Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler’de Milli Mücadele yıllarında İstanbul’da kalanların yaşamlarından kesitler sunar bize. Roman kişileri çok tanıdık gelir okura: İhsan, Yahya Kemal’i çağrıştırır. Ankara’ya geç katıldığı için Mustafa Kemal’den sıkı bir fırça yediği söylenir büyük şairin. Sabiha; tiyatro sahnesine çıkan ilk Türk kadınıdır, Cemal ile son karşılaşmasında artık alkol bağımlısıdır. Sabiha, Afife Jale’den derin izler taşıyor. Muhlis Bey de olası ki Darül’ülbedayi’de yöneticilik de yapan tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’dur.
Dönemi, Sahnenin Dışındakiler üzerinden yorumlarsak 1920’li yıllarda Anadolu’da yaşam oldukça çetindir. Mustafa Kemal önderliğinde yurtseverler bir ölüm kalım savaşımı başlatmışlardır. Ancak Padişah’ın, işbirlikçi sermayenin, İmparatorluk bürokrasinin, değişik din ve etnik kökenlerden insanların arzı endam ettiği İstanbul’da da hayat hiç kolay değildir. En nihayetinde işgal altındaki bir başkentten söz ediyoruz.
Özellikle son yirmi yılda Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, kurucu kimliğiyle Mustafa Kemal Türkiye’de iktidarı ele geçiren İslamcılar ve liberal müttefikleri tarafından alaşağı edilmek, itibarsızlaştırılmak istendi. Bu boşuna çaba kısa sürede geri tepti, İslamcılar ve liberaller açısından ağır bir meşruiyet krizine dönüştü. Bu yazıda yakın tarihimizin aşağı yukarı aynı dönemini – kurtuluş ve kuruluş dönemi- anlatan üç romandan söz etmeye, üç yazarın birbirinden epeyce farklı bakış açılarıyla yakın geçmişe sanatsal gerçekliğin penceresinden bakmaya çalışacağım. Yazının dolaylı da olsa Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu sıkıntılı sürece de ışık tutmasını umuyorum.
Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları, 1905’te başlıyor. Henüz Abdülhamit istibdatı sürmektedir. Cevdet Bey’in doktor ağabeyi Nusret gibi yüzlerce ittihatçı aydının kâbusudur Abdülhamit. Doktor Nusret, Abdülhamit’ten öylesine nefret etmektedir ki ona ait her şeyi kendinden uzak tutmak için son günlerini geçirmekte olduğu odasının pencerelerini kapalı tutmaktadır.
Ticaret hayatına Yahudi ve Rumların egemen olduğu İstanbul’da Cevdet Bey, Fuat Bey’le birlikte iki Müslüman tüccardan biridir. Babasından devraldığı küçük oduncu dükkânıyla ticaret hayatına girmiştir. İstibdatla da bir sorunu yoktur. O, işlerini büyütmenin peşindedir. Şükrü Paşa’nın kızı Nigan Hanım’la mutlu bir izdivaç yapacak, Birinci Dünya Savaşı yıllarında karaborsada şeker ticaretinden epeyce zenginleşecektir.
Romanın ikinci bölümü otuz bir yıllık bir zaman dilimini atlıyor, 1936 yılından başlıyor. Romanın genelinden, Cevdet Bey’in ticari kişiliğinden de çıkarabildiğimiz kadarıyla Cevdet Bey sahnenin dışında olanlardandır. Yazar, bize Kurtuluş Savaşı’yla ilgili hiçbir şey söylemiyor. İkinci bölümde “Tek Parti” dönemini, yeni cumhuriyetin başkenti Ankara’yı ve kuruluş sürecinin ortaya çıkardığı yeni insan tiplerini ve elbette yeni dönemde Cevdet Bey ailesinin renklenerek devam eden serüvenini okuyoruz.
