Eylül ayının sonuna doğru, yağmurun toprağı ve yaprakları çok sevdiği o bitmek bilmez sonbaharda, perdenin arkasından usulca baktın sokağa. Kaldırımlar, yollar, kiremitler sırılsıklam olmuştu. “İyi ki evim var!” dedin içinden, böyle havalarda hep aynı düşüncelere kapılırdın, aynı düşünceler! Ne zaman sokakta yalnız yürüyen birkaç adam görsen hemen onları evsiz barksız ilan ederdin. Ailene bağlıydın, üniversitede okuyan bir oğlun, iki kızın vardı. Karın, içeride mışıl mışıl uyuyordu. Şimdi, ona sıkı sıkı sarılıp çatılardan düşen yağmur damlalarının sıcaklığıyla rüyalara dalacaksın.
Sabah, kahvaltı masasına oturdun, bir ipin peşinden koşmuştun düşünde, bilmediğin sokaklarda, elinde bir poşetle yürüyordun, tramvaylı bir sokaktı, oysa tramvay olan bir şehirde hiç yaşamamıştın. Oğlun, “Bu hafta finaller başlıyor, fotokopi ve öteberi için biraz paraya ihtiyacım var!” deyince döndün düşünden. Karın, avucunda tuttuğu parayı uzattı ona. Son lokmaları hızlı hızlı atıştırıp çıktınız. “Söylediklerimizi unutma! Cebinde adres var!” diye bağırdılar arkandan. Pazar alışverişi, yürüyüş, torun bakıcılığı yoktu bugün, kahveye doğru yürüdün. Akşam yağan yağmur, sokağı temizlemişti. Bir yetmiş boyunda; zayıf, esmer, çıkık elmacık kemikli, kırma topuklu ayakkabılarınla yaşını başını almış bir çocuğa benziyordun, adın Mehmet’ti. Bu zayıf olma meselesini çok kafana takıyordun. Kendine göre takım elbise bulmakta zorlandığın için insanların hep sana bakıp güldüğünü düşündün! Ne varsa içine attın, devamlı karşındakinin ne düşündüğünü anlamaya çalışmaktan hayatı ıskaladın. Kahvenin kapısından girdin. Çay, talaş ve zift kokusu geldi burnuna, kimseler yoktu, ışık alan bir masaya oturup çay istedin. Yan masadaki gazeteye uzandın, ilk sayfadaki habere baktın tebessümle, hiçbir şey okumadan bıraktın, çünkü haber yerine iki çıplak kadın, bir de günün şiirini koymayı uygun görmüşlerdi! Çayını yudumladın, tanıdık birileri yoktu, randevuna iki saat olmasına rağmen, sokağa çıkıp yürümeye başladın. Dolaştıkça ferahladın, dolmuşa bindin. Radyoda klasik müzik çalıyordu. Arka koltukta oturan yaşlı bir kadın, geçmekte olduğunuz yerler için, “Buralar bostanlıktı! Biz annemle gelirdik, hey gidi günler hey!” dedi. Şoför de ortak oldu muhabbete. “Biz buralara bıldırcına gelirdik, oraya gitmeyin salatalık çaldığınızı düşünüp vururlar sizi derlerdi! Sen düşün abla! Şimdi etraf binadan geçilmiyor, adım atacak yer yok!” dedi, güldüler! Anlatılanları dinledin, birkaç kelime de sen söylemek istedin; sustun, tam konuşmaya başlayacakken sustuğundan, aklından geçenleri hep bir başkası söyledi. Babanla, çocukken yürüdüğün ağaçlı yola baktın, sohbet devam ediyordu. Birisi para uzattı, bir parfüm kokusu gelip geçti. Ön koltukta, yanında oturan adam, zayıf bacaklarına baktı! Sıkıldın. Bu bakışlardan hiç hoşlanmazdın, epey yolun vardı, inmek istedin, sohbet yarım kaldı. Araç yavaşlayıp durdu. Şoför, sanki asıl işi bu değilmiş gibi sinirlendi. Binalara bakarak yürüdün. Gökyüzüne baktın, dere mahallesinde beş altı evin bacası tütüyordu. “Sobalar kurulmaya başlamış!” dedin, içini bir sevinç dalgası doldurdu. Eski, köhne bir fırının camekânında, erken saatlerde yapılmış, buruşmuş peynirli pideyi yağlı yağlı yemek istedin, için kıyıldı, kolesterolün geldi aklına! Böyle hayaller kurmaman gerektiğini hatırladın. Valilik binasının önünde, “İşte sanat bu!” dedi, güzel bir kadın, “sanat bu!” aldırmadın. Daha zamanın vardı, dolaşmaya devam ettin. Bir pasaja girdin. “Aklın sana bazen oyunlar oynamaya başlar!” demişti doktor. Camları buğulu, küçücük bir dükkânın önünde durdun, bir adam yemek yiyordu, elektrik süpürgesinin artık zor bulunan torbasından iki tane alıp çıktın. Karın, “Neden daha fazla almadın diyecekti!” olsun! Tabakhane Köprüsü’nden yürüyerek merkeze ulaştın. Biraz daha dolaştıktan sonra Terzi Cemil’in, dev binalar tarafından kuşatılmış, ezilmiş dükkânına vardın. Vitrindeki top top kumaşlara, takım elbiselere göz attın. Şık giyimli, yakışıklı manken fotoğrafları yapıştırılmış kapıyı açtın, zil öttü, dükkân karanlıktı, terzi, adam ve küçük bir çocuk dönüp sana baktı, hepsi havasızlıktan bunalmıştı. Ağzında toplu iğne, elinde makasla prova alıyordu Cemil. Seni görünce şaşırdı. “Erken geldiniz!” dedi. “Evet öyle oldu biraz!” diye cevap verdin. Prova aldığı adama kapalı yeri gösterirken, çay söyledi sana, yavaş yavaş oturdun. Çocuk, kocaman gözleriyle takip etti seni. Hiçbir şey söylemedin, zamanın da bu kalabalıklar gibi tükenip bittiğini düşündün. Telaşla koşturan, bir yerlere yetişen, hastalanan insanlar geldi aklına. “Neden sormadan, sorgulamadan yaşayamıyorum!” dedin, “Neden!” Etrafındakiler; doktorun, çocukların, “Yaşa işte diyorlardı çok düşünme.” belki sırf bu yüzden düşüncelerini kimselere açamıyordun. Çayını yudumladın, vitrindeki kumaşlara, sohbet edenlere, el ele yürüyen çiftlere bakıp eski günlere gittin, eski, güzel günlere, ya yeni günler! Perdeyle prova odasına dönüştürülmüş küçük yerin ardından gelen sesleri dinledin!
