Sadece zaman geçirmek için mi yaşıyoruz? Her şey sıradan ve bir adım sonrasında ne yapacağımızı bilmiyoruz… Bir fincan kahve içmek, gazete okumak, ağır yük taşıyan karınca gibi sokakları arşınlamak… Yaşlı yazar daha ne ister ki? Masasına geçip parlak fikirler üretebilir, hoşnut olabileceği bir cümle yazabilir. Sonra“Sıradan Bir Gün” öyküsünde olduğu gibi…
*
Aynaya baktığında gördüğü kişi bir yabancı mıydı? İnanmayacaksınız ama her şey geçmişini unutmaya karar verdiği anda başladı. Aynada yetmiş yaşlarında bir adam gördü. Saçı sakalı ağarmış, dişlerinin çoğu dökülmüş, hafif sarı renkteki yanakları epeyce sarkmış… Tanıdık sayılabilecek bu yüze nedense uzun süre bakamadı… Sonra “Hayatın Anlamı” öyküsünde olduğu gibi…
*
Labirent’in içinde dönüp duruyor olsak; o sevmediğimiz gözlemciye, bilim insanına dair olanlardan başka doğru dürüst bir anımız olur muydu? “Ben kimim?”sorusuna verecek cevabımız… Sırf yürümekle, yatmakla geçen bir ömrü acaba nasıl anlamlandırmalı? Gözlemci bizi anımsar, laboratuvarına geri dönerse…
*
Korkut Kabapalamut’un “Sıradan Bir Gün, Hayatın Anlamı ve Labirent” öykülerini okuduktan sonra bende kalanlarla giriş yapmak istedim. Yazarın İthaki Yayınlarından çıkan ilk kitabı, on sekiz kısa öyküden oluşuyor. Hızla, bir o kadar da keyifle okuyacağınız düşündürücü öyküler bunlar. Alışılagelmişin dışında. Otobiyografik, fantastik ve distopik fabl diyebileceğimiz türden. Genellikle birer hayvan -at, böcek, karınca, tavşan- kılığında varoluşunu anlamlandırmaya çalışan ya da sorgulayan öykü kahramanları çıkıyor karşımıza. Alegori kullanılmış. Gerçeküstü sıçramaların görüldüğü öyküler olduğu gibi öykü benzeri kısa metinler de var.
Zira yazar bir söyleşide kendisini, klasik anlamda bir öykücü değil de bir cümle kurucu, bir cümle teknisyeni, bir cümle cerrahı olarak tanımlamıştır.
Modern hayatla birlikte insanların mekanikleşerek birey olma özelliklerini kaybetmeleri, yabancılaşma, korkular, pişmanlıklar, ikilemler, uçurumun kıyısında yaşanan insanlık halleri, isyanlar konu edilmektedir.
AT
Zarif kulakları, örülmüş kapkara yeleleri olan bir at, yatak odanızın tam orta yerinde dikiliyorsa… Oraya nasıl girdiğini tanrı ya da onun tek rakibi şeytan bilebilir ancak. Öykü kahramanı, kapıyı açar açmaz gürültülü biçimde tekrar kapatır. Biçimli, parlak göğsüyle son derece güçlü ve iri görünen at, boynuna asılı torbadan yem yiyormuşçasına başı öne eğik öylece durmaktadır. Anlatıcı bir eliyle kapı tokmağını tutarken, diğer elini korkunç bir tempoyla çarpan kalbine bastırır. Keşke rüya görüyor olsa…
Sorun çözmek istiyorsan onun sahiciliğini kabullenmelisin!
Sağ ayağını yere basınca bir gariplik hisseder ve ayağına baktığında günün ikinci büyük dehşetini yaşar. Ayağının olması gereken yerde yıpranmış bir at toynağı duruyordur. Öykülerde olur böyle şeyler… Kafka’nın kahramanı Gregor Samsa, bir sabah tedirgin edici düşlerden uyandığında hamam böceğine dönüşmedi mi? Gogol’un öykü kişisi aynaya baktığında burnunun olması gereken yerde kocaman bir boşlukla karşılaşmadı mı?
