ACILARA KALAY ÇEKİP YAŞAMAYI ÖĞRETEN HİKÂYELER: “KİBRİT”
1-Giriş
Batı’nın ve modernitenin karamsar bir dünyaya davet ettiği çağımız insanı, her zamankinden daha çok; ekmek gibi, su gibi “umut”a ihtiyaç duyuyor. Felsefenin ve psikolojinin tek başına halletmekte biraz eksik kaldığı bu umut meselesine, iyi ki yazar ve şairler el atıyor. Bu yardım, aynı zamanda edebiyatın takviye bir güç olarak insanı sağaltma ve iyileştirmedeki gücünü göstermektedir. Demek ki her çağda şiire, hikâyeye, romana ve bütün edebî türlere duyduğumuz ihtiyaç artarak devam ediyor.
Her yazı, bir umudun dile gelmiş halidir. Hangi tür metin olursa olsun yazar, yüreğinde hep saklı tuttuğu ve sadece kendine açtığı yaşama umudunu, bazen sesli bir şekilde dile getirir. Sanatın ve edebiyatın en güzel tarafını da şüphesiz bu dışa vurmuş umutların yer aldığı metinler oluşturur.
Son yüzyılın büyük çıkmazlarını oluşturan “yalnızlık” ve “yabancılaşma” beraberinde “umutsuzluğu” da getirmektedir. İşte Türk hikâyesinin özellikle 1950 sonrasındaki ana meselelerinden birini, bu bağlamda düşünerek “umut/umutsuzluk” çerçevesinde irdelemek gerekir.
Kuddusi Demir’in Pruva yayınlarından yeni (Eylül 2021) çıkan “Kibrit”i, içimizi hem edebiyata ve hikâyeye hem de umuda ve insanlığımıza yeniden ısındıracak bir kitap. “Kibrit”; Şiar, Post Öykü, Edebiyat Ortamı ve Olağan Hikâye dergilerinden tanıdığımız Demir’in ilk kitabı. “Umut” ve “Dağ” başlıklı iki bölümden oluşan kitapta, toplam on dokuz hikâye yer alıyor.
Kitabın “Umut” adlı ilk bölümünde yer alan hikâyelerde “anne” imgesini, “Dağ” adlı ikinci bölümünde yer alan hikâyelerde “baba” imgesini ve kitaba bütünlüklü baktığımızda ise dağılan aileleri, yarım kalmış aşkları, toplumu, Anadolu’yu ve her haliyle insanı görürüz.
Yazarın, ithafen seçtiği “Umut için anneme, dağ için babama…” cümlesi, aslında biz okuru, daha kitabın başında hikâyelerde nelerle karşılaşacağımız konusunda aydınlatır. Hikâyelerin bir nevi ön sözünü işaret eder bu yarım bırakılmış cümle. Evet, anne bir umuttur. Çünkü dünyanın en uzun tanım gerektiren anlamlı bir sözcüğüdür. Baba ise her yaştan evladın sırtını yasladığı koca bir dağ. Anne ve baba bir çocuk için “umut dağı”dır demek ki. Kuddusi Demir’in hikâyelerini bu gözle okumak gerekir. Şunu evvela söylemek gerekir ki “Kibrit”teki her hikâye, bütün okurların iç acısına iyi gelecektir; bütün boşlukların dolmasına vesile olacak ve onulmaz yaraların hiç değilse bir anlığına kapanmasını sağlayacaktır.
Poşet, kitabın ilk hikâyesidir. Askerliğini kısa dönem olarak yapan bir gencin, usta birliğine teslim olduktan sonraki ruh dünyasını ve askeriye ortamını okumaya davet ediyor yazar. Askerde kendisine “poşet” denilen bu kahramanın, ağustos böcekleri ile kurduğu münasebet aynı zamanda hikâyenin kurgu ivmesini yükseltiyor. Hikâye, ağustos böceği imgesiyle fantastik bir hava kazanıyor. Buradaki diğer askerlerden Harun ve Samet’in de hayat hikâyesini öğreniyoruz. Zaman sonra da kahramanın ağustos böceğinden de Samet adlı diğer poşet arkadaşından da çıt çıkmaz olur. Hikâyenin anlatıcısı olan kahraman, nihayet kafayı sıyıracak ve G3 mermilerini ağustos böceği zannederek içtimaya sokacaktır. Böylece hava değişimi adıyla askerden gönderilecek ve bıkmadan her sabah ağustos böceği toplayacağı geniş zamana kavuşacaktır.
