Bugün Pazar.
Benim hiç sev(e)mediğim bir gün. Yalnızlık başgösterince böylesi günlerde, yine kitaplara
sarıyorum. Neler var, neler yok, bir çetele tutuyorum, fakir kitaplığımda gezintiye çıkıyorum.
Oldum olası sevmem pazarları; evler kalabalık, sokaklar, caddeler kalabalık ve gürültülüdür. Bu
kalabalık içinde yalnızlığı daha yoğun ve şiddetli hissediyorum, belki ondan, kim bilir…
Biraz önce kütüphanemde (kütüphane denemez aslında, fakir bir kitaplık) Enis Batur rafına şöyle
bir göz attım, bir uğraş arıyorum kendime: Pervasız-Pertavsız’ı ve Şehir Meydanında Fıçı
Yuvarlamak adlı kitaplarını düşündüm bir an. Neden edinmemişim, yolum mu kesişmemiş, param
mı yetmemiş… İnsan kendinde olmayan kitabı düşürür ya zihnine, merak eder; böyle bir durum
hâsıl oldu. Sonu da yok bu açlığın…
Neyse ki, son dört-beş yıl içinde, çoksıkı olmasa da oldukça yeterli bir arşive sahibim. Hemen
Cumhuriyet gazetesinin kitap eklerini bir araya topladım, yüzlerce gazete; tek tek ayıkladım; iş
olsun: Saatlerimi verdim… Enis Batur’un, son iki buçuk üç yılın yazılarına ulaştım, tek tek
–yırtmadan- bulunduğu sayfadan ayırdım yaprakları… Gazetenin Pervasız-Pertavsız köşesi.
Dikkatimi şu çekti: Her sayfanın sonuna Semih Poroy’un çizimleri denk geldi. Oturdum, okumaya
başladım. Bir yandan Enis Batur’un denemelerini kat ederken, her deneme sonrası, Semih Poroy’un
çizimleriyle kendimi oyalıyordum.
Sanıyorum, Enis Batur’un bu yazıları, Pervasız-Pertavsız ve Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak
başlıklı kitaplarında neşredildi. Edindiğimde, toplu bir şekilde, saatlerimi ayırmak isterim yine bu
denemelere.
Bu yazıyı yazmamdaki bir diğer etken de, Enis Batur’un salaş, kekeme denemeleri aslında.
Kaygısız bir uslûpla yazıyor Enis Batur, gazete yazılarını. Konuyu dağıtıyor bazen, hiç tanımadığım
isimlerden bahsediyor sonra… Yazıları okurken, Enis Batur’un sizinle konuştuğunu
hissediyorsunuz, muhabbet ediyor sanki Batur… Kızıyor, sitem ediyor, tespit yapıyor, öneride
bulunuyor, meraklandırıyor; kendi de merak ediyor…
Yazı dilinin konuşma dilinden farkını, ayrımını bilmiyor değilim, hiç şüphesiz… Ama bir
denemecinin, iyi bir denemecinin, konuştuğu gibi yazması gerektiğini de düşünmeden edemiyor
insan. Zaman zaman dillendirmişimdir bunu: Elbette, bazı üslûp, dil ve oyunlara başvuracaktır
yazıcı, gelgelelim, Nurullah Ataç’tan Enis Batur’a konuşma dilini yazıya iyi yansıtan/yansıtabilen
denemeciler edebiyat tarihimizdeki yerlerini aldılar. Böyle düşünüyorum… Dili yazıya yansıtırken,
yazarın, birtakım cambazlıklara gitmesini edebiyatın bir gereği olduğunu da ekleyelim hemen.
Yeni bir okur’um ben aslında. Son yedi-sekiz yıl içinde sıkı bir takipçiyim. Bunun son dört yılı
neredeyse her gün olmasa da, biriki günde bir kitap bitiriyorum. Arada da, bu savruk yazıları
yazıyorum, can sıkıntısından. Kitaplar okunup bitince, yapacak bir sosyal etkinlik kalmayınca, yine
kitap odasına sarıyorum böyle, kendime uğraşlar ediniyorum… Uğramadığım ne çok kitap var,
onları tespit ediyorum… Sonra, uzun bir okuma dönemi beni bekliyor.
Yeni okur derken, on beş, on altı yaşımdan beri kitap okuyorum ben ama bu derecede verimli
okuma yaptığım bir zaman dilimini hatırlamıyorum. Okuma’dan verim almak işin önemli kısmı…
Daha önceleri çok “avare” okumalarla yetinmişim; oysa ki bir Homeros’u, Proust’u, Shakespeare’i
daha gençken okumak isterdim. Bu düşüncelere kapılıyorum kapılmasına da, otuzumdan sonra
Shakespeare’le Proust’la tanışmak da çok başka bir deneyim. İrdeleyerek kat ediyorsunuz en
azından, üzerinde duruyorsunuz yapıtın. Bu yüzden de hızda kaybolmayacak şekilde akıp gidiyor şu
sıralarda okumalarım. Aheste aheste…
Koştuğum olmuyor mu? Okurken bir yandan koşarken, sekans şeklinde paragraflar zihnimde
çarpışıyorlar; ben bunun bilincinde yaşıyorum okumayı… Otuzundan sonra okumalar, yerli yerine
oturuyor galiba. Birbirlerine paralel çatılmış, ard arda gelen, belki konu bütünlüğü taşıyan okumalar
sürüyor sonra, oradan çok başka sulara vuruyor dalgaları. Sonra yeniden çatılıyor o ahenk…
Sürükleyici bir roman, ince dokunmuş bir hikâye…
Görmek, burada çok önemli…
Gördüğümü iddia etmiyorum, ama okumalarımda bir hayli yol aldığımı düşünüyorum… Bitimsiz
bir şey sonra okumak, yüzlerce, binlerce kitabı okusanız, hep eksik… Düşünüyorum da, şimdiye
kadar okuduğum kitaplar kâr’sa, herhangi bir kütüphanenin belki de yüzde birini ancak okumuş
olmak, insanı telaşa da sürüklüyor. Ama alıştım galiba. Bitecek bu ömür ve okuyamayacağım
milyonlarca kitap kalacak geride. Kaçınılmaz sonu bildiğimden, belki de bu pazar gibi her pazarımı
ya da özgür zamanlarımı, böyle avarelikler yaparak geçirmek istiyorum…
Bugün Enis Batur’a uğradım, yarın bir bakmışım Dante karşımda duruyor… Hâlâ İlahi Komedya’yı
okumadım ben mesela! Kim bilir, o gün de yakındır.
Rüzgâr nereye eserse…
tarihsiz