Havalimanına giden otobüste, pencereden dışarıyı izliyordum. İstanbul’un gözleri nemliydi, belli ki az biraz sonra bardaktan boşanırcasına ağlayacaktı. Ama üzerimde gideceğim şehrin güneşiyle ısınacak olmanın da rahatlığı vardı. Buranın bulaşık, insanı hasta eden rutubetli havasından bir süreliğine de olsa kurtulacaktım. Öğlen saatlerinin bu koca kente göre nispeten düşük yoğunluklu trafiğindeydik. Otobüs yolun rahatlığına kendini bırakmış kolayca gidiyordu. Ben de çok sevdiğim yazarlardan birinin romanını açıp okumaya başladım. Metne kendimi kaptırmış sayfalar üzerinde tam at koştururken sinir bozucu yetersiz bakiye sesiyle irkildim. Fakat odak noktamı bozmamaya çalışıp gözlerimi cümlelerin arasında gezdirmeye devam ettim. Kısa bir zaman geçtikten sonra insanı ifrit eden o ses yine kulaklarımda çınladı. Zihnim ne yazık ki bu sefer romandan uzaklaşıp dış dünyaya teslim oldu. Kafamı kaldırıp yetersiz bakiye veren kartın sahibini izlemeye başladım.
Karşımda boş akbiliyle ne yapacağını bilmez halde, bakışlarıyla yardım arayan genç bir kız vardı. İlk denemesinde belli ki yardım aldığı kişinin de bakiyesi yetmemişti. Acaba kiminki doludur diye araştıran gözlerle etrafına bakınıyordu. Kartımda yeterli paranın olmadığını biliyordum, istesem de ona veremezdim. O da yüzümden anlamış olacak ki hemencecik beni pas geçip yanımdakine sordu. Ne yazık ki bir karavana daha atıyordu, bakalım kaçıncı denemede başarıya ulaşacaktı.
Bundan sonraki olaylar bir Türk dizisinde geçse, seyircinin gazabına uğrayıp erken final yapardı. Sanki içinde bulunduğum araç bir kurmacanın parçasıydı. Bunca saçmalığa ancak böyle cevap verebiliyordum. Otobüs durakları ardı ardına geçiyor, insanlar sorunsuzca biniyordu. Tek sıkıntı, ona yardım etmek isteyenlerin yaşadığı yetersiz bakiye problemiydi. Belli ki adını bilmediğimiz genç kızın üzerinde bir lanet vardı ve bir şekilde bütün yolcuların kartlarını etkiliyordu. Gergin bekleyiş had safhaya ulaşmış, hepimiz ne olacağını merak ediyorduk. Poker suratlı şoförümüz de üstüne tuz biber ekercesine bu durumu görmezden geliyor, sorunu çözmek için ağzını bile kıpırdatmıyordu.
Duraklardan artık tek tük yolcu biniyordu. Trajedi aynı şekilde devam ediyor, kızın çaresizliği katlanarak artıyordu. Biraz daha vakit geçtikten sonra havalimanı yoluna girdiğimizi fark ettik. Önce içimizden hangisi sevincini belli etti, bilemiyorum. Ama aracı kullanan iskele babası haricinde hemen herkes, kısa bir süre sonra devasa bir mutluluk dalgasına kapılmıştı. Sanki şampiyon olmuş takımın taraftarları gibiydik. Büyük ihtimalle bir daha birbirimizi görmeyecektik fakat bunca gerilim üzerine yaşadığımız bayram havasını da hak ediyorduk. Bir otobüs dolusu yüzünde güller açan insanla birlikte bizleri bambaşka yerlere götürecek alana giriş yaptık.
İsmini dahi bilmediğim genç kız acaba gerçekten Londra’ya mı gidiyordu? Bunu öğrenmem mümkün değildi belki fakat düş gücümün o uçsuz bucaksız evreniyle birlikteydim. Onun hikâyesini paşa gönlüm nasıl isterse oluşturabilirdim. Araçtan inip güvenlik kontrolünü -hayatımda ilk defa- neşeyle geçtim ve buraya her geldiğimde mutlaka uğradığım dünyaca ünlü kafeye oturdum; şimdi latte macchiato zamanıydı. Sırtımı geniş koltuğun rahatlığına bırakıp çantamdan yazı defterimle dolma kalemimi çıkardım. Ve sayfaya Yetersiz Bakiye başlığını attım.