Ramazan
1.Bölüm
“Diyojen Bar”
Deli koymuşlar adını. Deli bu diyor, Ramazan demiyorlar veya Deli Ramazan. İlginç şey. Halbuki ben Ramazan’ın deli deli hallerini çok severim. Deli dediğim tüm perdeleri sökmüş bir ruh, kimseye zarar verdiği duyulmuş değil böylesinin. Delinin neye benzediği kimseciklere sorulmamıştır ayrıca, bakarsan bu da bir deli işi, seçmece… Hocalara sorsan deli deme, akıl hastası veya sinir hastası, kafadan hasta yani, üşütük. Bana kimsenin sorduğu yok ya Ramazan’daki olsa olsa güçlü bir adalet duygusudur. Bunu ilk fark ettiğimde tersanenin buzhaneye çıkan taş yokuşunda bir köpek arıyordu. “Ankaralı hişt, ne dolanıyorsun.” Bu bir soru değildi. Kimin ne dolandığına meraklı biri de değildi. Karşılaştıkça seni ve kendini eskiten, onu görmemezlikten gelmene alıştıran bir selam keşfetmişti veya insanları kendi etrafında dolanıp durmağa mecbur eden bir şehrin marifeti mi demeli. Ne dolanıyorsun. Ne olsun, seni anlatıyorum. Bütün gün inatla arayıp bulduğun köpeği nasıl ısırdığını. Neymiş, o da onu ısırmış.
Ramazan böyleydi işte, sarsılmaz ve yoruma kapalı bir eşitlik içinde yaşamayı erdemli ve doğasına uygun bulurdu. Babasının sol kulağını kazanda kaynatıp yılanlara yedirmişti. Annesi adına kurulmuş bir adalet sofrası. Kız kardeşinin kocası Yusuf’u da bu sebeple sevmezdi. Ramazan’a deli lakabını -bu tip garip olaylar sonrası- o eniştesi olacak tesviye suratlı takmıştı çünkü. Esrardan sararmış yüzünü örten saçlarıyla şeytan çarpmış bir keresteye benzer Yusuf. Tesviye Yusuf! Nasıl becerdi de Banu’yu, o dünyalar güzeli kızı, memesini sıktığım ilk kızı, o ışıl ışıl yanan gözleri nasıl oldu da evlilik hikayesine ikna etti ve sonra nasıl oldu da birine lakap takabildi, bir türlü anlayamıyorum. Kaldı ki şu hayatta övünebileceği yegâne meziyetleri bunlar, ağabey kardeşi heba ettiği bir sıfat ve bir soyadı. Evlenebilenler ve lakap takanlar bir biçimde el üstünde tutulur bu şehirde. Bekarlar ve lakap takılanlarsa şehrin sidik kokan köşelerine kaçar, balığa çıkamaz olur, ne balık ne kale dibi işleri, tersane… Yerlisi turisti, kimsenin umurunda bile değiller, ayrıca memesini sıktığım ilk kızdır Banu, söylemiş miydim, sır değil ama zaten çok önemli bir faaliyetmiş gibi anlatmaya da lüzum yok, yok çünkü abisi Ramazan’ın da memesini sıkmışlığım vardır.