Kitabın ikinci hikâyesi Taş Medrese. Bir ailenin beş kız çocuğundan sonra dünya gelen altıncı çocuk olan Rıza’nın hikâyesi. Rıza küçük yaşta babası tarafından okutulur ve hafız yapılır. Askerlik çağına kadar düzgün bir genç olan Rıza, terhis olmasına bir ay kala döndüğü askerlikten sonra çok değişmiş ve artık eve zil zurna sarhoş gelmeye başlamıştır. Hikâyenin bir diğer kişisi Leyla ise şehir şehir dolaşıp kalaycılık yapan bir babanın kızıdır. Babasının ölümü üzerine, ona kalan miraslardan birisi de çalgıcılıktır. Usta işi çaldığı keman ile çokça tanınan biri olur. “Kalaycı Leyla” adını verdiği bir mekânda keman çalmaya başlar. “Keman, insanın; kalay, bakırın demini alır.” (s. 21) diyen Leyla’nın keman sesine vurulur Rıza, Leyla ise onun gözyaşına. “Bu hayatta herkesin bir Leyla’sı vardı, Rıza’ya da kalaycısı denk gelmişti, varsın olsun, geceden özge Leyla mı olurdu?” (s. 23) Bu öyle bir yazgıya dönüşmüştür ki ikisinden biri diğerinin kaderine dâhil olacaktır. Hikâyenin en can alıcı tarafını, Rıza’nın peşinden çalgı mekânına giden babasına, Leyla’nın söylediği şu cümle oluşturur: “Birbirimize zıt hayat bizimkisi ihtiyar… Onun adı Rıza, benimkisi Leyla… Bir de kalaycısı var başında… Sonuna kadar batak sonuna kadar karanlık anlayacağın. Ya benim hikâyem taş medrese de bitecekti ya da onunki çengi mekânında. Biz yazgı diyoruz buna siz kader, tek farkı bu.” (s. 24) Buna rağmen ortak bir noktada buluşturur yazar iki kahramanı da. Çünkü metnin kaderi de yazgısı da onun elindedir. Sonlarını da o yine yazar belirler: Garipler Mezarlığı.
Teknik bakımdan faklı bir özelliğe sahip diğer hikâye ise 3K 1N. Kuddusi Demir’in kelime işçiliğini kullanarak ortaya koyduğu bu metinde, kahramanın “K” harfiyle başlayan kelimelere karşı bir derdi/zaafı vardır. Takıntılı bir hal gibi duran bu durumun sebebi, kahramanımızın annesini Pupuş adındaki bir kadınla aldatan babası Faytoncu Kamil’dir. Kamil, faytonculuk yaparak kazandığı parayı atın arpasına ve kendi rakısına harcar. Oğlu ve karısı ise tandır ekmeği yapıp satarak geçimlerini sağlar. Erzurum’da geçen bu hikâyede Kamil; karısı ve oğlunu düşünmeyen sadakatsiz bir babayı temsil eder. Metnin sonunda gönül eğlendirdiği sinema sahibi Pupuş adındaki kadınla, sinema binasında çıkan yangında yanıp kül olurlar. Aşkla beraber sadakatsizlik de çok belirgindir bu metinde. Kuddusi Demir’in birçok hikâyesinde bu çatışma hali çokça karşımıza çıkar. Kamil ile Pupuş’un din ve millet ayrımı gözetmeyen aşklarına karşılık, Kamil’in karısı ve oğlunu ihmal ettiğini, onları aldattığını görürüz. Bundan olarak karamanın babasına duyduğu öfke, onu “K” ile başlayan kelimelere karşı da genellemeye iter. Ancak kahramanımızın “Çocukluğundan beri, başının dertte olmadığı, ‘K’ harfiyle başlayan üç kardeş sözcük vardı: ‘Kabristan, Kümbet, Küfle’.” (s. 30)
Dünyanın muhkem yalnızlığına inat sağlam ve masum aşkların hikâyesini barındırıyor Kuddusi Demir’in “Kibrit”i. “Aşkın bedeli ne kadar ağırsa sen o kadar güzeldin.” (s 34) der masum âşıklar. İnsanın içindeki makine dişlilerinden -ki buna insanlık parçası demek gerekir- birisidir aşk. Her hikâyede bu çarkın bir dişlisine bile isteye yakalanan kişileri görürüz. Bu duygunun en yoğun yaşandığı hikâyelerden olan Kırık Diş-li’de âşık olduğu kızı görmek için tamir ettiği makinenin dişlilerini bilerek gevşek sıkan bir ustanın, bir kızın işten kovulmasına neden olduğuna şahit oluruz. Bu durumun getirdiği pişmanlıkla vicdanen rahatsız olur usta ve kızı, kendi iş yerine alır. Ancak gözlerinin karanlığında boğulduğu bu kızın aslında yatalak bir kocasının olduğunu pek geçmeden öğreniriz. Tamamlanamayan ve yarım kaldıkça daha da anlam kazanan bir aşkın hikâyesi de böyle son bulur.
