-Fatma’nın anısına-
“Bizi hiç anlamadılar” demişti.
İntihar etmeden iki ay önce aramıştı. İşsizdim, beş param yoktu. Birilerinin arayıp “Ben geldim” demesinden ödüm kopuyordu. Bırakın misafir ağırlamayı çay ısmarlayacak param yoktu cebimde.
“Ne kadar güzeldi her şey. Ama biraz hırçındı bana karşı” onu terk eden sevgilisinden, ortak dostumuzdan söz ediyordu. “Aslında görüşebilsek ne güzel olurdu” Onunla oturmayı, konuşmayı, geçen güzel günleri, terk edilişleri, aşkları, siyaseti kısacası “sözün çubuğunu” yakıp saatlerce konuşmayı ne çok istiyordum.
“Bu sıralar öyle yoğunum ki ama en yakın zamanda mutlaka konuşmalıyız. Seni çok özledim” dedim. Biraz daha ısrarcı olsam çıkıp gelecek ya da ben gitmek durumunda kalacaktım. Yapamazdım.
İki ay sonra intihar etmiş. Ben altı ay sonra öğrendim.
Sonra yıllar geçti. En sevdiğim şairle aynı masada kadeh tokuştururken bahsettim ondan. “Evet, hatırladım dedi. Hatırladım. İmza günüme gelmişti… Çok üzgündü… Hüznünü unutmadım. Ahh canına mı kıymış” dedi.
Sonra sarhoş olduk.
Acıyı unutmak için sözden söze atlıyorduk. Ama hepimizin aklındaydı…
Sonra yıllar daha da geçti.
Unuttuk onu. Unutmak, hatırlamamak iyileştirir sanıyor insan. Oysa ne kadar çok söz etsek ne kadar çok söz eklesek sözlerimize daha çok yaşar geride bıraktıklarımız daha az sızlar yürekler. İnsan bu gerçeği bilse de farklı davranamıyor. Duygular bir girdaba dönüştüğünde bilincin derinliklerinden çıkıp gelen bir his, ket vuruyor pek çoğumuza.
Gittiğinden bu yana ne kadar çok şey değişti de bir ben aynı kaldım sanki. Bunu düşündüm bugün. Hep aynı yerde hep aynı bekleme odasında. Ömrümün bekleme odalarında geçtiğini ayrımsadım sonra. Bir şeylerin olmasını, düzelmesini bekleyip durdum ömrüm boyunca. Birileri geldiler, gittiler, güldüler, ağladılar ama ben hep oturduğum yerden izledim.
Sevdiğim insanlar ufuk çizgisinden bacası görünmeye başlayan gemi gibiler. Hep bacayı ya da çıkan dumanı görüyorum. Ama gemi yok ortada.
Bazıları ise çoktan battılar.
Ne kadar ince, ne kadar nezaketliydin. O güne kadar tanıdığım arkadaşlarımın arasında senin yerin her zaman bambaşka olmuştu benim için. Kırmaya korkardın bizi. Eksik kalırdın kahkahalardan bunu anlardım bazen. Ama bizimle vakit geçirmeyi severdin. Ve çok severdin hırçın sevgilini. En güzel zamanların mıydı senin de? Ben hala çok özlüyorum biliyor musun? Oturup içtiğimiz barımız yok artık yerinde. Geçenlerde Ankara’ya gittiğimde baktım göz ucuyla. Daha yakınına varsam ağlardım biliyorum. Değişmeden kalsın istiyorum yaşarken bazı mekanlar. O kadar çok ki kayboluşlar…
Bir de sokak. Gezdiğimiz sokaklar. Gitmeye elim varmıyor. Gençliğimin izlerini bulmak istiyorum oralarda. Fakat umutlu ama sonunun ne olacağını bilen o genç adamın hüznünü tekrar adımlamak zor geliyor galiba…
Erteliyorum.
Sürekli bir öteleme hali beklemek gibi vazgeçilmez bir alışkanlık.
Keşke diyorum hiç paramla sana çay ısmarlayamasaydım da sen gelseydin. Utanıp bir çırpıda sana söyleseydim işsiz olduğumu. Oturup konuşsaydık. Şiirler okusaydık. Anlatsaydın. Beraber kızsaydık arkadaşıma. Sen sonra gülümseyerek; “Kızma sırası bana geldi. Biraz da senden konuşalım” deseydin.
Çocuktum ve lüzumundan fazla gurur biriktirmiştim o zamanlar…
O kadar sarhoştuk ki…
Sen sonra gittin işte… Bize dizeler kaldı ve tarifsiz bir keder…
…Soluk soluğa yaşadı kentleri, aşkları
Bağlanacak kadar kalmadı hiçbirinde
Pervasız bir acemi, bir çılgın
Soyu tükenen bir bilgeydi belki de…
O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe
Avucundan dökülen kum taneleriydi her şey
Ne bir serseriydi ne de yılgın bir savaşçı
Ama kendi kafasıyla düşünen ve hakkında
Ölüm fermanları çıkartılan biriydi belki
Sevince deli gibi severdi
Pervasız severdi sevince
Dövüşmek ancak ona yakışırdı
Ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar
Yoktu bağlandığı herhangi bir şey
Bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından…/Ahmet Telli