Ramazan’ın yedi göbek sülâlesi balıkçı olduğu halde, onun bir defa olsun denize girmediğini öğrendiğim bir haziran sonu olmuştu bunlar. Limana dizili çay bahçeleri içinden iskeleye doğru hızlanıp köfteci tezgahlarının bittiği kale dibinden konak meydanına yavaşlayarak çıkıyor, sanki bir yere yetişiyor, nereye gittiğini biliyor gibi inip çıkmaktan ufak ufak yoruluyordum. Kendimi şehir kulübünün önündeki paralı tuvalete attım. Plastik kapılardan biri hariç hepsi açıktı ve hangisine gireceğimi bilemeyerek pisuara işedim. Ayna karşısında oyalandım sonra, saçımın ortasından kurtulan bir teli jöleli başıma geri soktum mesela. Sabunluğa dokunmayı içim almayınca elimi ıslatıp pantolonuma sürdüm, gururla taşıdığım Dexter’larımın bağcığını çözüp geri bağladım, gömleği kaldırıp göbek deliğimde biriken yünü yuvarladım, burnumdaki siyah noktalardan birini sıktım derken plastik kapıların tek kapalı olanı birdenbire aralandı ve önümde boşa akan fayans musluğunu bastıran tanıdık bir ses duyuldu. Ramazan’dı bu, Deli Ramazan. O köse yanaklarını sarmış biçimsiz kırmızı öbekleri büyütüp bir şanlı bayrağa benzeten kocaman bir gülümsemesi vardır Ramazan’ın. Onu tanıdığım ilk günü hatırlamasam da o gülüşü bir ömür hatırlayacağıma eminim. Söylemeye çekiniyorum ama ancak bir deli böylesi içten gülebilir. “Yavaş Ankaralı, aynayı çatlatacaksın…” Saatlerdir tanıdık bir yüz arayan ben değilmişim gibi başımı eğer olmuş, cevap vermemiş, elimi tekrar suya sokmuştum. Ramazan ise yanımdaki lavabo yerine odanın bittiği duvara vidalanmış son aynaya eğilmişti. Pek sıcak karşılanmadığını anlamış olmalı geçiştirebilmem için o meşhur selamını verdi. “Ne dolanıyorsun?” İtiraf edeyim ki, Ramazan’dan her şeyi beklerdim. Enseme bir tokat denemesi, elini kırarım, kıçıma bir tekme, hayatta tutturamaz, bir pandik, göt ister. Fakat Ramazan’dan aradığım kişinin o olmadığını anlamasını asla beklemezdim. Bir de deli diyorlar buna işte. “Hiç, Gamze’lerle takıldık, şimdi iskeleye geçelim dediler de bilemedim ya…” Gamzelerde kıtlık vardı oysa. Kimseyi görememiş ve bu kısır mı kısır “günlerden neydi” akşamını bitirmeye, yolda kafamı kaşıyarak saçımı bozmaya, eve dönmeye hazırdım. “Sıkılmıyor musunuz olum her gece aynı muhabbet, gel seni Diyojen’e sokayım.” Diyojen, Sinop’un en havalı mekanıydı. İçeride çalan müziği Ankara’da ancak birkaç sene sonra falan duyardınız. Ramazan’ın da yaşı tutuyordu. “Bir bira içer gidersin olum, gel.”
Para suyunu çekene kadar Diyojen Bar’da içmiş, Banu Ramazan’ı toplamaya gelince de aklı bozmuş, mobiletlere asılıp eve sürmeye karar vermiştik. Diyojen’den çıkarken başımı çevirip içeri son bir defa daha baktığımı hatırlıyorum. Bir sene evvel, gündüz gözüne, kapıda kimse dikilmiyorken girmiş, bira söylemiş, ancak kola içebilmiştim. Rasta saçlarıyla sevişmeye hazır kılıklı biri, barmen olduğunu sanmıyorum, al sana bira diyerek uzattığı kola şişesiyle kalbimi kırmıştı. Şimdiyse on dört biralı adisyona bir reggae parçası kadar canlı dört yirmilik bırakmış ve önümde şehrin en çılgın kardeşleri, çayıra vurulmuş bir İngiliz tayı gibi yürüyordum. Ramazan’ın deyimiyle o gavşamış ortamı ve imanı gevremiş DJ’i kendi kaderine bırakıyordum.
