakta kalır. Edebiyat tarihçileri Dostoyevki’nin romanın ikinci bölümünü yazmayı düşündüğünü anacak buna ömrünün yetmediğini yazarlar.
Dimitri’nin mahkemesi sıradan bir yargılama değildir, tam anlamıyla bir hukuk manifestosudur. Belki de romanın en güzel bölümüdür. Mahkeme bir aile trajedisi boyutlarını aşar; bir toplum, çağ sorgulamasına dönüşür. Savcı İppolit Kirilloviç sadece hukuki bir iddianame sunmaz; aynı zamanda bir sosyolog, tarihçi, kültür insanı, psikolog kimliğiyle Rusya’nın ve çağının genel bir panoramasını çizer bize. Rusya’nın kendisi olması, Batı’nın arka bahçesi olmaması gerektiğinin altını çizer. Suçu yaratan toplumsal, sosyolojik, psikolojik arka planı anlamaya ve suç kavramını bu gerçekliler üzerinden yorumlamaya çalışır. Avukat Fetükkoviç de görkemli bir savunma yapar. Gerekçelerini ortaya koyarken açık ve ilkelidir. Rus soyluluğuna yakışır bir vakarla hiçbir hileye başvurmadan yapar savunmasını. Tanıklar da sıra dışıdır. Mahkemede sadece duruşmanın başlayacağı günden bir gün önce intihar eden Smerdyakov yoktur. Katerina İvanovna’nın birbiriyle taban tabana zıt iki farklı ifadesi bile onun Dimitri’ye olan aşkına, samimiyetine gölge düşürmez.
Tüm bu çabalar sonuç vermez ve Dimitri yirmi yıla mahkûm edilir. Cezasını Sibirya’da çekecektir. Bu karar büyük hata ve haksızlıktır. Bu haksızlık mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü İvan da Aleksey de İvanovna da Gurişenka da cinayeti Dimitri’nin işlemediğinden emindirler. Birbirini bir damla suda boğmaya hazır bu iki güzel kadın İvanovna ve Gruşenka; kişisel ihtiraslarını, husumetlerini bir yana bırakarak Dimitri’yi Amerika’ya kaçırma planında iş birliği yaparlar. Gururu ve onurunu her şeyin üzerinde tutan Dimitri’yi kaçış fikrine ikna etme görevi kutsal Alyoşa’a verilir. Çünkü Alyoşa ve Peder Zosima büyük Rus ruhunun zirveleridir. Hatırı sayılır miktarda bir para da ayarlanır, Dimitri ve Gruşenka’nın Amerika’ya kaçış planı yapılır.
Hayatı bir bütün olarak trajedidir bu büyük adamın. Prometheus bir mittir, ancak Dostoyevski gerçektir. Küçük yaşta öksüz kalır, eşini ve küçük oğlu Alyoşa’yı – Karamazov Kardeşler’in başkahramanına bu adı verir – kaybeder, iki kez haksız yere Çar’ın hışmına uğrar, borçları yüzünden Avrupa’ya kaçmak zorunda kalır, sarası ile baş etmek zorundadır… Ömrünün son yıllarında Puşkin’in 100. doğum günü etkinliğinde çağdaşı Turgenyev’le birer konuşma yapmak üzere davet edilir. Konuşması öylesine etkileyicidir ki Rusya bu konuşma sayesinde bütün zamanların en büyük romancısına nihayet hakkını teslim eder. Ölümü tam bir toplumsal yasa dönüşür. Cenazesini Rusya’nın dört bir yanından Moskova’ya akın eden büyük bir kalabalık defneder. Dostoyevski’nin ölümüyle, bir günlüğüne de olsa, Rusya’yı birleştirdiği söylenir.