Yan yana oturduğumuz ortaokul sıralarını hatırlardım. İngilizce öğretmenimiz sınıfa bir şey sorduğunda kaldırdığın o zarif parmağını hatırlardım. Teneffüs ziliyle beraber öğrencilerin gürültüyle dışarı, bahçeye hava almak için koştuklarında senin yavaş yavaş yürüdüğünü hatırlardım. Cüce-deve oynarken şaşırdığın için cüce olacağın yerde, deve olduğunu görürdüm. Hatırlardım. Kalemimin ucu kırıldığında senden kalem tıraş istediğimi hatırlardım. Kokulu silgimi sana ödünç verdiğim anları, yazdığın yazıyı dikkatle sildiğin o anı hatırlardım. Beden eğitimi dersinde takla atılırken, sıranın sana gelmesini beklerdin ve sıran geldiğinde estetik bir şekilde atların. Hatırlardım. Ramazanın ilk günlerinde kantin sakin olurdu ve senin oruç tuttuğunu bildiğim için, babamın okula getirdiği hamburgeri gizlice ve de utanarak yediğimi hatırlardım. Akşam okul çıkışında seni gizlice izlediğim kış mevsimini hatırlardım. Fındıkzade’deki Cuma pazarında ailenle gezdiğin günleri (zaman zaman görürdüm) hatırlardım. Muhafazakâr bir aileden geldiğin için, etek boyunun diğer kız öğrencilerden daha uzun olduğunu hatırlardım. Özenerek yaptığın ödevi edebiyat öğretmenine heyecan içinde gösterdiğin o ânı hatırlardım. Bir hâtıra defterim vardı, sana ayırdığım sayfayı hatırlardım. Okulun son günü gömleğimi imzaladığın tükenmez kalemin aktığı o günü hatırlardım. Okulun bahçesinde bir çam ağacı vardı. Onun önünde arkadaşlarınla muhabbet ettiğin, oyunlar oynadığın günleri hatırlardım. Sana nasıl da delice âşık olduğumu ve yanına utandığım için yaklaşamamamı hatırlardım. Okulda futbol oynarken beni izlediğini bildiğim için sana bakamamamı hatırlardım. Din kültür hocamızın o gün verdiği duayı ezberlemediğim için elime pergelle vurduğu o ânı ve senin üzüntü dolu bakışlarını hatırlardım. Sınıfta çok konuştuğum için Tarih öğretmenimizin beni iki kızın yanına; yani sen ve şimdi ismini hatırlayamadığım ortaokul arkadaşımızı hatırlardım. Sana değmemem için çantanı yanıma koyduğun o anları hatırlardım. İki-üç kafadar arkadaşımla okuldan kaçarak okulun arka bahçesinde gizlice nasıl sigara içtiğim günü hatırlardım. Benim kadar utangaç olmayan sınıf arkadaşımın bana “sevgilin var mı?” diye sorduğu o gün seni düşünerek ve de utanarak “hayır” cevabı verdiğim günü hatırlardım. Bir öğretmenin seni ikaz ettiğinde, üzüntüyle sana baktığım ânı hatırlardım. Edebiyat dersinde okuma parçasını ağır ağır okuduğun o ânı hatırlardım. Bir gün okula gelmediğin gün gözlerim seni arardı; hatırlardım. Hasta olduğun o günleri hatırlardım. Sınıfta erkeklerin “uzun eşek” oynarken birbirlerine terbiyesiz bir şeyler söylediklerinde sana bakamazdım ya da utanarak bakardım… Hatırlardım. Okul önünde satılan simitlerden satın alırken, seninle paylaşmak isterdim; fakat utandığımdan paylaşamadığım günleri hatırlardım. Voleybol takımına ikimiz de seçilmiştik. Ve ayrı ayrı kızlı-erkekli iki takıma ayırmıştı öğretmenimiz bizi; kızlar takımının maçını izlerken, gözüm hep sana kayardı. Bu defa her nedense utanmazdım; hatırlardım. Kasvetli bir Şubat akşamlarında gizlice seni evine kadar takip ederdim; beni hiç farketmezdin; hatırlardım. İngilizce yazılı sınavda nasıl da kopya çektiğini hayretler içinde görür, sıusar, bir şey demez ve konuşmazdım. Çalışkanların da kopya çektiğini hayretler içinde görür ve şaşardım; hatırlardım.