2.Bölüm
“Stat Yolu”
Ramazan’ın elini gazdan çektiği anlarda “Bu sıfır Ankaralı… Ankaralı…” diyerek yeni aldığı mobiletin tepesinde sekip bağırdığı duyuluyor, çıkardığı gürültüye Ankaralı birileri girip çıkıyordu. Bense diğer mobiletin arkasında Banu’ya korktuğumu belli etmeden nasıl sarılacağımı bilememiş, elimi omzuna koymuştum. Ramazan’ı Nokta durağından stada saptığımız yerde sadece bir kırmızı ses olarak görür olmuş, çıkardığımız egzoz dumanıyla da iyiden iyiye kaybetmiştim. Bu yol stada kadar karanlıktır ve kimi geceler insanın ödü patlar. Yolunu şaşırmış domuzlar, içlerinde bir bağırtı, zırlayan dükkân kepenkleri, hırlayanı da mevcut, hele o boy boy tilkiler, inse cami duvarından… Oysa bu yamalı asfalt, el değmemiş arka denizin beri yakasından mısır tarlaları, güneşe durmuş ay çiçekleri, Sütçü Ninenin saldığı inekleri, eğri çatılı kümesleri, çilli horozları, dünyanın huzuruna uzanan sarı, yeşil mavi bir masal gündüzleri. O zaman ise, gündüzle geceyi siliyor, Ramazan uzaklaştıkça şehrin köşeleri farklı bir kıvrım alıyor, başka bir maksat arıyordu. Banu’nun motoru yavaşlatıp kenara fırlattığı o zifiri karanlığa rağmen etraf lacivert bir çarşafla örtülerek kusursuz yüzünü aydınlatmış, yumurta yazılı biri suntayı orta yerinden çatlatan belimi sarmıştı. Banu’yla daha önce de yüz yüze sürünmüş, heyecandan su içinde kalmıştık ama bu başkaydı. Elimi ilk defa gömleğinden içeri sokmaya cesaret etmiştim. Sutyenin içinden avcuma fırlamış sağ göğsünü öyle sıkmışım, ah, dedi. Dudağımı ısırıp “ah” demeyi nasıl başardı, yaslandığı ağacı geri iterek nasıl açtı o boşluğu ve mobiletin tepesine nasıl bindik tekrar… “Anlayacak, atla!”
Motordan yola dağılan seslerde bir ritim mi vardı? Banu’nun gülümser çehresinde okşanıp öpülmeye doymayanlar, geçtiğimiz sokak düğünü ve bitiştiği lastikçiye vuran ışıldaklar, neşeli çocuklar -durma rüzgâr- ağaçlara çekilmiş lambalar, aydan inmiş çakılları zıplatıp söyleten köpekle aittir titreyen yanaklar ve motordan yola dağılan seslerde bir ritim mi vardı’lar…
Don’t worry about a thing
‘Cause every little thing gonna be all right
Singin’: “Don’t worry about a thing
‘Cause every little thing gonna be all right!
3.Bölüm
“Kapı”
O zamanlar yaşadığımız ev, stat yolundan deniz gören kapısız bir apartmanın en üst katındaydı, beşinci kat, dokuz numaralı daire. Apartmanın aksine evin bir kapısı vardı ama kilidi yoktu, anahtarı da yoktu haliyle, omuzlayarak açılıyor ve kapanıyordu. Neşelenelim diye anlattığım bir yalandı bu. Ramazan’ın, tüm Ankaralıları beleşe memur sülüklere benzettiği bir anda uydurmuş olabilirim. Beşinci kata çıkıp kapıya çakırkeyf dikildiğim ve cebimdeki anahtarı çıkaracak olduğum o saniye Ramazan’ın kapıyı omuzlamasına sebep olmuş da olabilirim ve hatta kilitten kopan bir metal evin antresine yuvarlanınca has siktir diyen de ben olabilirim. Babam ağzıma sıçacak. Neyse ki babam, hangi akla hizmet antrenör yaptıkları bilinmez Sinopspor otobüsüne kardeşimin çapraz bacaklarını son saniye gölü gibi fırlatmış, beni birkaç günlüğüne özgür bırakmıştı. O külüstür otobüs, bayraklar ve korna sesleri eşliğinde ayrılırken şehirden aklıma hep annem gelir, denizden topladığı taşlar, mor beyaz… Şu kapı ve çarpıp döktüğü duvarda onun mutluluktan ağlayarak sürdüğü boyadan geriye ne kaldı… Yerde çığlık çığlığa sürünüp dağılan şu kilitten kopanlar ve Banu’nun mor beyaz dudakları, birkaç saatliğine çıkacak gürültü. Ağzımdaki tadın yalandıkça kasıklarıma indiği o birkaç dakika uğruna sahip olduğumu sandığım her şeyin yabancı bir omuzla parçalanmasına razı duruşum ve razı geldikçe annemin yumurtalıklarına saklanıp, dünyanın en yalnız insanı oluşum.