Romanın ikinci bölümüne “cumhuriyet kuşağı” diyebileceğimiz üç genç damgasını vurur: Rasticnag Ömer, tutunamayan Refik ve şair ruhuyla hiç de ilgisi olmayan bir noktaya savrulan Türkçü Muhittin. Ömer, yurt dışında eğitim görmüş parlak bir mühendistir. Balzac’ın ihtiraslı karakteri Rasticnag’a özenmektedir. Ancak Alman mühendisin dediği gibi “despot Doğu” görünmez yaslarıyla yerli Rasticnag olma düşleri kuran Ömer’e de baş eğdirmiştir. Ömer sonunda o dizginsiz düşlerini Erzincan’da bir çiftliğe gömmüştür.
Bu bölümde Cevdet Bey ailesinin öyküsünü daha çok varoluşsal kaygılarıyla öne çıkan Refik üzerinden öğreniriz. Refik, içindeki huzursuzluğa, yaşamındaki anlamsızlığa bir çözüm bulabilmek için baba evini terk eder, Anadolu’ya sığınır. Romanın üçüncü bölümünde anlarız ki Refik de ittihatçı amcası gibi kaybedenler kulübüne katılmıştır. Her şeyini, çok sevdiği eşi güzel Perihan’ı bile kaybetmiştir. Bu bölümde Cevdet Bey ailesinin ticari başarısı Cevdet Bey’in diğer oğlu Osman’ın maharetli ellerinde yükselmeye devam etmektedir. Cevdet Bey’in sulu göz kızı Ayşe ise kendi çevresinden iyi eğitimli, varlıklı bir gençle evlenir ve evlilik kurumunun içerisinde sıradan, sıkıcı bir hayat sürer. Ömer, Refik, Muhittin, Ayşe, Nazlı… Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yetişen bu gençlerden hiçbiri ideallerini gerçekleştiremez. Hemen hepsi pek de anlayamadığımız nedenlerle ideallerinden uzaklaşıp sıradan insanlara dönüşürler. Genç Cumhuriyet, bu hülyalı gençlerin düşlerine mezar olmuştur adeta.
Bu gençlerin yaşadıkları yer yer radikal değişimlerin arka planı, değişim süreci neredeyse hiç verilmemiş. Belki Refik ve Ömer’in öyküsü okurun kafasında daha oturaklı bir yer edinebiliyor. Ancak şair Muhittin birden bire sevimsiz bir Türkçüye dönüşüyor; evin huysuz, sulu göz kızı Ayşe Avrupa’dan döndükten sonra aile çevresinden şişman Remzi ile evleniyor ve neşeli bir kişilik oluveriyor. Bu ani, psikolojik arka planı olmayan değişimler okurda gerçeklik duygusunu örseliyor.
Romanın üçüncü ve son bölümünde sahneyi Cevdet Bey ailesinin üçüncü kuşak temsilcileri alıyor. Cumhuriyet’le birlikte “Işıkçı” soyadını alan ailenin Nişantaşı’nda başlayan serüveni, bir yanıyla da Cumhuriyet burjuvazisinin serüvenidir. Osman Işıkçı’nın oğlu Cemil Işıkçı artık bir fabrikatördür. Siemens’in Türkiye bayiliğini alan aile, bir ampul fabrikasının sahibidir. Türkiye iktisat tarihinde bu devre ithal ikameci aşama olarak adlandırılır.
Üçüncü bölümün en öne çıkan siması Ahmet Işıkçı, yine eğitimini Avrupa’da almış bir ressamdır. İttihatçı amcası Nusret ve babası Refik’ten aldığı bayrağı taşımaktadır. Yazar; Nusret, Refik ve Ahmet üzerinden modern aydının öyküsünü anlatıyor bize sanki. Köksüz, eklektik, çileli, tutunamayan, kafası karışık… Ressam Ahmet bir nebze daha kök salmış gibidir. Ancak hala naiftir, ışığı kendisine bile zor yetmektedir, halkın uzağındadır.
Nigan Hanım’ın ölümüyle roman biter. Cevdet Bey ailesi epeyce büyümüş, epeyce de yozlaşmıştır. Bunu Nigan Hanım’ın yalnızlığından, birbirlerini sürekli aldatan ama yine de evli kalmaya devam eden oğlu Osman ve gelini Nermin’in Nigan Hanım’ı adeta başlarından atmış olmasından, Nigan Hanım’ın bakıcılarının elinde bir oyuncağa dönüşmesinden anlıyoruz. Bu süreçte Nigan Hanım’a vefa gösteren tek kişi, Cevdet Bey ailesinin entelektüel damarını temsil eden Ahmet’tir.