Sana nasıl da deliler gibi aşık olduğumu ve utandığımdan itiraf edemediğimi defalarca hatırlar, hatırlar; hatırlardım…
İşte şimdi yazıyorum. Yıllar sonra okuduğum bir kitabın arasından çıkan kurutulmuş gülü görünce Ece; bir bir hatırladıklarımı kâğıda döküyorum. Teypte George Dalaras çalıyor.
Bu öykü yunan müziği eşliğinde yazılacak…
Yunan müziği eşliğinde yazacağım.
Öyleyse hüzünlü bir şeyler anlatılacak… Yunan müziği bana hüznü çağrıştırıyor. Nedensiz. Sürekli…
Söylesene Ece, öyle değil mi? Hüznün kraliçesi değil midir Yunan tınıları… Ilık, hüzünlü bir İstanbul sabahına uyanmamış mıydık Samatya’da o yaz… Demiştin ki, hüzün her zaman sevdiğimdir. Hüzünsüz yaşayamam. Garip bir haz duyuyordun öyleyse sen hayattan. Hayat; hüzündür…
Yıllar sonra karşılaşmıştık. Beyoğlu’nda bir ilkkış, yağmurlu bir akşamüstü, eylûl ayı, hüzünlü bir eylûl ayı… Eylûl; hüzündür… İlle u’nun üzerini…
Çocukluğumu anımsayarak veriyorum telefon numaramı sana. (Ayrıldığımız yazı kim tahmin edebilirdi ki! İkinci ve son defa ayrılmıştık.) Yine Beyoğlu’unda yürüyorduk. Yıllar önce, çocukluk… Sana dondurma ısmarlamıştım, ilişkimizin başkenti İstanbul, Beyoğlu semtinde… Hafta sonuydu, okul tatildi… Buluşulmuştu… Yıllar sonra karşılaşıyorum seninle. Bunları düşünerek, usulca not düşüyorum hatıra defterime. Sonra usulca telefon numaranı yazıyorum baş sayfaya, yıllar sonra… Her şeyi not alma gibi bir hastalık! Yazarlık hastalığı. Bu öykü biraz da bu notlardan oluşacak. İlençli!
Yıllar sonra buluşuldu. George Dalaras çalıyordu kıyı lokantasında. Yavaş yavaş yürüyorduk kıyı şeridini. Burgaz’a ilk gidişimizdi. Sait Faik’in büstünü ilk görüşümüz. İlk defa bir Sait Faik öyküsü okumamıza sebep bu adayı; ilk… Hayır, ilk ayak basışımız. Dediğim gibi, George Dalaras çalıyordu ve yıllar sonra seninle yan yana yürüyorduk. Kevork Ağbi’min bana anlattığı Ermeni öyküleri gibiydin. Kevork Ağbi’nin anlattığı öykülerde hüzün vardı. Sende de hüzün… Seviyordun bu kelimeyi: hüzün…
Bu öykü yunan müziği eşliğinde yazılacak…
Samatya’daydık. (Yıllar sonra) Balık –ekmek, efendice birer kadeh rakı. Yine o tını! İçinde yaşadığımız zamanda farkında değildik hüznün, yalnızca; yaşayarak bunun içini doldurmakla meşguldük. Ama her ne hikmetse o kelime… Geçsek iyi olacak. -Bu hikâye Yunan müziği eşliğinde yazılacak.-Bize geldiğin ilk günü hatırlıyorum da, gökyüzü yine uzaktı, maviydi falan… Cemal Süreya’nın; “Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz/Gökyüzünün o meşhur maviliğinde” dizelerini sallamıştım sana… Şiirler hiç sallanır mıydılar, ayva ağacı henüz çiçek açmışken sana sallayamadığım meyveleri gibi. Şiirler de sallanırdı… Çok sevmiştin Cemal Süreya’yı… Hatta sırf bunun için bile sevebilirdin belki beni… Böyle düşünmüştüm. Böyle böyle avutuyorduk ilişkimizi. Yıllar sonra karşılaşmanın verdiği bir özlemdi, kim bilir; sırf bunun için uzatıyorduk… Seviyorduk birbirimizi… Ortaokul yıllarından sonra ikinci defa buluşulmuştu.
