Son Söz ‘Sevgiler’di[*]
William Saroyan
Çeviren: Haden Öz
Uzun zaman önce, ben on bir yaşındayken, annem ve babam uzunca bir münakaşaya tutuşmuşlardı.
Tartışma, babamın kırk yedi yaşında – herkese – asistan olduğu Graff’tan eve döndüğü anda başladı. Graff, gıdadan hazır giyime, hayvan tuzaklarından çiftlik edevatına kadar her şeyi satıyordu. Babam, günlüğü sadece üç dolara işe girmişti, on iki saatlik günün sonunda parasını nakit alıyordu. Asıl mesleği öğretmenlik olmasına rağmen öyle ansızın, bir uyarı olmaksızın her an işinden olma ihtimali de umurunda değildi.
Tartışma abimin sinirlerini alt üst ettiğinde, babam yazın sonundan baharın başına kadar altı aydır bu işi yapıyordu. Ralph bana söyleyene dek tartışmanın farkına varmamıştım bile. Anne ve babamın hatasını bulduğu için ona o kadar imrenmiştim ki.
Ama öncelikle tartışmayı tasvir etsem daha iyi olur, eğer bu mümkünse.
Evvela, evi çekip çeviren annem ve Graff’ta çalışan babam vardı. Lisede sınıfının zirvesinde olan abim Ralph vardı. Ortaokulda sınıfımın en kötüleri arasında olan ben vardım ve hiç telaşa mahal vermeden sadece hayatın keyfini çıkaran dokuz yaşındaki kızkardeşimiz Rose vardı.
Anneme dair bütün söyleyebileceğim onun bir kadın olmasıydı, bana sorarsanız çok güzel bir kadındı. Şen şakrak bir kahkahadan sessiz, karanlık bir arzuya hızlı bir şekilde geçen ve babamı sinir eden bir huyu vardı. Anneme defalarca şöyle dediğini hatırlıyorum:
“Ann, sorun nedir?”
Maalesef, soru her daim gereksizdi, annemi ağlatır ve babamın da evden gitmesine sebep olurdu.
Uzun tartışma süresince babam, durumdan paçayı sıyırıp kontrolü elinde tutmakta kararlı olmasına rağmen nahoş ve umulmadık bir şeyden ümitsizce kafası karışmış ve bozguna uğramış hissediyordu.
Abim Ralph liseden mezun oldu ve bir üzüm bağında yaz mevsimi boyunca sürecek bir işe girdi. Her sabah, seher vaktinden hemen sonra bisikletiyle on bir mil gidip her akşam karanlık çökmeden biraz evvel geri dönüyordu. Saatliği yirmi beş sentti ve günde en az on saat çalışıyordu. Eylülün başına kadar yüz dolardan biraz fazla biriktirmişti.
Bir sabah erkenden uyandırdı beni.
“Sana hoşça kal demek istiyorum,” dedi. “San Francisco’ya gideceğim.”
“Neden?”
“Burada daha fazla kalamam.”
Gözlerinde yaş olmasaydı “Peki, iyi şanslar Ralph,” diyebileceğime inanıyordum ama gözyaşları bunu mümkün kılmadı. Babam kadardı. Giydiği takım babamındı, annem onun için kesip biçmiş uygun hale getirmişti. Gözyaşları ne içindi? Yıllarca onun gibi, gözyaşlarım asla akmasın diye, ona öykünmüşken, iki ya da üç kez yalnızken koyvermem hariç ve bunda başarılı olmuşken ve bunu kimse bilmiyorken bir anlığına benim de gözlerimde yaş olacak mıydı? Eğer benim gözlerimde de yaş olacaksa, niçin olacaktı bu? Bildiğim her şeyi okulda değil abimden öğrenmiştim ve o da bildiği her şeyi babamdan öğrenmişti. Peki, şimdi biz neyi biliyorduk? Babam neyi biliyordu? Abim neyi? Ben neyi?
Yataktan çıktım, kıyafetlerimi üstüme geçirdim ve dışarıya, avluya çıktım. Yaşlı çınar ağacının altında abimle boş vaktimizde bir gün King Nehri’nde süreceğimiz neredeyse tamamlanmış olan sal vardı.
“Yalnız bitiririm,” diye düşündüm. “King Nehri’nden aşağı yalnız sürerim.”
Abim sessizce evden dışarı çıktı, elinde eski hasır bir bavul vardı.
“Salı bitireceğim,” dedim. Abimin ciddi olmayan bir ses tonuyla bir şey söyleyeceğini ve sonra dönüp yürüyüp gideceğini sandım, hepsi bu kadar olacaktı.
Lakin bunun yerine, bavulu yere bıraktı ve sala doğru eğildi. Üzerine çıkıp oturdu, sanki salı suya indirmiş, King Nehri’nden aşağı kürek çekiyorduk. Elini salın yanına koydu, King Nehri’nin soğuk sularına daldırıyormuş gibi yaptı ve etrafına bakındı, sal üzüm bağlarının ve meyve bahçelerinin arasından geçiyormuş gibi. Bir müddet sonra kalktı, saldan dışarı adımını attı ve bavulu aldı. Şimdi gözlerinde yaş yoktu ama hoşça kal diyemedi. Bir an, evden ayrılma fikrinden vazgeçeceğini ve yatağa döneceğini düşündüm. Aksine, “Bir daha asla o eve girmeyeceğim,” dedi.