“Yahu! Cemil!” dedi adam. “Geçen yaz yaptığın o takım elbise çok iyi olmuştu yauv, bu sefer ceketi iki düğme yap! Paça boyu da biraz daha kısa olsun!” Sanki, ağzında yemek varmış da onu yutmak isteyip yutamamış gibi çıkıyordu sesi. Çayından bir yudum aldın, perdeyi kaldırıp gelen müşteriyle terziye baktın. Adam, oldukça şişmandı. “Bu adama ne kadar kumaş gider acaba!” diye düşündün. Adamın ölçüsünü aldın aklında, kendi zayıflığınla kıyasladın. Adam, bağırarak konuşuyordu. Parası olanlar çok konuşur bunu hiç unutmazdın, her şeyi unuturdun, herkesi, bütün adresleri, bütün telefon numaralarını unuturdun ama bu sözü unutmazdın. Kimin sözüydü? Çok eskileri hatırlıyor, en basit şeyleri çıkarıyordun aklından, bunu da söylemişti doktor. Adam göz ucuyla baktı sana! Kocaman kütlesiyle suya düşmüş, havayı kesiyor gibiydi kolları. Çayını yudumladın, ne zaman sıranın sana geleceğini düşündün. Edilen lafların tükenmişliğinden anladın işin bittiğini. Tezgâhın arkasında duran Cemil’e diktin gözlerini. Şişman adam, çocuğunun elinden tutup, terziyi selamlayarak çıkıp gitti, son kez baktılar sana!
”Eveeeeet!” dedi, Cemil, tam iki saattir bu adamla uğraşıyorum. Hem takım elbise dikiyor hem dert dinliyorum. Bu adam var ya, bu adam müteahhittir! Para bildiğin bok! Canı sıkıldıkça gelir anlayacağın, anlatır da anlatır. Eeee dinlemezsen olmaz!” diyerek anlatmaya başladı! Dinlemek ister misin diye sormadı. Aklından geçenleri, insanlara neden anlatmadığını daha iyi anladın, anlatmak biraz da kendini ele vermek demekti. Urasowski’nin sözüydü bu! Terzinin konuşmalarını dinlemek zorundaydın, birisi bir şey anlatırken onu dinlemek lazım gelirdi ama sen hiç böyle güvende hissederek konuşmamıştın kimseyle. “Amma da kilolu adammış, bu adama ne kadar kumaş gider acaba?” diyerek geçiştirdin lafı, sesin cılızdı, duymadı terzi, belki böyle bir cümle ağzından hiç çıkmadı.” Para çoksa, paran eğer boksa, şişersin böyle! Mübarek balon balon!” dedi Cemil gülerek, yanındaki poşete baktı. “Şimdi beyefendi; sizinle yılda, iki, üç kez prova yapıyoruz. Geliyorsunuz, bekliyorsunuz, zahmet çekiyorsunuz! Eşinizle de konuşmuştuk, malum sağlığınız çok önemli! Yani demem o ki, siz istediğiniz kumaşları bana söyleseniz, ben de size o ölçülere göre takım elbiseler diksem, nasıl olur? Poşette ne var acaba?”
Oldukça meraklı ve hemen cevap ister gibiydi sesi. “Olur tabii ama!” dedin, yanındaki poşete baktın! Unuttun poşeti, poşetin içinde ne olduğunu! Bir süre durdun öyle, tezgâhın arkasından panikle çıkıp geldi yanına terzi.
“Yani böyle yapsak daha iyi olmaz mı?” dedi, çenesini kaşıyarak, “Bu poşet sizin değil mi?”
Doktorun söylediklerini düşündün, ceketindeki adresi. Sokak kalabalıktı, bir adam küfür etti yanındakine, bir çocuk anne diye ağladı. Sıcak simit kokusu geldi uzaklardan. Bir araba egzozunu bağırtarak geçti. İki damla yağmur düştü eşiğe, eski köprünün üstünde kuşlar uçtu, bulutlar toplanıyordu. Pasajın merdivenlerini yavaş yavaş tırmanmıştın, kitapçının önünde eski, hiçbir zaman alınmayacak kitaplar vardı. Çaycı, çay tepsisiyle hızla geçmişti yanından, bir tanıdığı görmüştün, ya da birine benzetmiştin, film satan dükkândan bir genç çıkmıştı, bir kadın çocuğuna öyle yapmaması gerektiğini söylemişti, aklında bitmek bilmeyen sorular vardı, kahvenin önündeydin, buralar hep bostanlıktı, ağaçlı yolda babanla yürüyordun, bir rüya görmüştün, bir ipin peşinden koşmuştun, kavga çıkmıştı, telefoncuda çalışan çocuk sana çarpmıştı, buğulu küçücük bir dükkâna girmiştin, adam yemek yiyordu…