Alfred Wallis bir tüccarmış, yetmişinden sonra resme başlamış diyorlar; yolun yarısına bir yıl kala ben de Wallis gibi kendime arkadaşlar edinmek isterdim. Bir mektubunda resme başlamasının sebebini şöyle açıklamış Wallis: “kendime arkadaşlık edecek bir uğraş”. C.S.Tarancı’nın otuz beş yaş’ını son iki-üç yıldır bütün şiddetiyle duyumsamamak elde değilken; içlerime kadar işlerken şiir; şimdi yolun yarısına bir kala ben de kendime arkadaş edinmek istiyorum… Bu, resim sanatı neden olmasın… Peki, ama hangi düzlemde: İşte bu kafa karışıklığımla kitaplara sarıyorum ya sürekli. Sezer Tansuğ’u, otuz dördümde tanımış olmanın verdiği bir hüzün olsa gerek bu serzenişler. Neredeyse otuz beş yaş, yolun yarısı eder. Estetin, Resim Sanatının Tarihi (Remzi Kit.) adlı kitabına geçende bir kültür merkezinde rastladım, kütüphanede. Kapakta yer alan “mağara duvarına yapılmış bir motif” çarptı beni ilk başta: Keskin çizgilerle resmedilmişti hayvan. Galiba ilk “çizgi” vardı. Çocukluğumuzdan kalma çizgilerimiz hep ezberde, değil mi? İşte öyle bir şey. Düz çizgilerle resimler çizmeye çalışırdı o yaştaki çocuk. İlk insan da böyle yapmış. Çizginin önemini kısa bir açıklamayla belirtmiş Sezer Tansuğ, açıkçası çocukluğuma yol aldım. Tekrar okumak istiyorum Tansuğ’un o cümlesini: “Çizgi, yüzey üzerine nesnenin ilk dış sınırlandırma eylemi olduğu için renkten de öte gelir. Resmin salt çizgilendirme isteğinden doğduğu bile ifade edilmiştir. Nitekim Tarih öncesi insanın resim dünyasında da, ilkel insanda da, çocukta da çizgi bu temel eğilimi belirler ve resim diliyle ifadenin ana aracı olur.”
Tarih öncesinde yaşayan soyumuzun mağara duvarlarına yaptığı o ilk hayvan motiflerinden, ilk uygarlıkların çıkışına, Çin, Japon, Hint ve Orta Asya bölgelerinden, İslâm’da, İslâm ülkelerindeki resme; Batı dünyasından, sözgelişi İtalyan, Fransız, Alman, İspanyol, Hollanda ve Flaman ülkelerinden; İngiliz ve Alman resminden, bir anlamda Rönesans’tan; çağdaş resim akımlarına ince uzun bir serüven.
Okuma sürecimde Google’ı açık tuttum hâliyle, ağır ağır yol aldım sonra: Her bölümde eksik parçaları tamamlamamı istiyordu sanki Sezer Tansuğ. Neyse ki, Google var hayatımızda. Bilgisayarımda bir sürü koleksiyonum oldu ayrıca. Bir yandan Resim Sanatının Tarihi (Remzi Kit.)ni kat ederken, öte yandan “dünyevî hazlar bahçem”de tek tek seyrediyordum resimleri. Bu önemliydi. Dönem okuması yaparken “görsel bilgi” de vazgeçilmez bir unsur olarak yanımızda hep durmaz mı? Kitaptaki resimler okura yetersiz geliyor bu anlamda, her dönem için “çokça resim” bakmak gerekiyor, seyretmek; tecrübe etmek…
Tabii böyle bir tecrübe sonrası (Sezer Tansuğ’u bu kadar geç tanıdığım için.), İskender’e mahcup mahcup bir şeyler sormak isterken, katmerli cahilliğimi iyiden iyiye deşifre de etmiş oldum kendisine. Sakin sakin cevapladı: Sezer Tansuğ 1998’de vefat etmiş. (Ben henüz on sekizimdeymişim.)Türk sanat tarihinin kıymetli kişiliklerinden biri. Şenlikname Düzeni (Yapı Kredi Yay.) adlı kitabı, okunması gereken önemli eserlerinden, dedi İskender. En kısa zamanda bütün külliyatını edinmek isterim elbette; bir meraklı okur olarak… Size de bu vesileyle önermiş olalım.
Sanat eleştirisinin önemsenmediği, hatta yok sayıldığı bir ülkede yaşıyor olmamıza rağmen, şöyle kütüphane gezilerinden ne çok değerini bilmediğimiz isim çıkıyor, hayretler içinde kalıyor insan:
“Bir yanıyla Osmanlı kültürünün bıraktığı gelenek izlerinden yürümeyi severdi. (…) 1980’lerin ortasına gelinceye kadar Türk resmi, eleştirel bir söylem geliştirememişti. Bunda kuramsal birikim eksikliğinin önemli payı vardı. Bu yönde çaba gösterenler gene edebiyatçılardı. Sabahattin Eyüboğlu da, Tanpınar da, hatta Peyami Safa da ‘resim eleştirisi’ yapmıştı. Tansuğ’la bu konuyu çok tartıştık. O, sanat eleştirisinin sadece sanat tarihi içinden çıkacağına inanıyordu. Ben daha o yıllarda bizatihi sanat tarihinin sorunlu (ideolojik) ve kapatıcı bir kavram olduğunu öne sürüp felsefe-kuram ikilisini savunuyordum.”
Doğal olarak, sanatta, sanat eleştirisinde ikilikler varolagelmiş. Önlenemez bir olgu. Düşünce farklılıkları, hiç kuşku yok ki, bizim eleştiri ortamımızı olumlu yönde beslemeli. Aksini kim iddia edebilir ? Gelin görün ki, bizde ideolojik yaklaşımlar hakikaten de sanatı, sanat eleştirisini öldürüyor. Gereğinden fazla politik bir toplum olmamızı sorgulamalı bu bağlamda. Tektip bir eleştiri düşünülebilir mi? Elbette hayır.
Bu arada ben, sıradan bir okur olarak, bu tartışmaların dışında, ilk evvela bir “sanat tarihi okuması” için zihnimi temizledim. Sezer Tansuğ’u daha iyi tanımak için.
Hepimiz tanıyalım isterim.