Mekân olarak yatak odası, salon, mutfakta geçen öykü birinci tekil kişi ağzından anlatılıyor. Ölüm, yitiş ve yeniden doğuş at metaforuyla imgeleniyor. İstenmeyen beden ve yaşamdan kurtulmak, yeni bir “ben” olarak var olmak…
–Destanlarda at, olağanüstü gücün simgesi. Dağları, dereleri aşar, kuş gibi havada uçar. Yelelerinin örülmesi, kuyruğunun uzunluğu, zarif kulakları, toynakları önemlidir. Er- Samır destanında, kahramanla atı aynı anda şekil değiştirmiştir.–
Anlatıcı, kendini gerçek zanneden bir öykü kahramanı olabilir miydi? Eğer böyleyse… Kaderi de yazarına bağlı demekti. Ya güzel bir atın sağrısına, mükemmel yelelerine sahip olacaktı ya da…
REFAKATÇİ
Yanı başınızda aralıksız olarak kulağınıza fısıldayan biri var ki… Sürekli düşünce üretir. Sizi beğenmez. Ne yapmanız gerektiğini söyler. Yaptıklarınızı, tercihlerinizi onaylamaz. Şeytan deseniz değil, bedeni yok. Kendi düşüncelerinizle onunkiler çarpışınca, tümüyle zihinsel felce uğruyor, bir türlü harekete geçemiyorsunuz. Didişmekten vazgeçse, korkutmasa…
“/… Ne olmuş yani görünmez biriysem? Bu beni deli ya da iğrenç bir hayalet mi yapar? Eğer sözlerim, önerilerim, görüşlerim her daim isabetli, işlevselse, sırf bedenden yoksun olmam, dikkate alınmaması, her lafı ağzına tıkılması gereken biri durumuna düşürür mü? Siz arkadaşımın sözlerine inanmayın. Benim iyicil, sürekli eşliğim olmasa bu yaşa gelemezdi. …Ben engellemesem şimdiye dek saçma sapan yayınevlerinden kaç başarısız, karanlık, rutubetli depolarda çürümeye mahkûm şiir, öykü, deneme, anı kitabı, kaç anlamsız roman yayımlatmıştı kim bilir.”
Yazarın ensesinde boza pişiren biri… Nasıl yazarız? İç sesimiz, ikilemlerimiz, ebeveyn ve yetişkin benlik çatışması… Duygu, düşüncelerin ön planda olduğu iki bölümde anlatılan bir öykü. Üst kurmaca. Kahraman ve tanrısal bakış açısıyla anlatılıyor.
YEŞİL CEKETLİ ADAM
Şu ana kadar yaşamış olduğumuz hayatı tekrar ve sonsuz kere daha yaşamak ister miydik? Seçimlerimiz, hatalarımız, aynı acıları hissetmek… Paniğe mi kapılıyoruz? O halde roman kahramanından gelen mektubu birlikte okuyalım. Yakarışlarına kulak verelim.
Muhterem yazar,
“/…Üzerimdeki yeşil keten ceketten, ağzındaki külü uzamış, eğrilmiş, ucuz sigaradan, kibarlığından başka anılmaya değer özelliği olmayan, bütün gün küçük, biraz da pis bir pastane salonunda pinekleyip sigara üstüne sigara, çay üstüne çay tüketen, düzenli bir işi, aralarında avunabileceği küçük bir ailesi, hatta tanrının büyük bir hak gözetirlikle en bahtsız kullarını bile yoksun bırakmadığı doğru dürüst adı bile olmayan biri.”
Profesyonel yazar, kahramanını hatırlamaz.
“/…Umarım soru işaretlerinden dev bir çöplüğe dönmüştür de zihniniz, zavallı bir gezegen gibi karanlık sonsuzlukta beyhude yere dönüp duruyordur. Dilerim, “Bu ‘Yeşil ceketli adam da kim, benden ne istiyor, neden böyle kinayeli kinayeli laflar ediyor, ne kötülük ettim ki ben ona?” gibi sorularla bunaltıyorsunuzdur kendinizi. Ben ki “ Nietzche’nin Bengi Dönüş” kuramına göre…
“Bir roman kahramanı nasıl olur da yaratıcısına mektup gönderebilir?”diye soruyorsanız kendinize… Bin bir güçlükle yarattığınız kahramanlarınız, kendi meşreplerince soluk alıp veriyor olamazlar mı?
Büyük Romancı Balzac, odasında hüngür hüngür ağlarken soranlara; çok sevdiği bir kahramanının az önce öldüğü, bu yüzden ağladığı cevabını vermiş zar zor.
Yazar bizim görmediğimizi gören insandır. Onun dünyasında bazen düşle gerçek birbirine karışabilir. Öyküde can verdiği karakterler sanki bir yerlerde yaşıyormuş gibi gelebilir. Kahramanlar istemese de yazarının belirlediği yazgısına boyun eğmek zorundadır. İnsanı araştırmaya yönelten özellikle öykücülerin okuması gereken öykülerden biri. Korkut Kabapalamut’un “ İyi kurulmuş bir cümleyi, dört başı mamur bir öyküye yeğliyorum.”sözünü doğrular nitelikte özenle kurulmuş uzun cümleler ve mükemmel dil işçiliği…
BÖCEK R137
Böcek R137 kendi halinde bir hayvandır. Teslimiyetçi, kolay kabullenen bir karaktere sahiptir. Kimseye zararı dokunmadığı halde, yine de çevresindekilere yaranamaz; davranışlarının, tercihlerinin yeterince sinsi, böceksi, karmaşık ve dolambaçlı olmamasıyla suçlanır.
