Neşesi kaçmış hayattan yoruldum en çok!
Yürümek istiyorum. Uzun, uzun bir yürüyüş olmalı. Ne varsa içimde darmadağınık duran kaybolsun diye yürümeliyim.
Dizeler düşmeli yerlere ve öyle çok ağlamalıyım ki temizlenmeli içim.
Bozkırlar ortasındayım. Buraya gelmek için ne çok acılar biriktirdim biliyor musun? Ne çok sarhoşluk…
“…Gerçekte birbirlerine söylemek istedikleri cümleler asla kurulamıyordu, bir cümle kurulmuş olsa dahi asla yolunu bulamıyordu…” /Ayşegül Devecioğlu/Anatomi Dersi
Gerçekten bozkır ortasındayım. Edebi bir cümle kurmak için yazmadım. İnsanlar süslü cümleler kurmaya çalıştığımı sanıyor. Evet, severim yakışıklı sözleri ama içimden akıyor böylesi ne yapabilirim. Herkese dert anlatmaktan kendimi anlatmaya vakit kalmıyor nicedir. “Ne çok şey biliyorsunuz” demek geliyor bazen karşımda ileri geri konuşan tiplere. Ne çok şey.
Bom boş cümleleri arka arkaya sıralayıp zavallı yalnızlıklarını daha da çoğalttıklarının farkında değiller. Aman be, neyse ne. Ergenliğimde bıraktım başkalarını. İçimdeki kalabalık bana yetiyor. Fazlasıyla yorgunum içimi kemiren cümle ve seslerle.
“İçimi kemirmek” Ne kadar doğru bir tanımlama. Ne gün ışığı, ne yağmur, ne yeni ezgiler kurtarmaya yetmiyor beni. Kurtulmak isteyen varmış gibi..
Ve fakat özlüyorum.
Şiir dolu gecelerimizi, saf aşklarımızı, öğrenci evlerini. Büyük ideallerimizi.
Ne kadar sefiliz şimdi.
Bozkır kokusunu sevdiğimi fark ediyorum. Ve büyüleyici gecelerini…Rüzgarını….Tablo gibi dağları, ırmakları….Aşıkların neden bu coğrafyadan çıktığını anlıyorum. Ne kadar büyüleyici, kederli ve sevinçli bir coğrafya…
“Elindeki tek gözlü iğneyi göstererek “Dünya işte bu iğne deliğidir”, demiş. “Biz insanlarsa iplikler gibi geçip gideriz içinden. Kimimiz kısa, kimimiz uzun. Kimimiz ince, kimimiz kalın. Kimimiz ak kimimiz kara… Fakat hiçbir önemi yoktur bunun. Asıl soru, geçip gittikten sonra ne kalacak bizden geriye. Başkasının yarasını mı dikeceğiz yoksa altın kaftanlar mı öreceğiz kendimize…”/Sinan Sülün
Ölümle çerçeveli galiba bugünlerim. Ölümle hesaplaşmaya, anlamaya ve cebelleşmeye devam ediyorum. Nasıl kaybolur, gider bunca güzel insan, anı ve zaman.
Kabullenmekten kaçmak…
“Çok üzgünüm” diyor minik kızım gözlerimin içine bakarak; “Duygum incindi.” Ne kadar güzel bakıyor bana. “Ne oldu?” Diye soruyorum. “Çikolatam yere düştü, kirlendi” Sımsıkı kucaklıyorum kızımı. “Duyguların incinmesin benim güzel kızım” diyorum. “Seni çok seviyorum baba” diyor yanağıma bir öpücük kondururken.
Ellerim cebimde yola düşüyorum. İçimdeki ağırlık kalkıyor sanki. “Hayat mucizeleri saklar içinde…” Buna inanmadım mı hep. En kederli gecelerimde, en yalnız anlarımda umuda tutunmadım mı? Yürüyorum anımsayarak bir bir kırgınlıklarımı, sevinçlerimi… Herkesi affetmeye karar veriyorum birden. İyice hafifliyorum. En çok da kendimi bağışlıyorum. Elinden geleni yaptın her daim. Kimseleri incitmek istemedin en öfkeli anlarında bile.
İçimde bırakmadım acıları ama tortuları gözüme kaçtı gerekli gereksiz anlarda.
Çocukluğumun geçtiği kentleri ziyaret etmeye karar veriyorum aniden. Tek tek temizlemeliyim kederlerimi…
…Taşrada tokuşturulmayan bir kadeh yalnızlığındayım…/Mehmet Can Şaşmaz
Uzun zamandır herkesin gittiği, terk ettiği bir yerde, zamanı ve coğrafyayı bekleyen bir gardiyan gibi hissediyorum kendimi. Salt kentle ilgili de değil mesele, neşesi kaçmış hayattan yoruldum en çok. Bunları yürürken düşünüyorum. Yürümek iyi geliyor çözülüyor içimdeki düğümler. İnsan en çok kendisine gerçekleri söylemekten korkarmış aslında ben de korkuyorum… Kulaklığımı takıyorum. Müzik, içimdeki sözcükleri boğar diye düşünüyorum. Tesadüf mü şimdi? “Öyle bir yerdeyim ki” çalıyor radyoda. Selda Bağcan’ı dinliyorum. “Henüz 17 yaşındayken kendimi ne kadar büyük sanıyormuşum meğer “ diyorum gülümseyerek. 17 yaşım geliyor aklıma.
Ne kadar “büyük” yaşıyormuşuz o küçücük, sımsıcak dünyamızda. Ne kadar büyük gençlermişiz diyorum bağıra bağıra şarkılar söylediğimiz sarhoş gecelerde…
Edirne’yi özlüyorum, İzmir’i ve hala bir şeylerin değişebileceğine inandığım zamanlardaki Trabzon’u…Ama şimdi bozkır ortasında apaydınlık bir göğün altındayım. Arkadaşsız, imgesiz, dizesiz bu coğrafya sağaltıyor ruhumu.
Uzun uzun konuşarak veda ettiğim öğrenci evim geliyor birden aklıma. Hala beni özlüyor mudur odam?
“Özleyen kalmış mıdır beni içinden geçtiğim kentlerde” merak ediyorum.
Yola düşmek için hazırlanıyorum. Ve fakat yarım kalacak bir plan, sanki hiç çıkılmayacak bir yol gibi…
Ahh, radyodaki şarkı değişti. Fikret Kızılok’tan “Bu kalp seni unutur mu?” çalıyor şimdi. Artık konuşmadığım bir arkadaşımı anımsıyorum. Özlediğimi fark ediyorum onu. Lisedeydik daha. Defalarca başa sarıp sabaha kadar bu şarkıyı dinlemiş en sonunda kaseti bozmuştu…
Aşıktı ve karşılık almaya çalışıyordu. Şimdi hatırlamıyordur bile… Çocukluk işte deyip geçmiştir en saf günlerini…
Eve dönüyorum. Bir kadeh buzlu rakı dolduruyorum kendime. Vedat Sakman’ı dinliyorum…
“…Sussam dilime yazık
Uçmamak kanatlarıma
Sussam dilime yazık
Uçmamak kanatlarıma
Gün yine acıya çaldı bir yerde
Ve zaman akışta…”
Güzeldi yine de diyorum gözlerim ufka dalarken… Sen yeter ki kaybolma zamanda. Onarılır her şey en beklemediğin an da…