Farklı sanat/disiplin dallarını kuşatıcı ve birleştirici bir gücü vardır edebiyatın. Şiirden müziğe, romandan sinemaya, günceden tiyatroya, denemeden psikolojiye/tıbba kadar geniş bir yelpazede at koşturur edebiyat/yazın. Sanatın kurmacayla giriştiği yaşamı alt etme/dönüştürme çabası sürüp gider böylelikle.
Günümüz sinemasını gerek senaryo, gerek oyunculuk, gerekse reji bağlamında zenginleştiren; yer aldığı her projelerle ve ortaya koyduğu yapıtlarla son dönem sinemamıza kendine özgü bir nitelik katan Ercan Kesal, son kitabı “Velhasıl (2019)”da edebiyatın gücüne inanmış bir yönetmen, oyuncu, hekim, senarist, yazar portresi çiziyor okuruna.
“Edebiyat, Sinema, Yazmak” adıyla özetlediği ilk bölümde Ercan Kesal, yönetmen/oyuncu olmadan önce iyi, sağlam bir edebiyat okuru olduğunu kanıtlayan metinler yazıyor. Yollarının kesiştiği şair ve yazarları ‘belleğin’ -mühürlenmiş zaman’ın- perde arkasından tekrar hatırlıyor. Yaptığı bir çeşit nostalji değil aslında Kesal’ın. Bir vefa borcu, kendini var eden, kimliğini yaratan/oluşturan/besleyen isimlere bir saygı duruşu da diyebiliriz. Daha ilk yazıda çağdaş Türk şiirinde oldukça özel bir yere sahip olan Ahmet Erhan’ı anlatıyor Kesal. Ahmet Erhan’ın hastanede kaldığı ‘501 Numaralı Oda’sını ve yaşamının son günlerini, bir şairin yaşamına tanıklık ederken hissettiklerini, dostunu yitirmenin derin acısını yaşayarak anlatıyor. Kemal Tahir, Adnan Azar, Akif Kurtuluş, Behçet Aysan, Ahmet Telli gibi şair ve yazar dostlarının kitapları ile yaşamları arasındaki uyuma kulak kesiliyor. Bu özel insanların hatıralarındaki hüzne odaklanırken, aynı zamanda bir Türkiye tarihi koyuyor önümüze. Sancılı bir zaman diliminde yaşama tutunan insanların, günün politik ortamında nasıl acılar yaşayıp ne tür bedeller ödeyerek var olmaya çalıştıklarını değinilerle örnekliyor. 80’li yılların Ankara’sında yaşanan dostlukların sıcaklığını ve kardeş hukukunu hâlâ duyumsuyor Ercan Kesal. Detaylı gözlemlerle kurulan betimlemeler, dönemin kültür/sanat ve sosyal yaşamına dair çok şey söylüyor.
Kitabın ikinci bölümü olarak kurgulanan “Yaşayıp Giderken”de Ercan Kesal, bir ‘kişisel tarih’ okuması yapıyor. Çocukluk, gençlik yıllarından hareketle bugün geldiği noktada yaşamını bit bütün olarak okura sunuyor. Mekânlar, insanlar, olaylar, anılar, iç içe anlatılırken bir ‘aydın’ olarak var olmanın çarpıcı öykülerini anlatıyor Kesal. Babasını, annesini, abisini, Avanos’u, kasabayı, bozkırı, Kızıldere’yi, darbeyi, F. Garcia Lorca’nın İspanyollar için geliştirdiği “duende” kavramı üzerinden aktarıyor: “Yaptıklarımızda, eylemlerimizde, duende’si olan, ölümle, kayıpla, yarayla ilişkili, Anadolu’nun topraklarında, duygularında gezinen şeydir bizim ihtiyacımız olan; dönüp bakmamız gereken şey aynı zamanda.” (s. 141).
Velhasıl, adresine postalanan üç mektupla sonlanıyor. Kesal’ın yaşamında önemli yer tutan ‘ilk’lerin adresine yollanan üç mektup…Lirik ve trajik olanın yan yana durduğu, geleceğe değil geçmişe gönderilen kartpostallar da diyebiliriz bu mektuplar için. Yine unutulmasın, hep hatırlansın diye. On yedi yaşında asılan Erdal’ın, Nurhak’ta öldürülen Sinan’ın, Selim’in, Behçet’in, Deniz’in, Ulaş’ın hatıralarına baki bir selam göndermek adına…
Velhasıl’la Ercan Kesal; edebiyatın içinde soluk alıp vererek kendine yön vermeye çalışan ve yazının ‘büyülü gerçekliğine’ inanmış bir ‘aydın’ olarak da tarihsel sorumluluğunu yerine getirmenin çabası içindedir.
Öyle olmasaydı, yazıya/edebiyata yüklediği ‘anlamı’ şu cümlelerden başka nasıl tarif edebilirdi ki: “Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer… Başımıza gelenler, bizden sonra da bu dünyayı yaşamaya devam edecek çocuklarımızın dilinde şiir ya da şarkı olacaktır. Edebiyat, çocuklarımızın söyleyeceği şarkıların kelimelerini taşıyacaktır, bu bile yeter!” (s. 38).