–Aşkımız bir masaldı Ece, elimi kalemden hiç çekmeden, bir an bile ara vermeden, Yunan müziği eşliğinde…
Sonra senin okul gömleğin, herkesin hatıra bir şeyler karaladığı o meşhur okul gömleğin… Bana hediye etmiştin… Anlamamıştım bu hediyeni. Senin hatıraların neden bende kalsındı?.. Yıllar sonra açıp baktığımda, çocuk halinle; çocuk kalbinle şunları yazmışsın:
Hayat bir yaprak
Bir gün solacak
En güzel anılar mâziye karışacak
Sen de unutacaksın beni
En çok sevdiklerin gibi
Bu yazılar arasından
Hatırlayacaksın beni…
Sakın unutma
Seni seviyorum…
Ben de seni seviyorum Ece…
Çocuk kalbime hançerler…
Sekerek yürümeye çalışıyorum. Çengelköy vapuru limana yanaşmış, ille çınar altına uğramalı geçerken. Dedem, sırtlarda bizi bekler. (Çengelköy sırtları) Bababaannem eşlik ediyordur dedeme. (Sabah çayı) Akşamüstü, dedemin kendi eliyle hazırladığı vişne likörü içilir. Şimdi daha sabah, güneş tepemize çıktı-çıkacak. Annemin elini tutmuyorum. Haylaz bir çocuğum… Dedim ya, sekerek… Sağlı-sollu, bir yılan gibi kıvrılan yol. Sırtlara çıkana kadar babam, kan ter içinde kalıyor. Bu yaz mevsiminde zor oluyor sırtlara yürümek, taksi de tutulamıyor. Kıt kanaat geçim derdi işte… Babam demek, diyorum, Sait Faik’ten bir hikâye demek: Şahmerdan. Şimdi anımsıyorum da emek vardı o öyküde, nasıldı: “Sarışın amele kıpkırmızı kesilmişti. Saçları yavaş yavaş kirli elleriyle yağlanıyor, boynunun damarları şişiyor; göğsü harikulâde genişliyor, narin vücudu, birdenbire, atlet insanlarda olduğu gibi atlaşıyordu. Babama bakıyorum. Yokuş yukarı çıkıyoruz. Annem pek etkilenmemiş gözüküyor sıcaktan. Babamın suratı pancar…
–Çocukluğumun geçtiği Çengelköy. O zamanlar tanışmıyoruz seninle Ece ama yıllar sonra bu eve geleceğiz mutlaka. Mutlaka. Bir masal kraliçesisin sen Ece.
İşçi babam, kısa bir mola verelim, diyor. Şu ağaççığın altında. Leylaklar. Rayihasından hanımeliler… Çengelköy’ün yeşillikleri. (Şimdi anımsadıkça, çocuk kalbime…)
“Yavaş yavaş yol alalım ablası…”
Kırda papatyalar… Ablam saçlarını örmüş, akşamdan, papatya kaynatıp sürmüş saçlarına, babaannemlere gideceğiz diye sürmüş, sararsın diye sürmüş… Papatyaları görünce hatırlıyorum, ağlıyorum. Ablam bana sürmedi papatyaları, benim saçım sararmayacakmış.
Hem, erkekler saçına papatya sürerler miymiş Ece?!
Şimdi çocuk kalbime…
Dedemle babaannem bahçede karşılıyorlar bizi.
“El öpenlerin çok olsun…”
İşçi babam yorulmuş, annem çaysamış… (Hep öyle söyler, çaya susamak gibi bir şey.) Annem, dedemin en sevdiği fötr şapkalardan almış, hediye olsun için. Biz, her bayram dedeme şapka hediye ederiz, hiç değişmez. Dedemin şapka koleksiyonu var da ondan. Dedem. Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye. Her seçim aynı partiye reyini kullanır. Şapka koleksiyonu da eski sosyal demokratların alışkanlığı. Şimdi düşündükçe garip geliyor, bir şapkada direnmek, işsizlik başını almış gidiyorken. Ama gene de ihtiyatlı olmak lâzım. Büyük devrimin en temel simgesi.
