Evet, Hâlâ Eylûl
Şu sıralar Mrs. Dalloway’i tekrar okuyorum. Henüz başlardayım. Sevdiği kitaplara dönmek tuhaf bir haz veriyor insana. Bir yerde durdum. Şöyle diyordu: “Haziran, Temmuz, Ağustos! Hepsi tastamamdı.” Uzunca bir cümledir, öncesi de vardır. Tombul bir paragraf! Paragrafın bitimine yakın, Clarissa Dalloway yüzüne bakar. Kendi yüzüne! Bir ayna sahnesi. Haziran sabahı olmalı.
Yerimden kalktım, boy aynam karşımda. Bir an yüzleştik. Kendi yüzüme bakıyordum. Hep yıpranmışlık. Annem kapıyı çaldı o sıra. Kapıyı açmamla perdeler uçuşmaya başladı; dergiler, defterler pır pır seslendiler. Masa üzerinde duran dosyalar; sonra kül tablomdaki yarım bırakılmış sigaram yere düştü. Hemen kapadım camı çerçeveyi. Rüzgârlar başımızda: Eylül gelmişti!
Kafam karışmıştı. Kitabı fırlatıp attım. Değerli yazar arkadaşım, ağbim Nebih Nafile’ye bir ileti yazdım o ara: “Sıcaklar sonbaharı yaşatmayacak demişlerdi, fakat eylülün tâze rüzgârını İstanbul’da hissetmeye başladık!” Birden düşüverdi bu tümce dilimden. Mehmed Rauf söyletmiştir, dedim kendi kendime. Sonra oturup yazıya koyuldum birden. Sözde Virginia Woolf’un kitabını okuyacaktım.
Boğaziçi’nde geçen çocukluğumun eylül aylarını anımsadım. O yıllar eylülün gelişini birkaç hafta önceden duyumsardık. Çengelköy’deydi evimiz. Sonbahar erken gelirdi Çengelköy’e. Denizin rüzgârı aldatsa da, sezinlerdik mevsimin döndüğünü. Babaannem yavaş yavaş kışlıkları hazırlar, akşam vakitleri de bahçede oturuyorsak, bir yaz hırkası atardı üzerimize. Şimdilerde sonbahardan da bahsedilmiyor. Ekim sonuna kadar yaz yaşanır, sonra kış gelir diyorlar. Yıllar geçtikçe yüzümüzdeki yıpranmışlık gibi, mevsim dönümlerinin de değiştiğini anlamak, bir anlamda mevsimlerin de yıprandığını hissetmek garip bir duygu salıyor yüreğime.
Eylûl de eskiyor. Git git unutulmaya yüz tutan romanlarımızdan oldu. Roman 1900 yılında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmış, 1901 yılında kitap haline getirilmiş. Nerdeyse yüz on iki- yüz on üç yıl. Dile kolay ! Öte taraftan eylül deyince aklımıza ilk getirdiğimiz imajın da bir roman başlığı olması ne güzel. Bilmiyorum, bende böyle bir durum hâkim. Böyle de güçlü bir başlık adı altında yazılmış Eylûl ! Sanıyorum, Eylûl’ü, başlığın getirdiği cazibesiyle de tanıyoruz şimdilerde. Okuyor muyuz? Sanmıyorum. Edebiyatımızın en önemli ismi, klâsik eserlerimizin okunmadığından dem vuruyorsa, bir yerde durup düşünmek gerekiyor. Selim İleri’den bahsediyorum. Aklımda kalan bir yazısında şöyle söyler yazar: “Çok satarların pençesine düşmüş bugünün okurları katlanabilirler mi bilmiyorum, ama ben Mehmed Rauf’un fırçasından çıkma denize vurulup kaldım.”
Buradaki güncele dokunmayı siz de hissetmişsinizdir. Çok satarların pençesi ! Durup, bir kez daha düşüneceğim. Mehmed Rauf’un Boğaziçi tasvirlerini hep arayacağım.
İstanbul’da iki gündür bu incelik ve hoşluk devam ederken… Ben de bir eylül yazısına koyulmuşken, bir şeyler bulur ümidiyle güz günlüğümü çıkardım. Neler yazmışım, neler not almışım? Bazı şiirler. Hilmi Yavuz’un o güzel “Eylûl” şiirinden bir sahne: “eylül !daha çocukluğumdan/beri size bakardım ben” Yine Hilmi Yavuz’un “Yolculuk Şiirleri”nden, “güz” adlı şiiri: “bir dalda hangi rüzgâr/yazları kırıyor?/hangi yolculuğa bağlı bu ağaç/ne olur beni kırma güz!” Kişisel tarihimde yolculuğa çıkarıyorlar bu şiirler beni bu gece. Attilâ İlhan’ı unutmamışım. Meşhur “Yağmur Kaçağı” şiirinden bir dize de almışım:”akşamsa eylül’se ıslanmışsam”
Sappho’dan da var: “Hiç uyarmadan/Kasırga nasıl sökerse/meşeleri kökünden/öyle sarsıyor yüreğimi aşk”.