Bir gün Başböcek tarafından çağrıldığını öğrenir ve paniğe kapılır. Bir saat sonra hazır bulunması gerekmektedir. Daha önce hiçbir lider böcekten davet almamıştır, Emirlere direnmenin tek kaçınılmaz yaptırımı, ağır bir kayanın altında ölünceye, paramparça oluncaya dek yavaş yavaş, çatur çutur ezilmektir.
Lider M616 zalim bir böcekti. Daha önce hiçbir liderin vermediği sayıda idam hükmü vermişti. Bu kadar sert davranmasına karşın suç oranları neden artıyordu? Konuyu sosyolog ve filozof unvanına sahip seçkin birkaç böcekle tartışmayı aklından geçirdiyse de…
Böcek R137’nin yirmi dakikası kalmıştı. Bu süre içinde en yüksek makamda, makam yuvalarının en görkemlisinde hazır bulunacak mıydı?
George Orwell’in “ Hayvan Çiftliği” adlı eserinde olduğu gibi, hayat düzeni hayvanlar üzerinden anlatılıyor. Üçüncü tekil anlatıcı. Mekân belirsiz. Kahramanlar gerçek kişiler değil. – Ayrıca, Rus Yazar Yevgeni Zamyatin’in 1920 yılında yazdığı “Biz” romanı ilk distopya örneğidir. Devlet içinde kişilerin bir adı yoktur, hepsi kendilerine verilen sayı ve harflerden oluşan birer kod taşırlar. Erkekler sessiz harflerle, ( D- 503 ) kadınlar ise sesli harflerle ( I- 330 ) temsil edilir.-
HİÇ YAZILMAMIŞ
BİR ÖYKÜ KAHRAMANININ
TRAJİK VE SÜRÜKLEYİCİ HİKÂYESİ
“ /… Öykü, insanın ya da başka bir canlının hatta belki de sıradan bir eşyanın başından ilginç, kayda değer bir şeylerin geçmesi, böylece o figürün bir süreliğine de olsa canlanması ya da öyleymiş gibi mutlu bir yanılsamanın kâğıt üzerinde ustalıkla, hünerle yaratılması türünden bir şey sanırım.”
Yazılmayı bekleyen öykü kahramanı, öyküyü böyle tanımlıyor. Onun tek istediği yazılmak. Gaddar yaratıcısına söylese de umursadığı yok. Kendisi olmazsa da başka bir yazar eninde sonunda ilgi çekici bulur, kâğıda geçirirmiş. O zaman işte olağanüstü maceralar yaşar, sevgilileri, belki de bıcır bıcır çocukları olurmuş.
Bu boşluğa ne zaman doğmuş olabilir?
Yazılmayı bekleyen diğer çilekeş karakterlerin seslerini yarım yamalak işitir. Bazen bir inleme, ilenme, bazen uzun bir iç çekiş, bazense delilere, bir zindana yıllardır insafsızca kapatılmışlara özgü, uzun marazi çığlıklar…
Sancılı yazma süreci… Öykücünün susmayan zihninde hangi karakter derdini anlatabilirse… Yaşanılan sıkıntıları öykü kahramanından öğreniyoruz. Ya kötü, sıkıcı şeyler yazan, iş bilmez bir öykücünün eline düşerse… Belki de en iyisi hiç yazılmamak, böylece gizemli olarak arafta yaşamayı sonsuza dek sürdürmek.
Kendi serencamını belirleyebilen bir öykü kahramanı var mıdır acaba?
“Benim öykülerim, bir cümlenin çağrışımları, doğal komşuları ve bunların toplamından ibaret metinlerdir.”diyen Kabapalamut, gerek biçimsel anlamda, içerik/konu, kurgu teknik bağlamında günümüz Türkiye’sinde ve dünyada yazılmış öykülere fazla benzetememektedir yazdıklarını.
Bir oturuşta okunabilecek kadar kısa öykülerin çoğunda koyu renkli mizah egemen. Sarkastik bir dil kullanılmış. Her cümle öyküye hizmet eder nitelikte. Modern bürokrasi içindeki karakterlerin gösterdiği döngüsel muhakemedeki ironi dikkat çekici.
Hayat bazen kum fırtınası gibidir, döner döner yön değiştirir ve aynı şey tekrarlanır durur. Çünkü o fırtına bizim içimizdedir.