Mel’ûn: Bir Us Yarılması
Bir
Okuduğum romanın her sayfasını büyük bir merakla çeviriyor- çeviriyordum. Sonra bir sayfa öncesine dönüyor, iki sayfa öncesine dönüyor, beş sayfa on sayfa on beş sayfa, kırk-elli sayfa öncesine dönüyor; aldığım notları tekrar tekrar okuyor- okuyordum. Bu böyle bir hafta boyunca sürüp gitmişti. Kitap, bana bu eylemi ısrarla yaptırıyordu. Geri dönüşler önemliydi. Metin içi göndermeler mühimdi. Selim İleri’nin yazdığı her kitabı da böyle okumuyor muydum?
Mel’un: Bir Us Yarılması güçlü bir kitap olmalı ki, tekrar tekrar çizdiğim satır altlarını, tekrar tekrar -bu defa kırmızı kalemle- çizdirtmişti bana.
Roman, kitabevlerine ilk düştüğü günden bu yana,“sabırla” beraber, karşı konulmaz bir “merak” içinde bu okuma ânını beklemiştim. Şimdi de karşı konulmaz bir sabırsızlıkla yazıyorum.
Bu bekleyişimin sebebi bir anlamda romanı hemen tüketmek istemeyişimin verdiği bir takıntıydı.
Biz okur/lar olarak iyi romanlara, kötü romanlara yaptığımız muameleyi yaparız ne yazık ki. Mel’un, bir çırpıda okunacak romanlardan değil. Kürekleri aheste aheste çekerek okunması gereken bir roman.
Her romanı başlı başına bir edebiyat olayı olduğuna inandığım yazar Selim İleri’nin Mel’un’u da beklenen rutini bozmadı aslında. Birkaç iyi eleştirmenin dışında edebiyat çevrelerinde pek konuşulmadı… Hakkıyla konuşulmadı, demeliyim… Çok yazılsa da konuşulmadı…
Sonra ne oldu?
Yavaş yavaş -yaşayan en büyük yazarımızın diğer romanlarına yaptığımız gibi-, Mel’ûn’u da -bu unutuş ülkesinde- tozlu raflarımıza kaldırıverdik. Öte yandan bazı popüler yazarlarımızın kitapları baskı üzerine baskı yapmaya devam etti.
Ama iyi romanların kaderi böyledir, buna inandım. Her iyi romanın/romancının bir yolunu bulup, tarihin dehlizlerinden -aradan yıllar; hatta asırlar geçse de- okurun karşısına “büyük bir geri dönüşle” tekrar çıkacağını, her iyi okur gibi ben de biliyorum. İçinde bulunduğumuz toplumun ne durumda olduğunu tam mânâsıyla görebilmemiz için de, körleşmemizin etkisinin geçmesini beklemek gerekiyor, sanıyorum… Tarihin ilk kuralı bu olsa gerek. Tarihten ders almanın ilk kuralı…
Dünya, içinde bulunduğu bu akıl almaz çırağanlıktan kurtulursa bir gün, umuyorum ki, Selim İleri’nin birkaç sözcüğünü de okuma gereği duyulacaktır.
İlk başta bu toprakların insanları. Gerçi, gelecekte böyle bir ayrım olacak mı, (toprağa aidiyetlik) şüpheliyim! Mel’ûn’daki karakterimiz Sayru Usman da bir yanıyla aidiyetsiz bir karakter sanki.
Bir insana/yazara bu ağırlıkta duygusal yaklaşmanın bir hayranlık belirtisi olduğunu biliyorum. Aşırı genellemelere gittiğimin de farkındayım. Objektif bir değerlendirme yapmadığımın bilincindeyim. Yaptığım, yapmak istediğim, yalnızca, okuduğum iyi eserleri “güzel bir dünya” için yaşadığım hayatla harmanlamak. İşte hepsi bu! Bu benim ilk kuralımdır okur olarak. Bu yüzden ilk başta kitap aşkıyla değil, bir görev bilinciyle de okurum iyi yazılmış eserleri. Açıkçası, bu duyguyu anımsatan bir kitap Mel’ûn…
İki
Şimdi Mel’ûn’a…”Mel’ûn: Bir Us Yarılması’na giriş yapalım:
“Hayat adına muazzam bir kötülüğün ortasındayız.” diyor henüz başlarda Sayru Usman. “Herkesin aşağılandığı bir hayatta Alman tipi hamam böceklerine, karafatmalara, hatta Gregor Samsa’lara merhamet duymak elbette kimsenin ruhundan geçmiyor.”
Sayru şikâyetci bir tip. Hemen her yerde bulunmuş, hemen her yere adapte edememiş kendini. Bir çeşit tutunamayan. Zehirli hayattan kurtulmak için yalnızlığı seçmiş. Oldukça entelektüel. Ama bu onu mutlu etmiyor. Aksine tuttuğu defterler ilerledikçe, günden güne diplere çekiyor Sayru’yu. Lanetlenmiş âdeta. “Yalnızlığın vahşetiyle yaşayanlar zehirli hayattan korunmayı çabuk öğrenirler.” diyen bir adam… Bu da olsa olsa bir sayıklama.
Sayru rahat değil… Hemen her konuda ideolojik kamplara ayrıldığımız böylesi bir dönemde tanış olunması gereken bir karakter Sayru Usman.
Git git yalnızlaşmak sorunsalı: “Belki de artık sadece bir anarşizm. En çok da cemiyet baskılarını reddediş hoşuma gidiyor.” dememiş midir?