Cevdet Bey ve Oğulları bir dönem, aile romanı. Yazarın kendi ailesinin öyküsünden de izler taşıdığı söylenir. Türkiye’nin son yüz yılını; İstanbul Nişantaşı çevresinde yetişmiş, Batıcı- liberal bir aydının gözünden, kaleminden okuruz romanda. Batıcı – liberal olarak bilinen bu çevrelerin dün olduğu gibi, bugün de Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet’e, sürecin öznesi Mustafa Kemal’e bakışı menfidir.
Yakup Kadri’nin Ankara romanı roman tekniği açısından Yaban ve Kiralık Konak’a kıyasla epeyce başarısız bir roman sayılmalı. Buna karşılık Cumhuriyet’in kuruluş sürecini konu edinmesi bakımından dikkate değer bir roman. Yakup Kadri gibi güçlü Jakoben eğilimler taşıyan bir aydının kurtuluş ve kuruluş sürecine bakışı ile liberal Orhan Pamuk’un bakışını kıyaslamak bakımından iyi bir örnek sayılabilir.
Ankara, Cevdet Bey ve Oğulları’ndan farklı olarak sahnenin içindekilerin romanı. Ankara da üç bölümden oluşur. Bu üç bölümü birçok bakımdan birbirine bağlayan Selma Hanım romanın ana karakteridir. İstanbul kızı Selma Hanım ve memur eşi Nazif Bey’le Kurtuluş Savaşı’nın en sıcak yıllarında Ankara’nın yoksul mahallerinden birinde karşılaşırız. Selma Hanım, savaşa fiilen katılmaktan korkan Nazif Bey’i terk eder, Milli Mücadele’nin gözünü budaktan sakınmayan bir subayına, Binbaşı Hakkı Bey’e gönlünü kaptırır. Son bölümde Selma Hanım; savaştan sonra iş takipçiliğine, komisyonculuğa soyunan, zenginleşen, zenginleştikçe soysuzlaşan emekli asker Hakkı Beyi de terk eder, Cumhuriyet’in aydınlanmacı ideallerini temsil eden yazar Neşat Sabit Bey’le evlenir.
Kadro dergisinin de içinde yer alan Yakup Kadri, dönemi tipik bir Kemalist aydının bakışıyla aktarır bize. Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’in aydınlanmacı ve kalkınmacı ideallerine yürekten bağlıdır. Yakup Kadri, bu ideallere Mustafa Kemal önderliğinde öncü bir kadronun rehberliğinde ulaşılacağını düşlemektedir. Tıpkı kahramanımız Neşat Sabit Bey gibi. Yaban’da olduğu gibi, Ankara’da da halk cahil, şekilsiz bir yığından başka bir şey değildir yazarın gözünde. “Sınıf” kavramından özenle uzak durur yazar. Ona göre Kemalist Cumhuriyet’te sosyal sınıflar, ezen ezilen ilişkisi yoktur ya da ihmal edilebilir bir şeydir. 1950’li yıllara gelindiğinde Yakup Kadri’nin ısrarla görmek istemediği sınıf gerçeği, tüm Kadrocular gibi onu da tasfiye eder. Yakup Kadri, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, Cumhuriyet’i inşa eden partisi CHP’den istifa etmek zorunda kalır.
Son roman – Ateşten Gömlek – gerçek kahramanların, sırtına ateşten gömleği geçirenlerin romanı. Halide Edip’in Kurtuluş Savaşı anılarını anlattığı Türkün Ateşle İmtihanı ile Ateşten Gömlek’te anlatılanlar birbirini tamamlar nitelikte. Savaşın içinde yer almış yurtsever bir aydının gözlemleri, tanıklıkları roman gerçekliği biçiminde sunulur okura.