Büyük hayallerin ve umutların dünyasındaki küçük insanların gerçeklerini anlatır Demir. Bir mahalle bakkalını mesela, kahvesini ama marketini veya kafesini değil. Çünkü buralar insanların halen daha değişmeyen ve belki de en sonra değişecek ortak alanlarıdır. Mahalle bakkalının veresiye defteri için sarf edilen “Bir bakkalın kalbindeki en ince yer ise veresiye defteriydi. Yerin altıydı veresiye defteri. Gizemli hazineler saklardı içinde. Moda söylemle mahalle sosyolojisiydi yahu.” (s. 40) bu cümleler bir yazarın toplumla kurduğu samimi irtibatın, insanlara karşı beslediği muhabbetin ilk adıydı. Yine mahalle bakkalının ekmeği para ile değil de “ekmek kartı” ile satması ve bunu yazarın tabiriyle “mahcubiyet kartı” olarak isimlendirmesi, metropol kültürüne vurduğu en sert silledir. “Kibrit”teki birçok hikâyede yazarın büyük marketlere ve çok şubeli peşin çalışan marketlere mahalle bakkalı ile artık yeter demeye çalıştığını görürüz.
Kitaba ismini veren ve ilk bölümün en güzel hikâyelerinden biri de Kibrit’tir. Basit bir nesne adı gibi görünmesine rağmen yazarın kendine has dokunuşları ile tam bir Kuddusi Demir anlatısı meydana gelmiş. İçinde barındırdığı masum duygular ve bitmeyen aşk umudu; olayı diri kılıyor. Bir üniversite öğrencisi olan Âdem, âşık olduğu kıza ceketinin içinde sakladığı gülü, yaprakları döküldüğü için verememiş ve doğum günü pastasını yakması esnasında kendi çakmağı sevdiği kızın elini yakmıştır. Bu hadise üzerine Âdem artık çakmak yerine kibrit kullanmaya başlayacaktır. O zamana kadar kullanmadığı kibritin acısını/hesabını hiç unutmayacaktır. “Âdem’inki vasatî kırk günlük aşktı. Ne bir eksik ne bir fazla.” şeklinde şiirsel bir mısraya dönüşür bu aşk.
Yakasız Gömlek hikâyesi, insanın tamamlanmak için geldiği ama ne kendini ne de dünyayı tamamlayabildiği bir gerçeği işaret eder. Usta-çırak geleneğinin izlerini gördüğümüz bu hikâyede, yakasız bırakılan gömleğin, dünyayı tamamlayamadan göçen insanın hayat-ölüm çıkmazı anlatılır. Yarım bırakılmış, kısaca tamamlanmamış insan… Her an ölüp gitmeye hazır, ölüme razı bir mümin bakışı hikâyesi. Her insanın kendi yakasız gömleğini diktiği gerçeğini hatırlatır bize.
İplik Kesiği hikâyesinde ise yine kenar mahalleleri, fabrikada çalışan işçileri ve gençlik aşklarını görüyoruz. Bu mahallelerdeki insanların, buraları kedi evleri gibi görmelerine rağmen diğer insanların buralara “varoş”, “gecekondu” veya “kenar mahalle” dediklerine şahit oluyoruz. Masum aşklara, yarım bırakılmış sevdalara ve başlamadan bitmiş hayallere ortak oluruz.
Fosfor hikâyesinde ise bir asker ocağına davet eder yazar bizi. Cezaevinin gardiyanları, komutanlar, askerleri ve mahkûmları tanırız burada. Ancak hikâye içerisinde yer yer metni perdeleyen bir Neşat Ertaş bozlağına da kulak misafiri oluruz. Bu bozlak, hikâyeye bir metinlerarasılık katmakla beraber Ali ve Muharrem’in duygularına tercüman olur.