Sayru, hüzünlü bir adam. Acılarını hep yüreğinde yaşıyor, haykıramıyor; sığınağı kalmamış, edebiyattan başka… Bir yerde yine söyleniyor: “Mitinglere, meydanlara katılmamış olsam bile gönlümdeki isyanı ben bilirim. Onlar meydanlarda haykırırken ben de gönlümde haykırıyorum.” diyor.
Cumhuriyet tarihindeki en büyük bölünmeyi yaşıyor insanlar şu günlerde. Biz hâlâ doğulu muyuz batılı mıyız, onun cevabını bulmak peşindeyiz. İşte Mel’un da içinde bulunduğumuz bu toplumsal şizofreniyi yansıtıyor âdeta!
Sayru Usman gibi, ben de: “Spatulanın altından kâğıt parçasını –sararmış- çıkarıyoum. Doğu/Batı, Eski/Yeni, Dün/Bugüne, İlerici/Gericiyi, Aydın/Softayı, İslâmcı/Laikçiyi ilâve ediyorum…”
Sonra saklanıyorum… Sayru da öyle: “Her canlı ölmek için doğar.”
Şu günlerde, bana kalırsa, bir roman karakterinin seslenişine kulak vermeliyiz. Sayru Usman’ın şu sözlerini her duyarlı birey kulağına küpe yapması gerekiyor. Belki de her gün hatırlamak için; en görünen bir yerimize kondurmamız gerekiyor:
“(…) en koyu ateizmle en koyu sofuluk art arda, yan yana, hatta iç içe okunsa ne çıkar?! En koyu sofu en koyu ateistin, en koyu ateist en koyu sofunun iki mısraından, iki satırından mesut olamaz mı? Onlar hepsi, fokur fokur bir semaverin etrafına otursalar, çay içseler -isteyenler punç içse- çörek yeseler, söyleşseler söyleşseler… Sonsuz barışta fikirler, görüşler, inançlar uçuşsa uçuşsa…”
Zor, çok zor.
İkinci defter, “Ölümlü yaratıklar yeryüzüne acı çekmeye gelirler.”diye açılıyor:
Hepimiz acı çekiyoruz… Ama bu acılarımızı gösterme yarışı yerine, gerçek mânâsıyla paylaşmak zorundayız. Ve hepimiz bir atalet içinde bekliyoruz. Bir alıntı daha:
“Medeniyet’in ortadan kaldırılması için bu gönüllü koşuşturmaya hepsi katılıyor, sağcısı solcusu, muhafazakârı yenilikçisi, marksisti liberali, aydınlanmacısı Osmanlıcısı. Medeniyet tahribatında hepsi birleşmiş. Sevinç içindeler! Zil takıp oynuyorlar !”
Evet, Sayru Usman, hâl-i pür melâlimizi böyle yansıtıyor. Âdeta bir ayna gibi:
“İmlâsında bile birleşememiş bir ulusun sonu nereye varır ?”
Yine Sayru Usman gibi söylersek: “Herkesin herkesi incitmek, hırpalamak, belki de yok etmek istediği bir cemiyet burası.”
Sayru Usman kendine bir misyon da biçmiş; ama duyan kim: “Aslî vazifem birleştirmekti. Fakat Mevlid’inde bile ikiye bölünmüş bir cemiyet. Aman Allahım!”diyor bir yerde: “Böylece iki siyasî hüviyet halinde yazmaya koyuldum.”
Bunun ne demek olduğunıu yaşayan bilir.
Sayru Usman yaşayan bir karakter. Bana kalırsa, nesli tükenmekte olan bir avuç insan(lar) Sayru Usman’da vücut buluyorlar.
Mel’ûn bir karakter Sayru. İşte bir alıntı da buradan:“Sağcılar için bir solcu, hatta vatan haini bir komünist, dinsiz bir marksisttim; solcular için bir sağcı, hatta mürtecî, sapık burjuva ideolojisinin esiri, hatta kafatasçı bir faşisttim. Bunlar niye sağ ve soldular, kendileri de bilmezlerdi”
“Ölünün ardından söylenecek sözde bile anlaşamamış bir cemiyet! Aman yarabbi !” diyor ya Sayru, bu ne dehşet bir bölünme… İnanılacak gibi değil, hâlbuki her gün yüzyüze baktığımız insanlar, aynı topraklarda yaşadığımız bir cemiyetten bahsediyoruz.
Acı! Hazin! Cehaletin getirdiği bir bölünme bu. Kapı komşumuzu dahi tanımıyoruz ki, nasıl bölünmeyelim: “Fikrimce biz bir muamma cemiyetiyiz.”
Bu yüzden zaten Sayru Usman “Boğulayazmıştım.” diyor, boğuluyor: “Tevâtür, hepsi tevâtür.”
Kulaktan dolma sözlerle, birbirimizi tanımaya çalışıyoruz.
Yalnızca cumhuriyet tarihi mi?
Hayır!
Tanzimat bile değil, daha eski… Lâle Devri’yle birlikte, günümüze kadar gelen bir haykırış bu roman… Bütün devirleri, bütün kurumları, bütün insanları muhatap alan devasa bir eleştiri Mel’ûn: Bir Us Yarılması.
Peki, öncelikle hesaplaşacağımız neydi?
Uzun asırlar bizi rahatsız etmiş Doğu-Batı sorunu mu? Çözüm de tam bu şizofrenide yatıyor ya!
Selim İleri’ye kulak kesilelim:
“O Sayru Usman’dı. Bizim için bir şeyler yazmak, söylemek istemişti” desinler istemiştim. “O Sayru Usman olarak acılar çekmişti, bizi sevmişti.”
Evet, ben de, kimi kötü romanların övgü dolu sözlerle göklere çıkartıldığı şu görünme çağında, “övgü dolu sözlerle” iyi bir roman hakkında yazma hakkımı kullanmak istedim.