İşsizlik deyince aklıma yazarlık bedbahtlığı da geliyor… İlk gençliğimden bu yana yazıyla uğraşmak, anlatmak, bıkmadan usanmadan, karşılık beklemeden… Sonra yine işçi babam: Şahmerdan
Nasıl da benziyor o Çengelköy’e gittiğimiz yaz mevsimine bu hikâye: Haziran yağmurları birdenbire kesilmiş, yaz; rüzgârsız, ağır ve kasvetli iskelenin ve denizin üstüne çöküvermişti. Sonra işçi babam, ille işçi babam: “Dört hamlacı terliyorlardı. Potrel bazen denizin içinde bir kayaya rastlıyor, demir güllenin üstüne bütün hıncıyla düşmesine rağmen ancak iki üç santim giriyor yahut da demir porteli bir balmumu gibi bir vuruşta eritiveriyordu. O zaman demiri yeniden hava tazyiki ve oksijenle işleyen ateş makineli “chalumeau” ile kesmek lâzım geliyordu.
-Yıllar sonra Ece, seninle gitmedik mi? Ev satılınca, el ayak çekilince, Çengelköy sırtlarında… Seninle öpüşmedik mi avluda. Havuzun kenarında… Şimdi sen de, Çengelköy de yok artık. Hatırlıyorum ama, her şeyi…
Sonra dedemin çift katlı evi, etrafı yeşilliklerle çevrili, erik ağacı, leylaklar, hanımeliler, derken menekşeler, güller… Ferah ferah barınma olanakları. Buradan da bakıldığı vakit yine işçi babam… İlle işçi babam. Sonra akşam çayı içiyoruz. Dedem vişne likörünü yine masanın üzerine koymuş, havuzun yanı başında, küçük, dikdörtgen bir masa… Babam içkiyi sever, çayı bir kenara itiyor, dedemin özene bezene getirdiği küçük çapta likör bardakları yeter mi babama… Mutfaktan su bardağı alıyor kendine. Dedem, zarif likör bardağı ile efendice, bir kadeh! Babaannem de dedeme eşlik ediyor… Biz ablamla, kızarmış ekmeklerimize gül reçeli sürüyoruz… Çok börtü-böcek oluyor babaannem toplarken gülleri, bir de reçelini yapıyorlar… Yerken midem kalkıyor sonra… Babaannem bir yudum liköre eşlik ettikten sonra, kendine ve anneme çay koyuyor…
–Yıllar sonra o eve, çocukluğumun geçtiği… Seninle de gitmiştik Ece! Öpüşmüştük seninle, orada… Bir yaz günü.
Çengelköy sırtlarında bir villa. Dedem çok düşünmüş, sonunda âşık olduğu kişinin adını koymuş. Villanın ismi de var. Babaannemin ismini kapının girişinde görüyorum: Villa Nermin. Yıllar var, diyor babaannem…
“Bizim alt komşumuz Rıfat Ilgaz’dı, her sabah selamlaşırdık.” (Kiracımız demeye dili varmıyor babaannemin.), sonra bir vakit Orhan Kemal gelmişti, muhabbet etmiştik… Hiç Âşık Veysel’i unutur muyum? Rüya gibiydi…” Eski İstanbul Hanımefendisi: Nermin. Villa Nermin !
-Seni bir Orhan Kemal öyküsü, bir Âşık Veysel sözü gibi… Seni bir Rıfat Ilgaz şiiri gibi sevmişim Ece! Çocukluğumdun.
Akşam olunca cırcır böceklerinin sesleri geliyorlar. Sonra dedemin uzak dürbünü. Boğaziçi’ni izlerken ne düşler kurar, ne hayallere dalardım. Çocukluğumda hep yazar olmak istemiştim, Boğaziçi’ni yazmak. (İşte şimdi yazıyorum. Belki bu anı kırıntılarından bir şeyler çıkartabileceğim bir öykü yazmak… Yunan müziği çalıyor.) Sonra ablamla uzaklara dürbünle bakar, bir renk tutardık. Otomobillerin geçtiği Boğaziçi Köprüsü’ne doğru bakar, dakika tutardık. Beş dakikada en çok hangi renkteki otomobiller geçecekti. Dedem öğretmişti bu oyunu. Bir de sır vermişti bana. Sarı demek, taksi demekti… En çok sarı renkteki otomobilleri izlerdik dürbünle. Ben hep kazanır, ablam hep kaybederdi. Büyüdükçe, ayrılıkları anladıkça sarı demenin, kazanmanın, o esrarengiz havasını kaybediyordum.