Banu te o zamanlardan Yusuf’a yanık, kapı mı kırılmış, yarılsın, duvarın sıvası mı dökülmüş, dökülsün. Banu te o yarıklardan Yusuf’a dökülmüş, sebebi belirsiz. Biliyorum aslında. Cennetten kopmuş bir kara parçası olmasına aldanmamalı, Sinop bir ölüler diyarı. Kimsenin kabahati değil. Bu şehrin büyüyen bir donukluğu var. Dilimin altına bozuk para koyulan yaşlarımda dahi bunu hissediyordum. Keşke burada yaşasak, Ankara’da her şey birbirine çok yakın, diyordum. Kimse anlamıyordu beni. Ne demekti bu? Ne demekse o demekti. Bir şehirde hayat akıyorsa, sürükleniyorsun. Ne kadar direnirsen o şiddetle akıyor. Otomatik. Sinop’taysa tersi. Ne kadar duruyorsan o şiddette kuruyorsun. Bir yaprak gibi. Bundan daha muhteşem bir şey var mı? Yusuf gibi, Banu gibi… Ama Ramazan direniyor. O direndikçe kale duvarına çarpılıyor, yıldız alıyor vuruyor… ne onun adaleti ne bedeni dayanacak. Banu duruyor, Yusuf’a duruyor. Yusuf namaza duruyor, cemaat avluda duruyor, köpekler Ramazan yoksa hep aynı gölgede uyuyor. Benim gibilerse şehrin dişsiz köpekleri. Kudurup sökülen dudakları kale surlarınca, stat yolunca, kapı ağzınca mühürleniyor. Benim gibilerse yaz aylarının susamsız simitleri. Kabarıp kalkan eti kale surlarında, stat yolunda, kapı ağzında sönüyor.
4.Bölüm
“Balkon Penceresi”
Dolaptan çıkan yarım rakı ve plastik sürahi, yarım tekerlek Sinop peyniri ve yarım karpuz sanki salondaki masanın köşesine gelişigüzel bitiştirilmemiş, zevkle donatılmış esaslı bir sofraya benzemişti. Tabi nereden baktığınıza bağlı. Sofraya mesela, hiç bakmasanız daha iyi, sadece Banu’ya bakın. Onun küt küt atan yüreğine bakın. Tekrar toplamak için çözdüğü saçlarına, siyahına, demet demet parlayan o yemyeşil gözlerine. Fakat mümkün mü, ev sahibiyseniz yarım yamalak bakmanız beklenir. Banu’nun kadehimi tazelerken sorduğu soruya pek uygun. “Her şey yarım madem, kâfi mi?” Banu haklıydı ve ne güzel bitirmişti “kâfi mi…” düşününce, nemelazımcı Ramazan’la beni toplasan ancak bir insan ederdik, kâfi mi? Evdeki her şey yarımdı ya gerçi… Salonun duvarlarına asılı yağlı resimleri, annemin kurutup çerçevelediği çiçekleri ve birkaç aile fotoğrafını indirdik indireli her ses yankı yapıyor, sözcükleri dahi boğup yarım bırakıyordu. Ev bu haliyle bir yuvadan çok boyacısı kaçmış bir mescide benziyordu. Bu evden taşınmak üzere olduğumuzu, orman yolunda bir siteye gittiğimizi anlatmak istemedim. Hayatımızın tam da böyle, bir anda boşalıp bizi birer sözcük kadar kısalttığını ve öyle kolayca duvardan duvara çağırıp boğduğunu bilsinler istedim. Ya da sadece uydurukçu bir sarhoştum, pardon yarı sarhoş. Sessizce rakısını içen biri değildim asla. Neyse ki arada bir mutfak tezgahıyla buzdolabı arasında kulağını emdiğim biri vardı. Böyle olunca dünyanın içinde gezen o komik insanlardan olurum. Kâfi.
