Bu Denemelerde İyiden İyiye Hiciv Var
Eleği Duvardan İndirelim adlı seçme denemeler kitabı size yeni kapıları aralıyor. Misâl, bilmediğiniz bir yazar / şâiri tanıyorsunuz denemelerde. Günlük hayatta kullanılan şu sözü hatırlayın: “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye…” Namdar Rahmi Karatay bir şiirinde kullanmış bu sözü. Günlük hayatta sıkça kullandığımız bazı söz ve deyimlerin tarihsel yolcuğuna çıkıyorsunuz. Hangimiz biliyoruz, tanıyoruz Namdar Rahmi Karatay’ı? İtiraf etmeliyim, ben, Doğan Hızlan’ın bir denemesinde tanıdım bu önemli hiciv ustasını. Hızlan şöyle diyor: Tek şiiriyle hatırladıklarımız.
Namdar Rahmi Karatay, Sorbonnne üniversitesinde okumuş, yakın arkadaşı olan Naci Fikret (Baştak) ile Konya’da 1925 ile 1929 yılları arasında 50 sayı süren Yeni Fikir dergisini yayımlamışlar. Halkın gündelik yaşamına girmiş deyimlerden yararlanarak, memleket gerçeklerini en yalın biçimde gözler önüne sermiş bu şâirlerimiz.
Evet, modern bir hiciv ustası Doğan Hızlan.
Eleği Duvardan İndirelim’de (Dünya Kitap) hicvettiği yazılarına şöyle bir bakalım.
Aydınlara Kızan Kamyon Şoförü adlı denemesinde bakın nasıl bir eleştiri getirmiş aydın’lara: “Neden bizim aydınımız ciddilikle kasveti çoğu zaman karıştırır? Neden karanlıklar içinde aydınlığı görmenin yakışık almadığı kanaatini taşırlar? Her şey kara, etraf her zaman zifiri karanlık mıdır? Böyle olsa da –ki değil- aydının toplumsal görevi, insanlara umut aşılamaktır. Her şeye rağmen yaşama sevincinin ışığını söndürmemek için çaba harcamaktır.” Bu paragrafta hiciv nerde, diyenlerimiz çıkmıştır mutlaka… Eleştiri var, evet… Hicivse şu: Doğan Hızlan’a bu yazıyı yazmasına vesile olan bir kamyon şoförü! Evet evet, yanlış duymadınız… Doğan Hızlan, bu yazıyı kaleme almadan önce, E5’ten gazeteye doğru gelirken, bir kamyonun arkasına asılan yazı dikkatini çekmiş. Yazı şu: “Aydınlara bakıyorum içim kararıyor.” Kamyonda öyle bir yazı olur mu diyenlere de kamyonun plaka numarasını vererek sesleniyor. Yazının bu bölümünde gülmemek elde değil. Şöyle bitirmiş denemesini Hızlan: “Çoğunlukla sanatın hayatı güzelleştirdiğini, içimizi aydınlattığını, bize yaşama sevinci verdiğini yazarım. (Ve ekliyor.) “İç karartmadığıma göre şimdi ben neyim sevgili şoför kardeş?”
“Siyasetle Mütareke ya da Never on Sunday” adlı denemesinde ise bu defa köşe yazarlarına bir gönderme var. Her köşe yazanın aydın sayılmayacağını biliriz elbet bilmesine de, Doğan Hızlan’ın haftasonu siyaset yazmayan yazarları, sinema karakteri bir fahişeye benzetmesi de çok ağır olmuş gerçekten. Evet, ilk başta siz de benim gibi düşünebilirsiniz bu örneği okuduğunuzda, fakat Hızlan öyle güzel bir örnekle hicvediyor ki, yazı bittiğinde küçük bir tebessüm kalıyor yüzünüzde. İşin aslı, bu hicvi köşe yazarlarını düşündüğü için yapıveriyor. Onlara tavsiyede bulunmak istiyor. Nasıl bir tavsiye mi? Konu şu: Denemede, “Şimdi herkes pazar yazısını politikadan arındırdı. Oh, ne güzel !”demiş Doğan Hızlan… Bir önceki satırda da şu yazılı: “Tanrı bile altı günde dünyayı yaratıp, bir gün dinlenmişti.”
Film yıldızını merak ettiniz, biliyorum. Hemen aydınlatayım sizi: Denemenin başlığında geçen “Never on Sunday”in Türkçesi, çevrildiğinde “Pazar Günü Asla” olduğunu az-buçuk İngilizce bilen herkes çözmüştür. Pazarları Asla dersek, sanırım, daha yakışık alır. Bu noktada hemen internet imdadıma yetişti: 1960 Yunanistan – ABD ortak yapımı romantik-komedi bir filmmiş. Özgün adını da yazalım: Pote tin Kyriaki (Ποτέ Την Κυριακή). İngilizce konuşulan ülkelerde, Never on Sunday adıyla gösterilmiş. Film, Türkiye’de 1962 yılında gösterime girmiş. Jules Dassin’in senaryosunu yazıp yönettiği, yapımcılığını üstlendiği, aynı zamanda da başrollerini Melina Mercouri’yle paylaştıkları bir film! Doğan Hızlan, Melina Mercouri’nin rolünü olağanüstü bir oyunculukla sergilediğini yazmış. İşte meşhûr fahişemiz bu karakter. Öyle bir fahişeymiş ki filmdeki karakterimiz, yatağa ancak beğendiği erkeklerle giriyormuş. Seçiciymiş yani… “Pazarları asla, diyerek mesleğini o gün icrâ etmiyormuş. Doğan Hızlan, bütün bu anlattıklarından, paylaştıklarından sonra gazetecilere, siyasetçilere bir mesaj gönderiyor. İşte şimdi sıkı durun: “Pazarları siyaset yapmayın diye, siyasetçilere, gazetecilere mesajım; bu vesileyle dinlenmeleri, beyinlerini, duygularını, kalplerini politika dışındaki güzelliklerle doldurmalarını düşündüğümden. Halisâne niyetim bu. Siz de bari politika yapmayın, yazmayın derken birden tatil yapan fahişe aklıma geldi.”
