Sosyal medya hesaplarımda, okuduğum, okumaya başladığım kitaplardan söz etmekten hoşlanıyorum. Bunun bir nedeni insanları okumaya özendirmek, okuduğum kitapların bende yarattığı o coşkunluk hissini paylaşmak belki ama bir diğer nedeni de vasatlığın sardığı hayatımızdaki sıkışmışlığı aşma çabası diye düşünüyorum. Tabi bu tür paylaşımların olumsuz etkileri de olabiliyor. Sosyal medyanın, daha çok gerçeği örtmek ya da “hava atmak” amacıyla kullanıldığı ön kabulü nedeniyle sizin de bu minvalde bir hareket içinde olduğunuzu varsayanlar da olabiliyor ki ben en çok bu şekilde anlaşılmaktan ürküyorum aslında. Zaman zaman paylaşımlarımın altına gelen yorumlardan böyle bir algı oluştuğunu da anlayabiliyorum. Fakat her şeyi açıklamak, herkesi ikna etmek ölümlü bir canlı olan insan evladının dar yaşam süresini elbette aşıyor. O nedenle ‘nerede kalmıştık?’ diyerek Edebiyat Burada sitesinden devam etmek istiyorum kitap önerilerime. Bu vesileyle yeniden merhaba!
Bu yazıyı siz bayram günlerinde okuyacaksınız. Yaş aldıkça bayramlara, özel günlere olan düşkünlüğüm artıyor. Yaşlanmadığıma kendimi ikna etmeye çalıştıkça genç kuşaklarla aramızda oluşan anlam farklılığı ile daha çok yüz yüze geliyorum. Huysuz abiler gibi söylenmekten imtina edip anlamaya çalışsam da anlamak aslında benden çok uzakta. Konuya nasıl gireceğimi bilemiyorum. Şuraya kadar yazdıklarımdan hiçbiri gerçekten anlatmak istediklerimle uzaktan yakından ilgili değil aslında. Beyinlerimize geçirilen pranganın esareti altındayım ne yazık ki? Üstelik değişimin ayak sesleri bu kadar güçlü duyulurken korkunun içimde yarattığı rahatsız edici baskı beni ele geçirmiş belli ki. Ekonomi derslerinde bize öğretilen kötü para iyi parayı kovar önermesinin insana uyarlanmış halini bire bir deneyimliyoruz. Ne kadar acımasız, ilkesiz, vasat, üç kağıtçı olursan o kadar kıymetli sayıldığın, çalışma mefhumunun, efendilerin, kölelerini gütmesi olarak algılandığı bir çağda yaşıyoruz. İşçilerin paryalaştığı, bireyin, çalışanın herhangi bir hakkının olabileceğinin söz konusu edilmediği bir dönemin içselleştirildiği bir karanlık çağ yaşadığımız. Ki buraya nasıl ve ne zaman savrulduk? Ne zaman bunları kabul eder olduk? Ne zaman normalleşti bütün bu cinnet halleri? Bilmiyorum.
Ey bilmediğim ülke!
Ne kendi isteğimle geldim sana
Ne de soylu bir atın sırtında
Beni, bu yiğit delikanlıyı
Gençliğin ateşi getirdi buraya” şiirinde bazen artık kimsenin çıkmadığı alanlarda, bazen bir dostun omzunda ağlamakta, bazen bir resepsiyonda diplomatik çerçevede konuşmakta, bazen sokakta yürürken gözümün takıldığı o siyah tişörtte. Varamıyorum oraya.
Bu dağınık evrende benden beklentilerin de son derece yüksek olduğunu biliyorum ki ben de benden çok şey bekliyorum aslında. Yaptıklarım yeterli gelmiyor hiçbir vakit. Daha çok şey var diyerek elli yaşımın eşiğine geldiğimi fark ediyorum. Ne bir romanım var basılmış ne de kitleleri ayağa kaldırıp etkileyecek manifestom.
Ne hazin bir hikaye! Diyerek kendime acımaya başlamak da doğru gelmiyor. Aslında her şeyi adım adım kendim ördüm hayatımda. Yazının tam burasında bir kadeh rakı koyuyorum ve Kulakların Çınlasın çalıyor Neşe Karaböcek’ten. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünüp (aslında bana hiç de öyle gelmiyor) ilk yudumumu alıyorum. Belki zihnimi açacak bir etki yapar da o son yere ulaşırız ey okur birlikte!
