Vücudunuz yaşlanıyor elbette, takvimler hızla eksiliyor. Günler geçiyor, hayat değişiyor. Fakat bir yerlerde, bir zamanlarda kalıyor belleğinizin bir kısmı. Zaman zaman sokaklarında yürüyor, zaman zaman eskilerde, çok eskilerde kalan o evde uyanıyor, arkadaşlarınızla aynı meyhanede bira içiyor aynı sokaklarda, amfilerde umutlu türküler söylemeye devam ediyorsunuz. Kimi zaman da rüyalar ve hayaller birbirine karışıyor. Ama kırılgan bir ruhla hazan mevsiminin kapıda olduğunu fark ederek uyanıyor ya da hayallerden sıyrılıp ana geri dönüyorsunuz.
Üniversite yıllarımı, öğrenci evimi, fakülteye varan sokakları, üniversitenin kantinini ve bunun gibi ufak tefek ayrıntıları öyle sık hatırlamaya başladım ki. İşin tuhaf yanı çok taze, çok yakın anılar, kokular -kokuları da duyumsuyorum- gibi geliyor bana tüm bu anımsadıklarım. Hâlbuki yirmi yıl olmuş biteli o günlerin. Nedir beni o güne, günlere yaklaştıran, geride kalmışlığa dair hüzünlendiren şey?
Psikologlar derin rüya çözümlemeleri yapıyorlar imgeler üzerinden. Her imge, bilinçaltınızdaki bir probleme, takıntıya vs karşılık geliyor diyorlar. Oysa ben imgeler görmüyorum. Bir dönemin ruhunu yaşıyorum. Hâlbuki o günden bugüne çokça değiştim herkes gibi. Özümü yitirmeden geliştim. Ama hala farklılıklarımızla da olsa geçmişimde aynı havayı soluduğum arkadaşlarımı gördüğümde seviniyorum. Sanki her birimiz zamanın ortasına fırlatılıp atılmış tespih taneleri gibiyiz. Birbirimizden ayrı, yolunu bulmaya çalışan yan yana gelsek bütünü yeniden var edip güzelleştirecek olan… Çoluk çocuğa karıştı, evlendi pek çoğumuz kuşkusuz. En gençlerimiz otuzlarının sonunda. Ama hep eksik bir şeyler var hayatımızda. Aradığımız, özlediğimiz bir şeyler.
Şiir… Evet, ne kadar uzun zaman oldu şiir okumayalı. Bugün, Serkan Türk, bana bir şiir kitabı önerirken şiir kitaplarının en az satılan kitaplar arasında yer aldığını anımsattığında utandım. Boynu bükük duran; kirli, çıplak ayaklarıyla hüzünle nefes alıp veren çocuklara benzettim masadaki şiir kitaplarını. Tekrarlıyorum durmadan; ne çok zaman oldu okumayalı şiir. Ne çok zaman oldu şiir kitabı alıp şiirlerden fallar tutmayalı, sarhoş olup bir dize okumayalı… Sanırım, şiiri kaybetmekle kayboldu bir şeyler hayatımızda… Şiirsiz, ruhsuz günlere mahkûm kaldık birlikte. Nefret dolu, kin dolu; yaşama, neşeye, aşka güzelliklere dair ne varsa düşman olanların insafına bırakalı kendimizi, böyle kırılgan sabahlarda buluyoruz yorgun bedenimizi. O nedenle bakıyoruz hüzünlü gözlerle birbirimize… Betül Dünder’in Yitik Ülke yayınları arasında çıkan Unutmanın Kısa Tarihi isimli şiir kitabı; unutmadığını ısrarla düşünen bana, evrenin bir mesajı mıydı yoksa? Öğrenci evini, fakültenin sokaklarını bu kadar canlı bir şekilde anımsarken unuttuğum yüzler miydi bana seslenmek isteyen bir yerlerden? “Şair Dünder; bir ses, işaret ver!” Diyerek rastgele bir sayfa açıyorum kitaptan; “…Unuttum çoğu şeyi/bir beyaz bayrak gibi kaldırdım aklımı/geçmiş gelirken üstüme üstüme/dindim çok dinledim kendimi/Basra Körfezi’ni ararken haritada seni hatırladım az önce ve bana olanı…”
Bir yerlerde bir şey oluyor. Gözlerimdeki yaşı engellemek neden bana güç geliyor? Nedir bu ağlamaklı hal? Şaire mi kızıyorum, rastgele açılan sayfada karşıma çıkan dizede içimi acıtan da nedir? Aklımda deli sorularla yol alıyorum gecenin tenha hiçliğine doğru…
Mutlu değilim.
Uzun zamandır bunu biliyorum aslında. Annesini arayan, pazar yerinde kaybolmuş bir çocuk gibi korkuyorum, yalnızım. Bana ait olmayan sesler, görüntüler arasında yaşamaya yazgılı, hayallerini kaybedip erkenden büyüyen bir adam gibi hissizim de biraz.
Yaşlanıyorum.
İçime fena halde gitmek isteği doluyor birden bire. Alıp başını gitmek… Ki hiç eksik olmayan bir duygu bu benliğimden… Hiç istemeden ayrılırken çocukluk şehrimden yüreğimde hissettiğim sızıyı, ayrıldığım şehrin en sevdiğim sahil yolunu, masmavi göğünü hatırladım şimdi de…Kalamadığım için mi gitmek istiyorum? Yersizliğin acısı mı gözlerimdeki kederin sebebi? Sahi neresiydi benim anavatanım? Çocukluğumdaki kargıdan atlar, milyonlarca yıldızı görebildiğim gökyüzü, gelincikler, papatyalar, mandalina ağaçları… Anavatanımda kaldılar, şimdi çok uzaktalar. Özlüyorum… Ama sahi neresiydi, bilmiyorum.
Mavi Boncuk şarkısı söyleyen genç kızlarla birlikte doluştuğumuz kamyonetin arkasında güle oynaya gittiğimiz deniz kenarı, hangi masal ülkesinde kalmış olabilir ki? İlk kez öpüştüğüm tiyatro kulisi, ilk derin varoluş kaygılarını paylaştığım lise sırası, ilk kez sarhoş olduğum yılbaşı akşamı, ilk siyasal kavgayı ettiğimiz şehrin sokağı…
“Masal bitti, biliyorum” derken, göz kırpan geleceğe bakıyorum… Sahiden masallar sonsuza kadar biter mi? Başka masallarda devam etmez mi hayaller?
“…acının da bereketlisi bir hoş oluyor dedim/acı tektir dedim periye/tektir gövdenin bir uçtan bir uca yanışı…”*
*Betül Dünder/Unutmanın Kısa Tarihi/Yitik Ülke Yayınları