Kitabın ikinci bölümünde, bizi çok güzel bir Anadolu hikâyesi olan Abdal karşılıyor. Tam bir Anadolu hikâyesi diyebileceğimiz bu metinle -deyiş yerindeyse- Anadolu’nun tanıtımını yapıyor Demir. Tahlil tekniği ile günümüzde ne çok hasret kaldığımız Anadolu’nun tabiatı ve insanıyla hasret gideririz. “Hikâye anlatan ninelerimiz vardı. Kıpkızıldı saçları. Dişleri kırık dökük. Altın dişliydi bazıları… Dedelerimiz mukallitti, yaşlanmadan ölürlerdi. Yaşlanmadan yaş almayı öğrenirdiniz.” (s. 76) cümleleriyle bu “abdal/Alevi” köydeki ve genel anlamda Anadolu’daki değerlerimizi sunar okura. Yine bu hikâyede, pek alışık olmadığımız bir şeyi daha yapar Demir. Anlatıcı, Abdal (Oğulveren) köy ile diyaloğa girer. Aslında ona, onu anlatır. Belki de bize, bizi. İnnaklı Durso’nun içimizden biri olmadığını kim iddia edebilir. İnnaklı Burso ve Zühre’nin aşkı ise hikâyenin tuzu biberi olur.
Bana göre kitabın ismi ve en güzel hikâyesi olmaya aday Hodak. Yazarın daha çok benimsediğim hikâye tarzı Hodak’ta kendini gösteriyor. Bir çocuğun gözünden gurbetten dönmeyen bir babaya duyulan özlem ile kader benzerliğini ve yalnız kalan bir annenin mücadele azmini görmekteyiz. Anlatıcı çocuğun, hodak olarak komşu köye verilmesi babasından geriye kalan yorganın kendi kaderini de oluşturması üzerinde durulur. Bir insanı sevmekle başlayan bütün iyi şeyler, işte bu hikâye vasıtasıyla daha da belirgin bir hal alıyor.
Babasının yaralarından kaçan ve aynı zamanda annesine bakmak zorunda kalan bir gencin hikâyesini anlatan Yedinci Pazar ile Umut isimli çocuklarının dünyaya gelmesi için adakta bulundukları Oğul Veren ziyaret (adak) yerinden kesilen pelit ağaçlarından sonra yaşananların anlatıldığı Oğul Veren ikinci bölümün diğer önemli hikâyeleri.
Kuddusi Demir’in alışık olduğumuz hikâyelerine pek benzemeyen hatta sağlam bir öykü tekniği ile yazıldığını düşündüğüm Büyüteç, üzerinde duracağım diğer metin. Editör olan kahramanın, hayatında önemli bir yeri bulunan büyüteçle kurduğu münasebet üzerinde durulur. “Artık, büyüteç editörün plakasıdır.” (s. 107) İ.M. adlı birinin yayımlanmak üzere gönderdiği bir metnin intihal olduğunu düşünen editör, geri dönüşlerle kendi hayatından kesitler sunar. Günümüz edebiyat ve dergi dünyasındaki problemleri görmek adına birçok öneri barındırır. Editör veya yayın yönetmenlerinin ellerinde tuttukları ve hiç kopamadıkları o büyüteçlerden (bakış açıları) artık vazgeçmeleri gerektiğini salık verir. Çünkü büyüteç onlara nesnel bakmayı öğretmiştir. Oysa edebiyatın özgür ve özgün sanatçılara/metinlere hatta editörlere ihtiyacı vardır.
Uygun-suz Adam metni, ilk zamanlarından itibaren “karanlık odasına” sığınan bir çocuğun psikolojisini yansıtır. Karanlığa o kadar bağımlıdır ki oradan ayrıldığı vakit cennetten kovulacak hissine kapılır. Karanlıkla beraber çocukluğa saplantılı bir bağımlılık geliştiren kahramanı herhalde diğer hikâye kişisinin şu cümlesi en iyi açıklar: “Rn güzel yanın ne biliyor musun? O karanlık odanda gizlenmeye çalıştığın ne varsa -sana ve çocukluğuna dair- her adımında, her nefes alışında ortaya çıkıyor olması… Böyle oluşunu seviyorum ben, çocukluğunu. Her kaybedişinde odana dönüşünü.”