Ama sanıyorum güz günlüğümdeki en iyi sahne Mehmed Rauf’un Eylûl’ünden gelecek size: “Evet her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi ? Eylûlde, sanki bahara hasret çeken melûl bir tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun muhtaç olduğu şeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanmak takati kalmamıştır, tabiat da bunu anlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altında ezilerek durur.”
Romanın önemli bulduğum bu sahnesini; Mehmed Rauf’un romana yedirdiği sözlerini tekrar tekrar açıp okurum. Bir anlamda romanın psikolojik havasını çözümlemek bakımından da önemlidir benim için. Kahramanların iç dünyasını da bulma açısından okura bir şeyler söyler bu mevsim tasvirleri. Özellikle Necib’in Suat’a olan ilgisinin bir sebebini ararım burada. Necib’in geçmiş hayatında yaşadığı başarısız aşkların yansımasını ya da kadınlara karşı duyduğu bir içe kapanışı duyumsatıyor sanki. Ve belki de bu sebepten imkânsız bir aşkın peşine düşüyor Necib. Suat’ın da kocasında bulamadığı güzel sanatlar ruhunu Necib’te arıyor olmasını, kendisini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen, güzel bir tazelik ama imkânı olmayan, günden güne çürümeye yüz tutan bir aşka sürüklenmesini hatırlayarak okurum.
Selim İleri, Attilâ İlhan’dan ödünç alarak söylemişti. Ben de ödünç alarak söylemeliyim ki, bu imkânsız aşkı okudukça, benim de kalbim yoruluyor.
Bu imkânsızlıklara rağmen Suad ile Necib’in ortak zevklerinin olması, ikisinde de müzik tutkusunun vazgeçilmezliği, zamanlarının çoğunu piyano başında geçirmeleri, insan ruhunu etkileyen yönleridir bu iyi romanın. Birbirimize yakınlaştıkça aşklarımızın da bittiğini hemen hepimiz tecrübe etmişizdir insan olarak.
Benim burada imkânsız aşktan çok, sonsuz aşk dikkatimi çeker aslında.
İmkansız aşk kalbimi yorar evet, ama roman sonunda meşhûr bir sahne vardır: Birbirlerine yalnızca müzik, opera gibi kültürel konularda yakınlaşan, bedensel bir ilişki içine girmeyen iki sevgili; ateşler içinde yandıkları bu aşklarına yangında kavuşurlar. Hazindir ! Ama bir anlamda da aşklarını öte dünyada yaşayacaklardır. Okura böyle bir intibâ bırakır meşhûr son sahne. Öyle ya, yasak aşkın yarattığı kaygılar, sıkıntılar, çıkmazlar bu ilişkinin yönünü kışa çevirir. Necip de Suat’ı kurtarmak için yangına koşar. Onsuz yaşamaktansa, onun uğruna ölmeyi göze almıştır.
İç burkucu Eylûl, benim sevdiğim bir romandır. Her eylül okuruna hatırlattığı gibi; sonbaharı, sararmış, kurumuş, dökülen yaprakları hatırlatır. Yaz uzun sürmüştür ve yavaş yavaş bu ayda rüzgârın uğultusu işitmeye başlamışızdır. Kimi zaman hüznü, ayrılığı, ölümü hatırlatır bizlere.
Bana en çok da sonsuz aşkı hatırlatır: Bir hayal âleminde gezinir, olmayacak mutluluklar düşlerim.
Romanlar böyledir… Eylûl hüzünlüdür! Başta da söylemiştim, sevdiğim kitaplara geri dönmek haz verir bana.
Geçen yıl bir yazı yazmıştı Selim İleri. Sevdiği kitapları sormuşlar yazara. Hangi şâir, hangi yazar ? Sonra, hangi kitaplar ? İçinden çıkılmaz bir durum. “Eylûl hâlâ Eylûl” başlıklı bir yazıydı.
Galiba benim de Eylûl !
Clarissa Dalloway aynada kendine bakıyorken, şimdi ben de odadan çıkıp, balkonda eylülün erken rüzgârlarıyla güz günceme bir şeyler karalamak istiyorum:
“Evet, hâlâ Eylûl !”
31.08.2013/Süreyapaşa