Diyojen’deki Jamaika ezgilerine ve onca biranın üstüne evde çevirdiğimiz rakıya tatlı bir muhabbet eklenmişse de zamanla yavaşlamış, bir oraya bir buraya sara döne teypteki Ahmet Kaya misali tekrara düşmüştü. Ve tuhaftır, bu bende gecenin karşı konulmaz çöküşüne bir ad verme isteği uyandırmıştı. Stat yolu ipsizleri. İpsizlerden nemelazımcı Ramazan bir hafiye gibi etrafına bakar olmuştu. Banu’nun sırtına sardığı pike bunlardan yalnızca biriydi. Ben de çaktırmadan Ramazan’ı kolluyordum. Michigan şapkamı ters takmış, ağzımı büzmüştüm. Bir yandan onu inceliyor bir yandan da saçlarımın şapkadan şakaklarıma doğru inip inmediğini yokluyordum. Muhtemelen çok iyi görünüyordum çünkü son bir saattir yüzüme bakmayan Banu ağzımdan çıkanlara gülümser, gözlerini üstümde parlatır olmuştu. Ya da sadece bir hayalciydim, pardon yarı hayalci.
“Şu saçlarını içeri sok.”
“Neden.”
“İçeri sok dedim sana.”
Banu’yla masayı balkona taşırken denizi gökyüzünden ayıran çizgiye tek tük balıkçı kayıkları girdiğini hatırlıyorum. Ve o yarı baygın denizin kayıkları ayrı apartmanı ayrı salladığını. Epey gülmüştü bu dediğime, nesi komikse.
“Banu, şu kayıklara baksana… bakmaya devam et, birini seç ona bak, sanki onlar değil de biz sallanıyormuşuz gibi olmuyor mu”
“İyi gelmiştin son yuduma kadar ama…”
Gerçekten iyi gelmiştim son yuduma kadar. Haklısın, dedim ve bir süre boyunca, nihayet alçalan rüzgârın İnceburun’dan mor ışıklar saçarak uyanan güneşe açtığı o kıpkızıl yeri seyrettim. Tuhaf ve sessiz bir gösteri bu dediğim. Öyle bir anda olmuştu her şey. Kumsalın dibindeki çalılarla ağaçlar ve tüm diğer canlılar ite ite adeta birbirini uyandırıyordu. Muhteşem bir gösteri. Ramazan gibi, mübarek olan değil ama, deli olan. Salonun balkona açılan penceresinden sarkıttığı koluyla masaya değiyor, değdikçe de boş dönmüyor, peynirden kalan kırıntılar, karpuz kabuğu, ne yakalarsa kemirip gövdesini pencereden gerisingeriye itiyordu. Hayatta kalma içgüdüsü, bir tür yolluk, yoksa mutfaktan sofraya tabak taşıyana dek Ramazan masada kalanı süpürmüş, bünyesindeki her hücreyi adamakıllı beslemişti çoktan. En ufak bir gıda ihtiyacı kalmamıştı. Somyaya kaykılıp sızacağı hayalinden de işte tam bu sesler eşliğinde vazgeçmiş, hatta işi abartıp çıkardığı şapırtı şupurtudan ciddi bir can sıkıntısı duymuştuk. Muhteşem bir gösteri!
“Masayı ye gel.”