Sarı, ayrılık demekti çünkü. Sarı ayrılık demekti ve yıllar boyu bu ayrılıkları… Sürekli ayrılıkları yaşayacak, yazacaktım… Ayrılıklardan şikâyetçi oluyordum. Yazmak da böyle bir şey zaten. Yazmak, kim bilir, bir şeyleri şikâyet etmek, haykırmaktı. Bunu seçmiş olmalıydım. Her ayrılık şikâyet edilmeli.
–Ayrılmasaydık Ece, söz vermiştim sana… Yine gidecektik. Çengelköy’e tekrar gidecektik, Burgaz adasına gittiğimiz gibi, buraya da tekrar tekrar gidecektik. Çocukluğumun evi terk edilmişti. Bahçe haraptı. Havuz çamurluydu. Öpüşecektik belki…
Gcenin siyahında, dedemin eski radyosunda sanat musikisi çalıyor. Akşam yemeği yeniyor.
Uğultulu bir yalnızlık var havada. Gece sessiz. Hayat hiç bu kadar sessiz değildi, diyor babam, sanki üretim araçlarının sesini duyumsayarak… Çengelköy akşamları hep böyle oluyor. (Çengelköy sırtları demeliydim) İşçi babam kızarmış köfteleri löp löp götürüyor. Uzun uzun konuşuluyor. Evet, bahçeye konan küçük radyoda dinlenilen musiki… Şehrin kalabalığından, gürültü-patırtısından uzak, azınlık bir yeşil! Bahçeye dolan rayihasından çiçekler, gecenin uğultusu duyuluyor… İşçi babam yemek sonrası bir sigara yakıyor… Uzun uzun tellendiriyor.
Çocuk kalbime hançerler…
Günün birinde babaannem dedeme demiş ki, “satalım buraları, şehir merkezine inelim.”
Şimdi o siyah geceyi kötü bir hüzün gibi ansıdım. -Hüznün iyisi de vardır-Yıllar yılı Çengelköy sırtlarında yaşayan dedem, şehir hayatına dayanamayıp, -o sağlıklı, dinç adam- ölüveriyor. Çengelköy’deki ev.(Babaannem hep Çengelköyü, derdi) Orhan Kemal’in geldiği o ev, Âşık Veysel’in türküsünü çığırttığı bu yeşilliklerle dolu villa… Sonra Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı bu güzel havuzlu, bahçeli… Satılıyor! Sanki ev değil de anılar… Duyduğumda o kadar da çocuk değildim. İlk ayrılık öyküm bu oldu böylece.
Şimdi düşündükçe, çok anım yokken bu evde, ya da anıların anı olduğunu bilmezken, neden çocuk kalbime hançerler giriyor, anlayabilmek…
İşte böyle…
Sıraya koymalı:
İşçi babam her zaman olduğu yerde, aynı konumunu koruyor. Üretim araçlarının işçilerin ortak malı olduğu günleri hayal ediyor… Ece, biz seninle kır papatyası topluyoruz; babaannemin Çengelköyü’nde…
Bu öykü yunan müziği eşliğinde…
Benim çocuk kalbime bir haçlı hançeri giriyor…
-Samatya’da, Ece…ayrıldığımız o yaz… “Tekrar geliriz, yıllar geçse de tekrar gideriz Çengelköy’e değil mi?!” Ayrılırken böyle söylemeyi ne kadar da istemiştim.
Hüznün kraliçesiydin Ece, bir masal…
Hatırlardım.
Bir varmış bir yokmuş…
Yunan müziği eşliğinde…
Bu hikâyenin başlığı: “Çocuk Kalbime Hançerler” olmalıydı.
Yaz/2012