Klâsik edebiyatımızın usta romancılarından Peyami Safa, otobiyografik özellikler taşıyan içli romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu, on beş yaşlarında bir çocuğun ağzından anlatıyor.
Safa, çocukluğunda yakalandığı kemik hastalığı yüzünden uzun seneler fiziksel ve ruhsal bunalımlar yaşamış, daha sonra bu acı dolu günlerini romanında yaşatmış.
Romanın hemen girişinde, hastanenin o ağır kokusunu hissediyorsunuz sanki burnunuzda:
“Köpüklenerek uçan ve uzaklarda kaybolan bir beyaz gömlek ve iyod, eter, yağ, ifrazat ve saire kokularından mürekkep, terkibi tamamıyla anlaşılmayan bir hastane kokusu.”
Çocuk kendinden yaşça büyük olan Nüzhet’e âşıktır. Bu aşağılanmışlık duygusu, biraz da Nüzhet’e olan aşkından kaynaklanır. Hastalığından utanır. Fakat Nüzhet’in kalbini kazanmıştır.
Sonra hastalık ilerlemiştir. Bunalımlar artar. Sürekli olumsuz düşünceler içine girer. Yalnızlığını annesiyle paylaşmak ister. (Beni en çok etkileyen bölüm, hastalığını annesiyle paylaştığı sahne.) Doktorların hastalığı ile ilgili olumsuz düşünceleri annesinden saklar. Hastalığını kendi iç dünyasında yaşar. Annesini üzmek istemez.
Bu sahnede alıntılamadan geçemeyeceğim bölüm şöyle:
“Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.”
Bu arada, doğanın canlılığını ve etrafındaki insanların hasta olmamasını, sağlıklı bir yaşam sürmesini kıskanır çocuk. Derin bir yalnızlık duygusu yaşar.
Nüzhet’e geri dönelim. Neyse ki, Nüzhet’le geçirdiği güzel günleri de vardır. Hatta bir yerde öpüşmüşlerdir de… Öte yandan aralarında bulunan yaş farkından dolayı bir anlaşmazlık da yok değildir. Bu anlaşmazlık, Nüzhet çocuktan büyük olmasına rağmen çocuğun daha olgun olmasından kaynaklanır:
“Nüzhet’le beraber büyüdük. Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim, bilhassa hastalığımdan sonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu. (Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.) Kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum.”
Fakat aksi giden bir şeyler vardır. Bu noktada sahneye Doktor Ragıp karakterimiz çıkıyor. Doktor Ragıp, kültürsüz, milli değerlerden uzak biridir. Hasta çocuk ise milli değerlere bağlı, bilgilidir… Nüzhet’i istetir Doktor Ragıp. Çocuk, hayal kırıklığına uğrar. Paşa’nın karısı, aynı zamanda Nüzhet’in annesi, (Paşa, hasta çocuğun akrabasıdır.) kızının Doktor Ragıp’la evlenmesini ister. Çocuk daha da buhranlar yaşayacaktır. Doktor Mithat ise hasta çocukla yakından ilgilenir.
(Çok etkilendiğim bir bölüm de, Paşa’nın romanlar dinlemekten hoşlanması oldu.)
Roman bitiminde Hasta Çocuk, ameliyat olacaktır, bu yüzden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na yatırılır. Nüzhet’ten ayrılmış, kalp ağrısı başlamıştır. Fakat Doktor’un iyi sözleri çocuğun kalbine su serper. Yine de unutamadığı bir şeyler vardır:
“Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.”
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okuyunca, dedem aklımdan çıkmadı. Dedemin bir ayağı damar tıkanıklığından kesilmiş, ağır buhranlar yaşamıştı. Romanın sonunu söylemeden bazı kısımları da paylaşarak bitirelim. Evet, romanda da yazdığı gibi, “büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”
Ve “İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.”