Yine aynı denemeden bir paragrafla bu bahsi kapatalım: “O yazılar politika labirentinden kurtulup gün ışığına çıkan hayatın ta kendisiydi, başkalarının hayatıyla, yaptıklarıyla altı gün ilgilenen birinin yedinci gün ışıldaklarını kendi hayatına çevirmesiydi.”
Öncelikle çok düşündüm üzerine bu sözün. Aklım karıştı. Sonra aklıma, kendi yaşantımdan örnekler geldi. Bana da, “çok düşünme, sonun hayırlı olmaz”, gibi sözler edildiğini duyardım. Bu sözü okuduktan birkaç gün sonra okumuş olmalıyım Doğan Hızlan’ın denemelerini. “Hindi Gibi Düşünenler Seranadı”nı okuyunca, hemen o arkadaşım aklıma geldi. Doğan Hızlan şöyle yazmış: “Ünlü heykelci Rodin’in Düşünen Adam heykeli Paris’te sokaktayken, biz onu tutup Bakırköy Akıl Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesine diktik.” Sevgili arkadaşımın affına sığınarak, Doğan Hızlan’ın bir önerisiyle buradan sesleniyorum: “İstersen Orhan Veli’nin bir dizesini kendine rehber edinebilir, bütün sorumluluklardan kurtulabilirsin: “Düşünme, arzu et sade/Bak böcekler de öyle yapıyor.”
Hemen bir başka denemede (Entellektüel Hasedi), çok satan kitapların yazarları için şöyle bir cümle okudum: “Öylesine bir baskı müessesesi yarattık ki, kitapları çok satan dostlarımız, nerdeyse, bizi bağışlayın, diye yalvaracaklar.” Hızlan, çok satan kitaplar arasında da nitelikli yazılanların olduğunu (hiç şüphesiz) çoğu defa ifade etmiştir. 2000 yılında yazdığı “Entellektüel Hasedi” adlı denemesinde bu konuya inceden bir alayla değinivermiş. Yine bir başka deneme, “hiciv” esintili başlığı olan bir yazı: “Az Satmak da Matah Değil”. Bu denemeyi Entellektüel Hasedi adlı denemesinden sonra okumanızı şiddetle tavsiye edebilirim.
Bir başka deneme ise,“Kitap Çalmak(!)”. Hızlan’ın bu denemesinde de, zarif bir alayla sorduğu şu soruya ne demeli:”Acaba kitap meraklıları gerçekten hırsızlık yapmayacak kadar dürüst mü, yoksa ona çalınacak bir değer izafe etmiyor mu ?”
Diğer tuttuğum gözde denemelerim ise şunlar: “Tatil Üzerine Düşünceler, Kimlikleriniz Lütfen, Ölürsem Sokağa İsmimi Vermeyin,Ya Sanatçılar Olmasaydı, Nâzım Yıkanır mıydı, Yıkanmaz mıydı?, İsaların Son Yemeği, Edebiyaçılar Zalim midir ?, Neden Unuturuz?, Elden Düşme Nostaljiler, Dergi Yayımlamak, Klasik Müzik Sadece Seçkinlerin Müziği mi ?”
Son olarak kitaptan da ayrı tuttuğum bir deneme: Eleştirmenin Makûs Talihi.
Yazıyı alıntılara boğduğumun farkındayım ama bitirmeme yakın “İki Kahve Biri Askıya” adlı denemeden kısa bir hikâyeyi yine sizinle paylaşmak istedim: Doğan Hızlan’ın okuru Bilgin Eryüksel, e-postayla bu denemenin (İki Kahve Biri Askıya) yazılmasına vesile olmuş.(Şunu da belirtmekte fayda var: Bu denemelerin birçoğu Doğan Hızlan’ın Hürriyet gazetesindeki köşesinde yayımlanmıştır.)
Buyrun hikâye:
”İtalya’da Napoli’nin kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Bar’da, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri, barmene, due caffee, uno sospenso (İki kahve, biri askıya) dedi, iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti. Barmen de tezgáhın üzerinde çakılı çiviye bir küçük káğıt astı.
Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da, due caffee, uno sospenso (iki kahve biri askıya)dediler, üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen çiviye bir küçük káğıt daha astı.
Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu. Bir süre sonra kahveye üstü başı eski püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve barmene un caffee sospenso (askıdan bir kahve) dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi kahvesini içtikten sonra para ödemeden çekti gitti. Barmen ise tezgáhın üzerindeki çiviye taktığı káğıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı.
Bu bir İtalyan toplumsal terbiyesi idi.
Kahveyi ikram ettikleri kişiyi görmedikleri için onlar daha mutlu oluyor, kimden geldiğini bilmediği bu ikram da içeni huzurlu kılıyor.
İçeri giren yoksul kişinin de askıda kahve var mı sorusunu sormasına gerek kalmıyor çünkü kâğıt orada asılı.”
Evet, yazımıza son şeklini verelim artık…
Sıkı bir Ayşe Kulin okuru olan, Duygu Asena’nın kitaplarını vakti zamanında hatmeden, Ahmet Ümit’in başucu yazarı olduğu anneme, Selim İleri’yi okutamamıştım. Sıkılmıştı! Geçen akşam Doğan Hızlan’ın deneme kitabını verdim.(Eleği Duvardan İndirelim) Çok beğendi! Güle-eğlene okumaya başladı.
Siz de okuyun isterim.