“Onlardan nefret mi ediyorsun? Nedeni bu mu?”
“Hayır,” dedi, o an ağlamaya başladı, sanki neredeyse on yedi değil de sekiz ya da dokuz yaşındaydı.
Salı tutup yana devirdim ve dikkatlice çivilediğimiz tahtaların bazıları kırılana kadar üzerinde zıpladım. Sonra koşmaya başladım. Ona tekrar bakmak için arkamı dönmedim.
Yaklaşık altı mil, salı nehre indirmeyi planladığımız yere kadar bütün yolu koştum, yürüdüm. Nehrin kıyısına oturup düşünmeye çalıştım.
Ama hiç işe yaramadı. Anlamıyordum işte, hepsi bu!
Eve vardığımda saat sabah on biri geçiyordu. Çok acıkmıştım, oturup yemek yemek istedim. Babam Graff’taki işindeydi. Kızkardeşim dışarıdaydı ve annem bana bakmak istemiyor gibiydi. Yemeği masaya koydu, her zamankinden daha fazlaydı, bu yüzden bir şey bildiğinden veya şüphelendiğinden gayet emindim.
Nihayet şöyle dedi: “Salı kim parçaladı?”
“Ben parçaladım.”
“Neden?”
“Abime kızdım.”
“Neden?”
“Kızdım işte!”
“Yemeğini ye.”
O, salona gitti, ben yemeğimi yedim. Ben salona gittiğimde, dikiş makinesinde babamın takımlarından birinin üzerinde çalışıyordu.
“Bu senin için,” dedi.
“Ne zaman giyebilirim?”
“Gelecek pazar. Babanın eskilerinden biri, daha zayıf olduğu zamanlardan. Sana yakışır! Beğendin mi?”
“Evet.”
Elindeki işi bıraktı ve gülümsemeye çalıştı, sonra azıcık gülümsedi.
“Ne olduğunu bilmiyor,” diye düşündüm. Ama sonra “Belki de biliyordur ve onun tarzı da budur,” diye düşündüm.
“Abinin bisikleti garajda,” dedi. “O nerede?”
“San Francisco’ya gidiyor.”
“Sen nerelerdeydin?”
“Yürüyüşe çıktım.”
“Uzun bir yürüyüş mü?”
“Evet.”
“Neden?”
“Yalnız kalmak istedim.”
Annem bir an duraksadı ve sonra “Abin neden San Francisco’ya gidiyor?” diye sordu.
“Çünkü…” ama söyleyemedim.
“Sorun değil!” dedi. “Hadi anlat bana.”
“Çünkü sen ve peder çok kavga ediyorsunuz.”
“Kavga mı?”
“Evet.”
“Biz mi?” dedi annem.
“Bilmiyorum. Onu eve getirecek misiniz? Peder gidip getirecek mi?”
“Hayır.”
“Biliyor mu?”
“Evet. Bana söyledi.”
“Ne zaman?”
“Sen koşup gittikten hemen sonra, abin istasyona doğru yürümeye başladığında. Baban her şeyi görmüş.”
“Onu durdurmak istememiş mi?”
“Hayır. Şimdi git ve salı tamir et.”
Her gün çok sıkı çalıştım ve iki haftada salı bitirdim. Bir akşam babam kiraladığı kamyona salı yüklemem için yardım etti. Kamyonu King Nehri’ne sürdük, salı suya indirip nehirden aşağı yaklaşık on iki mil sürdük. Babam cebinden bir mektup çıkardı ve yüksek sesle okudu. Sevgili Anne ve Baba, diye başlıyordu. Bütün söylediği Ralph’in sevdiği bir iş bulduğu, sonbaharda okullar açılınca koleje gideceği, iyi ve mutlu olduğuydu. Mektubun son sözü ‘Sevgiler’di.
Babam mektubu bana verdi ve o sözcüğü kendim okudum.
O Noel’de babam abimle birkaç gün geçirmem için beni San Francisco’ya gönderdi. Benim için büyük bir maceraydı çünkü abim şimdi çok farklıydı, insanlarla dolu bir evde değil de mobilyalı bir odada yaşaması dışında neredeyse babam gibiydi. Sala ne olduğunu sorunca, nehirde kullandığımı ve kış için kaldırdığımı söyledim ona.
“Gelecek yaz sen gelince birlikte süreriz tekrar, tıpkı planladığımız gibi,” dedim.
“Hayır,” dedi. “Birlikte sürdük zaten. Şimdi artık senin.”
Kendi oğlum on altı yaşında şimdi ve son zamanlarda benim ve annesinin bir süredir kavga ettiğimizi fark etmemi sağladı. Yeni bir şey değil elbette -her zamanki münakaşa- ama ne annesi ne de ben bunun onun canını sıktığını fark ettik. Bu senenin sonuna doğru veya belki de gelecek yıl, küçük kardeşiyle bir konuşma yapıp evi terk edeceğini biliyorum. Bu gerçekleştiğinde hazır olmak istiyorum, böylece annesinin onu durdurmaya çalışmasına engel olabilirim. O iyi bir çocuk, hayatımı mahvettiğimi düşünmesini hiç umursamıyorum, yapmayacağı şeylerden biri.
Elbette yapmayacak.
[*] Bu çeviri daha önce Şahsiyet’in 9. Sayısında yayımlanmıştır.