En temel sorunun, lümpenlerin egemenliği meselesi olduğuna inanıyorum. İnternet çağının yaygınlaşmasıyla, iyiden iyiye zıvanadan çıkan lümpenler, yarım yamalak bilgileri, eksik duyumları üzerinden, allame-i cihan oldukları sanısıyla poz kesip caka satıyor, üstüne üstlük ağzı iyi laf yapanları sizi öyle manasız noktalara sürükleyebiliyor ki şaşırıp kalabiliyorsunuz da. Dahası kaba kuvvete yönelik yüceltici tutumlarının altını çizen, etik dışı yöntemlerle var olup bunlar üzerinden övünç duyan bir tipolojidir bu bahsettiğim. Küstahlıkları, cesaretleri ile sizi şoka sokarlarken, ticarette, siyasette, cemiyet hayatında doludizgin var olmaya devam ederler, ediyorlar. Ta ki kendilerinden daha kaba bir lümpen çıkıp onları alaşağı edene kadar. Bu arada bilmek, bilginin kıymetine inanmak, okumak, tartışmak, kafa yormak, işinde başarılı olmak; kendisine, ailesine, topluma değer katmak gibi dertleri, güdüleri olanlar ise iyiden iyiye marjinalleşerek kenara itilmeye devam ederler; ediliyorlar. “Yetişkin ergenlik” de diyebileceğimiz lafazanlıklar, kabalıklar, sorumsuzluklar üzerinden şekillenen bir acayip evrenin içinde debeleniyoruz. Her ne kadar umudu yitirmemek için çaba harcamak mühimse de insan sık sık kendini, buharlaşıp bu ecinni topluluk arasında kaybolmak isterken buluyor… Dahası 21. Yüzyılda kurtarıcı misyonu üstlenmek gibi bir tavırdan usanç da duyuyorsanız daha delirtici bir hale bürünüyor işler.
Kendilerin oluşturduğu topluluk!
Bu gereksizlikler çağında insan, kuşkusuz ilginç çıkarımlarda da bulunuyor. İktidar gibi bir olgu daha düne kadar hiç ‘dert gündemimde’ yokken veyahut da değişimin iktidarla mümkün olabileceğine inanırken, artık kendimizden öte, kendimizden sıyrılarak, bizden daha ulvi, yüce bir güce irademizi devredip onun, sorunlarımızı çözmesini beklemek gibi bir eğilim de bana manasız geliyor. “E, ne olacak o zaman?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hiçbir şey olmayacak aslında. İnsan, efendiler aramayı bırakacak; ne kendisine ne de bir başkasına. Bu, biraz da başkasıyla uğraşmaktan vazgeçmek gibi bir şey… Kendine odaklı ama buradan hareketle “kendilerin” yan yana gelerek oluşturduğu bir toplumsal yapıdan söz ediyorum. Ortak alanlar için birlikte karar alınan ama bireysel tercihlere karışılmayan bir organizma biraz da… Ütopik gibi gelen ama ikrah ettiğim bu çağda neden mümkün olmasın diye de kendi kendime düşündüğüm bir yapı.
Mümkünlüğe ulaşıncaya kadar!
Çok zor bir konudan söz ediyorum; birilerine bağlı olmak, onlara yabancılaşmadan yaşamak gibi bir zorunluluğu da doğru bulmuyorum aslında. Yani yabancılaşabilirsiniz de. İlla bağımlılık ilişkisi geliştirmek, birilerini kurtarmak, onları aydınlığa kavuşturmak gibi bir misyonu sürdürmek gerekir de demiyorum. Buna karşın birey olup bireylerin yan yana gelerek oluşturacakları topluluklar içinde, kendini yaşayabilmek için de ister istemez bazı ödünler vermenin şart olduğunu düşünüyorum. Yani ya birer serf olacağız ya da silkinip önce kendimiz için ayağa kalkacağız. Ben, ezelden beri insanın kendi mutluluğu üzerinden harekete geçtiğine inanırım. Zira yabancılaşma arzunuzu dahi yerle bir edecek durumlar vardır hayatta. Bir bebeğin, yaşadığınız dünyada açlıktan öldüğünü öğrendiğiniz andan itibaren günleriniz çekilmez hale geleceğinden, artık sessiz kalamayacak ve kozanızda yaşama konforundan vazgeçeceksinizdir. Çağımızın gerçeğidir bu. Yani böyle bir dünyada yaşamak, bu gerçekliği bildikten sonra mutlu olabilmek, içsel dinginliğe ulaşabilmek ne kadar olanaklı olabilir ki… O, kendinize kurduğunuz steril dünya parçalanmıştır artık. Ve yeniden kozamıza çekilinceye, o kozanın yaşanılır olabileceği bir mümkünlük inşa edilinceye kadar huzur var olabilir mi sizce de?
Kitaplar geçici sığınaklardır
Kitaplar geçici sığınaklarımızdır böyle zamanlarda. Gerçekçi olalım. Bir süre, en çok bir iki gün… Sonra güneşle, denizle buluşmak için veyahut da yağmurda ıslanmak için illa adım atacaksınız sokağa. E, zaten hayatta kalmak için pek çoğumuz çalışıyoruz zaten. Bir makinenin dişlisi gibi hissetsek de kendimizi çoğu zaman; biyolojik bir varlık olunca insan, ister istemez doyabilmek için katlanıyoruz metal dişlilerin kanatmalarına.
Uzun zamandır mutluluk ve dirençten söz ediyorum. Ne direncimden ne de mutlu olmaktan vazgeçtim. Ama herkes gibi fena halde yorgun ve aksiyim de biraz. Talihime tükürüyorum! “Doğru çağ değil bu çağ!” diyorum da bu lakırdıyı eder etmez; “Hangi çağ doğruydu ki?” Diye dürtüyor beni içimdeki insan… Ara ara, beş, on yıllık çiçek zamanların dışında uzun bir mutluluk asrı yaşanmamış ki hiçbir zaman… E, Derdistan’ın dertli bülbülleri gibi ağlaşıp durmak da manasız… İyi de ne yapacağız şu halde? Kime, kimlere anlatacağız derdimizi?
Hayat şaşırtır insanı!