“Ağzım şap şap ediyi Ankaralı…”
Bir cin boşanmıştı içimden ve onun ikide bir Ankaralı demekten, her konuyu boş gevezeliklerle piç etmekten şişmiş dilini kesmek istiyordu. Cinime kalsa yapılacak ameliyat belliydi belli olmasına ama uyumamış olması dışında ne suçu vardı Ramazan’ın? Onun elleri de yalnız uykusuzlara ait o zarla kaplı değil miydi? Stadın o yemyeşil çimleri üstünde bir kaleden diğerine çıldırmış gibi koştuğumu hayal ettim o an. Ne zaman uyku tutmasa sabahın ilk ışıklarını bekler ve stada koşardım. Artık yapmıyorum. Dilin çıkana, Ramazan’ın deyimiyle ağzın şap şap edene kadar koşup kendini sahanın ortasına bırakınca, herkesin bildiği bir genişliğe tek başına yerleşince, için dışına çıkıp da kendini bir şeylerin ortasına bırakınca oluyor, sana en yakın yerleri nasıl işgal ettiklerini fark ediyorsun. Ruhun bütün tribünleri dolu. Ramazan’ın midesi gibi.
“Ramazan, sana olağanüstü, çok çok farklı bir sorum var. Seni askere niye almadılar?” Ramazan bu gereksiz şakayı ilk duyduğunda böyle irkilmemiş, hatta gülmüş ve anlatırız bile demişti. Ne pencereden sarkan kolunu içeri çekmişti ne de kımıldanıp durmuştu. Oysa aynı soruyu bu üçüncü soruşumdu. “Ankaralı biz sana neden senin sikin küçük diyor muyuz?” Keşke sorsaydı, bunu ben de merak ediyordum doğrusu. Elini yüzüne sürüp derin bir nefes bıraktı. “Ulan bu havada balık mı olur, dingillere bak!” Bunu söyler söylemez Ramazan’ın o genç yüzüne bir an için babası oturdu. Gece gündüz ağ çekenlere mahsus bir koku saldı, taze ve kırık.
“Ankaralı, bak yemin olsun bir defa girmedim şu denize.”
“Hadi canım sende.”
“Sor olum, söyle kız.”
“Seni askere niye almadıkları belli oldu Ramazan.”
“Ankaralı ya, her şeyi biliyor, götten bacağa bak hele.”
Banu, bulaşma şuna der gibi boynunu büktü ve kadehindeki son yudumu yüzünü ekşiterek yuttu. “Sidik gibi olmuş anasını satayım.”
Lafın boktan bir yere geldiğini, Ramazan’ı kardeşinin önünde ısırdığımı biliyordum, fakat o geri ısırmadıkça ve babası gibi sinip, kaykıldıkça dişlerim kamaşıyordu.
“Çürük yazdı şerefsizler. Helikopter pilotu olacaktım. Uçacaksın Ankaralı, uçacaksın! Sikmişim balığını, tüfeğini, bayrağını… uçacaksın!”
“Çürük mü yazdılar?”
“Çürükmüşüz. Siktiriboktan bir kâğıda…”
Ramazan ağzı kapalı esnedi. Banu sağ ayağını balkonun demir parmaklıklarına sıkıştırdı. Ben sol kulağımın üstündeki bir tutam saçı çekiştirip kulağımı örttüm. Kasedeki bir buz diğerinden kurtularak suya battı.
“Helikopter pilotu olacakmışım, uçacak mıymışım, sikime uçarsın dediler (da) işte…”
Sandalyenin üstünde uykudan uyanır gibi gerinerek niye çürük yazdılar, dedim.
“Memem büyükmüş.”
“Memen mi büyükmüş… git işine ya, ben de dinliyorum adam gibi, of Ramazan…”
Banu’ya baktım, yüzünde canlı bir varlığa ait hiçbir hareket yoktu. Balkon taşından demirler çekilmişti sanki. Gördüğüm her şey baş döndürücü bir hızla eğrilerek kızıla boyanıyor ve pencereden balkona doğru iki kadın memesi sarkıyordu. Meme başında kıllar vardı ve bir an için uzar olmuş, sallanmışlardı. Ramazan tişörtünü kapatıp somyaya inince salonda bir martı ağladı. Belki çatıda, belki somyada… Belki de ben Ramazan’ın memesini sıkınca Banu’dan çıkan bir “ay” sesiydi bu.