İçimde birikmiş öyküleri artık kendim bile duymuyorum. Ve artık efkar bile burun kıvırıyor bize. ‘Canım kardeşim, sözcüklerle ne kadar güzel oynuyorsun. Ne kadar güzel dizelerin. Fakat çok sahte biliyor musun? Yaşanmamış, hissedilmemiş. Bir işçisin sadece sözcüklerle uğraşan.’ Son zamanlarda hep bu tür iç konuşmalar geçiyor okuduğum pek çok şiir ve yazıdan sonra. Burada ne şairin ne de yazarın suçu var aslında. Suç kafamdaki kaosun delirttiği düşüncelerimde biliyorum. Belki de kıskançlık! Kim bilir.
Kimi zaman, ölmek için sırasını bekleyen filler gibi hissediyorum kendimi filler mezarlığının kıyısında bekleyen. Oysa bir çocuk sevinciyle koşmak istiyorum ben. Denize girmek, arkadaşlarımla gülmek, sabahlara kadar tartışmak ve yeniden bu rezil dünyayı değiştirecek kadar güçlü olduğuma inanmak!
Bazen şaka gibi gelmiyor mu size de günleriniz? Üst üste yaşanan aksilikler ya da anlattığınızı anladığını sandığınız insanların sizi bambaşka bir yerde gördüğünü fark ettiğiniz o anlarda yaşadığınız dehşet duygusu. Anlaşılabilmek için kendinizi olabilecek en dibe çektiğiniz yerde yaşadığınız o tiksinti hissi.
Anlatmak istediklerim bunlar da değil aslında. Fakat bu anlatmak istemediğimi söylediğim her cümlenin varmak istediği bir yer var gibi. Rakının kokusu odayı sararken farkına varıyorum. Ve sonra küçücük bir çocukken henüz bu kadar ışık kirliliği yokken Nazilli’den Söke’ye doğru giderken babamın kullandığı otomobilin arka koltuğundan izlediğim yıldızlar ve geçtiğimiz köylerdeki ışıkların beni nasıl büyülediği aklıma geliyor ki aslında bu yazının ana konusu oralarda bir yerlerde saklı.
İnsan yok artık! İnsanlar kayıp ruhlar gibi dolaşıyor dört bir yanda. Oturup deliler gibi iştahla konuşmuyor kimse. Hep bir laf sokma hep açık arama hep en sonunda herkesten ve her şeyden iğrenme halleri ile dolu sosyal ortamlarla çerçevelenmiş hayatlar yaşamaya başladık. Yıldızları da göremiyoruz zaten. Boğuluyoruz! Canımız fena halde sıkılıyor işin gerçeği.
Sözün tam burasında; “Ukalalık bu! Benim adıma nasıl konuşursun sen!’ diyenleri duyuyorum. Ki haklılar da aslında. Sanki büyük bir bilge ya da filozof gibi ahkam kesmek bu!
Ama yalan mı! 😊
Canım her sıkıldığında o arabanın arkasında. gökyüzüne bakan küçük çocuk beni birlikte gökyüzünü izlemeye çağırır. Ve ben de izlerim. Üstelik daha çok taze bir yığın hayal kırıkları yaşamış birisi olarak yine de vazgeçip yıkılmış değilim.
Kıymetimizi illa bir gün birileri anlar. Yazı buraya mı varmak istiyordu ya da ben bu bayram günü bunları mı anlatmak istiyordum bilmiyorum. Masamda okumaya başladığım ve okunmak için sırasını bekleyen onlarca kitap var ki hiç yoksa bir ikisinden bahsederdim diye düşünmüştüm. Olmadı. Amin Maalouf özellikle kusura bakmasın Labirent’te kayboldum. Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay kitabının yazarı Cengis T. Asiltürk de öyle…
Ey okur özellikle sen! Hayal kırıklığı yaşamadığını ummak istiyorum. İnsan söze nereden başlayacağını bilemiyor çoğu kez. Yeryüzünde söylenmemiş tek bir sözcük bile yok derler. Böyle bir gerçekliğin olma ihtimali bile insanı yazmaktan alıkoyuyor aslında. Ve aslında yazmamak için o kadar çok engel var ki. O nedenle harika romanlar yazan yazarlara hayretle bakmaya devam ediyorum. Fakat bu hayretimi o arabanın arkasındaki çocuk, kendi gerçekliğine dönüştürmeye kararlı gibi. Benim kitabım o yolculukta başlayacak. Son cümlesi bu sitede yazılacak. Böyle hissediyorum. İlk kadehim biterken Ferdi Özbeğen’den Büklüm Büklüm çalıyor. Tahta bir sandalyede oturup Tamek marka cam şişedeki şeftali suyunu içen bir çocukla göz göze geliyorum. O çocuk benim ve hiç büyümedim!
En yakın zamanda görüşmek üzere…