Kitabın son hikâyesi Yılan Islığı. Kocası hapse düştüğü için hem çocuklarına bakmak hem de hapisteki kocasına pahalı Amerikan sigarı götürmek için çalışmak zorunda kalan bir kadın vardır karşımızda. Kocasız bir kadının çalışmak zorunda kalışını ve mahallelinin bu temiz kadına kötü bakışını bir toplum eleştirisi olarak okumak gerekir. İçinde bulunulan düzenin kadına yüklediği bu ağır görevin eleştirisi aynı zamanda. Annesinin telkinlerine rağmen “dudağındaki ıslığına aldandığı” hapisteki kocası bile onu, bu sorumlulukta yalnız bırakmıştır.
3-Bazı Tespitler
Hikâyelerde mekân olarak sıklıkla Erzurum geçer. Cumhuriyet Caddesi, Gürcükapı, Üç Kümbetler, Abdurrahman Gazi bu bağlamda karşımıza çıkan yerlerdir. Kuddusi Demir’in hikâyelerine genel anlamda Anadolu, olmazsa olmazdır. Bazı hikâyelerde belirgin bir mekân yokken bazılarında kurgunun ana unsurunu oluşturur. Mahalle bakkalı, kahve, cami, medrese, sokak, cadde, fabrika, köy gibi toplumun ortak alanlarını görmekteyiz. Yazar için Anadolu’nun hikâyesi bitmez. İşleyen bir demir gibi anlattıkça Anadolu, bir Anadolu daha olur. Kuşağın ve gelenek olarak anlatmaktan ziyade dinlemeyi öğrenerek büyümüş bir neslin, edebiyatı anlatmayla geliştirmesi büyük önem arz ediyor. Masal, efsane, destan dinleyerek büyümüş birinin yıllar sonra, bu dünyaya hikâye anlatarak/yazarak dâhil olduğunu görürüz.
Kuddusi Demir tam bir Anadolu hikâyecisi. Bu genel yargıyı, onun Anadolu’yu ve Anadolu insanını anlatmasından çıkarmıyorum sadece. Halkın yerel tabirle kullandığı kişi isimlerinden tutun da mekân isimlerine varıncaya kadar her şeyi görmüş ve yaşamış biri olarak bunlara sadık kalmasından hareketle söylüyorum. İyi bir gözlemci olduğu kadar, insanların duygularını yüreğinde hissedebilen bir gönül ehlidir aynı zamanda. Otuz Üç hikâyesinin ana kişisi olan Rehim, aslında Rahim’in halk ağzındaki karşılığıdır. Halkın yaşayışına, inanışına ve diline o kadar sadıktır ki bu söyleyişi değiştirme gereği duymaz. Bunu kurgusallıkla falan değil, tamamen yazar ve toplum gerçekliğiyle yapar. Buna da bizi ikna eder. Rehim, Faytoncu Kamil, Rıza, Âdem gibi hikâye kişilerinin her an yolumuza çıkacakmış gibi gündelik hayattan seçilmiş olması da bu düşüncemizi destekler.
4-Sonuç
İlk hikâyelerden son hikâyelere doğru doğru hem içerikte hem de üslupta büyük bir değişim göze çarpıyor “Kibrit”te. Olay ağırlıklı hikâyeden durum/düşünce ağırlıklı öyküye doğru bir geçiş var. Bu da metinlerin okurda bıraktığı havaya sirayet ediyor.
Üzerinde durduğumuz her ne kadar bir anlatı olsa da sahip olduğu sanatlı dili sayesinde bir şiir tadı da bırakıyor okurda. “Yalnızlığımdan kalan boşluklar ne kadar derinse sen o kadar güzeldin.” diyen anlatıcı, yazarı Kuddusi Demir’in dünyaya, aşka ve güzelliğe bakışını birebir yansıtıyor.
Kuddusi Demir’in, ilk hikâye kitabı “Kibrit” ile köklü bir geleneği bulunan anlatı edebiyatımıza iyi bir giriş yaptığını düşünüyorum. Bizden ama muhakkak içimizden biri olarak gördüğüm yazarın, insan oluşumuza şükretmemiz ve gelecek adına umutlanmamız için bu kitaptaki gibi nice güzel hikâyeler yazmasını diliyorum. Kibrit, Hodak, Yılan Islığı, Yakasız Gömlek, Büyüteç hikâyeleri kendinden çokça bahsettirecek gibi duruyor.