Romanda olan biteni Kurtuluş Savaşı gazisi Peyami’nin anılarından öğreniriz. Peyami karakteri ile Türkün Ateşle İmtihanı’ndaki Onbaşı Halide arasındaki yoğun benzerlikler okurun dikkatinden kaçmıyor. İzmir’in yeşil gözlü güzel kızı Ayşe, İhsan, Cemil, Peyami, Bolşevik Ahmet Rıfkı ve daha niceleri vatan uğruna şehit düşerler. Cephenin diğer tarafında sadece işgal güçleri yoktur. Yurtseverleri ellerinde geçirdikleri yerde linç etmeye hazır saltanat ve hilafet yanlısı cahil yığınlar; Selime Hanım gibi İttihatçılara öfke kusan, kurtuluşu İngiliz mandacılığında arayan İstanbul sosyetesine ait kişiler; Ahmet Çavuş gibi saf değiştiren çeteciler…
Karadenizli cesur delikanlı Bolşevik Ahmet Rıfkı saltanat yanlısı köylüler tarafından şehit edilir. Sırtında bir iç çamaşırı bile olmayan bu adsız neferin yoksulluğu, cesareti, dürüstlüğü, kahramanlığı Peyami’yi derinden sarsar. Küçük köylü kızı Kezban da cephenin en sıcak yerinde dövüşmek için Binbaşı İhsan’a yalvarır. Birbirlerine duydukları derin aşkı kalplerine gömen Ayşe ve İhsan vatan uğruna gözünü kırpmadan ölümün üstüne yürürler. İzmir’i özgürleştirdikten sonra evlenmek için birbirlerine verdikleri sözün gerçekleşmeyeceğini iki kahraman da en başından bilmektedir.
Üç roman, üç aydın… Kurtuluş ve kuruluş sürecinde nerede durdukları bir bakıma döneme bakışlarını da belirliyor. Cevdet Bey ve Oğulları sahnenin bütünüyle dışında kalmış, kurtuluş ve kuruluş süreci ile arasına koyduğu yararcı mesafeyi bugün de koruyan bir kesimin romanı.
Ankara ve Ateşten Gömlek sahnenin içindekilerin romanı. Yakup Kadri, Halide Edip’e Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir roman yazmak istediğini, romana “Ateşten Gömlek” adını vermeyi düşündüğünü söyler. Halide Edip elini çabuk tutar, romanının adını da Yakup Kadri’den ödünç alır.
Edebiyat okurluğu kendimizi, yaşadığımız sosyal çevreyi, içinden geldiğimiz tarihsel sosyolojiyi, dünyayı yorumlamamıza; kendi varoluşumuzu bu bütün içerisinde üretmeye, anlamlandırmaya katkı sunar. Elbette ki bunu sanatın ölçüleri içerisinde, estetik değerleri dikkate alarak yapar. İyi bir romanda iyi bir okur; bol miktarda tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe, din, folklor bulabilir. Bu birikimi estetik bir tatla özümser, okunduklarından kendi yaşamına bilgi, deneyim, güzellik aktarır.
Üç roman, üç aydın aslında bugüne de önemli ölçüde ışık tutuyor. Bugün içinden geçmekte olduğumuz trajedinin, toplumsal travmanın arka planına dair de birçok şey söylüyor. Bugünkü toplumsal saflaşmaların köklerini, geçmişteki izlerini her üç romanda da bulmak olası. Cevdet Bey ailesinin Kurtuluş Savaşı’nın dışında olması bir yanıyla da sınıfsal bir tutumdur. Bolşevik Ahmet Rıfkı’nın yoksulluğu, vatan için kendini feda etmesi de sınıfsal bir tutumdur. Selma Hanım, Neşat Sabit Bey bütün iyi niyetlerine, yurtseverliklerine karşın sınıfsal bakıştan yoksun oldukları için yozlaşmanın dinamiklerini kavrayamazlar. Her üç romandan da kurtuluş ve kuruluşun az sayıdaki yurtsever bir asker – aydın kesimiyle yoksul halkımızın eseri olduğunu öğreniriz.
“Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” der Stendhal. Bu yaklaşım büyük ölçüde doğrudur. Okurken bir yandan aynadan yansıyanları izler, olan biteni anlamaya çalışır; bir yandan da bireysel ve toplumsal varoluşumuz arasındaki bağları kurarak kendimizi yeniden inşa eder, üretir; bir tür katharsise ulaşırız.