Serkan Gürpınar: “Nihayetinde Dönülen Yerler’e dönmeden, o yerlere yeniden varmadan evvel, bize kısaca kendinden söz edebilir misin Yasemin? Yasemin Onat’ı, Yasemin Onat’ın dilinden tanımak isteriz kısaca.
Yasemin Onat: Kişinin kendini tanıtması ne zor. Tanıtmak için tanımak gerek. Söyleye söyleye bir zaman sonra anlamsız ve içi boş gelen sözcüklerden birisi de “tanıma” bana göre. Herkes TDK’nin bu sekiz tanımlı eylemini öyle iyi biliyor ki ötesini çoktan çözmüş gibi yaşıyor. Ben kendimi bugün tanısam yarın yeni biri ile karşılaşma ihtimalim beni ümitvar ediyor ve bu ihtimal bana yaşam denilen göz açıp kapayışta eşlik ediyor. Yasemin Onat yaşıyor, yaşadıkça tanıyor, anlıyor, mana ve maddeyi seçiyor…
Serkan Gürpınar: Söyleşimizin adı “Modern Zamanda Kurmaca ve Türk Öyküsü” biliyorsun. Başlığı ikiye bölerek iki soru sorayım:
İlki: Modern zaman çok hızlı bir şekilde ilerledi, ilerliyor ve durmadan değişmeyi sürdürüyor. Teknoloji ve internet, bu değişimi adeta ışık hızına kavuşturdu. Bu süreçte kitap dediğimiz şey, varlığını korusa da form da değiştirdi biliyorsun. Sesli kitap, e -kitap gibi. Bunları hesaba katarsak, gelecekte kitap, özellikle kurmaca kitap varlığını sürdürecek mi sence, dolayısıyla gelecekte yazar olacak mı?
Yasemin Onat: Ben bir teknoloji severim. Sanırım bu hali ile modern (!) yahut dijital zamanların insana kattığı hızlanma ve duraksız olma halini seviyorum. Bana göre edilgenin, durağının fayda getirmediği yalnız bu döneme özgülenemez. Yaşam bizden sürekli bir hareket ve gayret bekliyor. Okuma da bu eylemlerin en sihirlisi zira okuyan insan seyyah olup şu alemi geziyor. Bu hali ile okuma sanki ışınlayıcı bir güç. Kurmaca ise insana bahşedilmiş en büyük nimet, hafıza ve deneyimleme üzerinden hikâye etme gücünün eseri. Hepsi var olsun, olmalı ve olacak…
Serkan Gürpınar: İkincisi: Türk öyküsü bu değişimden nasıl etkilendi/etkileniyor?
Yasemin Onat: Ben öykülerimi kurarken ve yazarken edebiyat kuram ve tekniklerini bilmeden yazıyorum. Sırtımı tekniğe, forma yahut kurallı bir oyuna değil tümden bir kuralsızlığa yaslıyorum. Modernizim ya da ötesi ve berisi hakkında hiçbir fikrim yok olsun da istemiyorum. Fakat şunu biliyorum. Zaman ilerledikçe bizim eski ya da klasik olarak tabir ettiklerimiz değerleniyor. Bunu onların bir çeşit zamansızlığına bağlıyorum. Sanırım ben Türk öyküsüne bu kavram üzerinden yaklaşıyorum. Değişim müthiş ama değişmeyen ve değişmeyecek olanlar daha müthiş…
Serkan Gürpınar: Oggito’da yayımlanan söyleşini okudum. Orada, edebiyatla tanışmanı sağlayan iki husustan söz ediyorsun: Ninniler ve Halk Türküleri. Bu tanışmayı biraz anlatır mısın bizlere?
Yasemin Onat: İlkokul öğretmeni bir anne ve müzik öğretmeni bir babaya sahip olmak beraberinde bir takım güzellikleri de ömür boyu yaşamak lüksüdür. Bu lüksle doğdum. Doğduğum yılların karışık politik ortamı ve bu ortamı en az zararla atlatmaya çalışan kendi çocukları kadar Anadolu çocuklarının anne-baba, abla- abisi olmaya niyetli anne ve babam… Avunmak ihtiyacındalar, zira memleketin karışık sokakları bizim evimizin önünden de geçiyor. Ve elbette avutmak… En güzel yolunu buluyorlar ninniler ve halk türküleri. Zira onlar ki en derin yorgunlukların ve yaraların en tesirli devaları…
Serkan Gürpınar: Yazma tutkusunu da konuşmak istiyorum. Hatta ilkin doğrudan onu sorayım: Yazmak senin için bir tutku mudur? Bu soruya yaslanarak, yazma eyleminin yazarlığa evriliş sürecini de sorayım. Yazmaya ne zaman başladın ve “nihayetinde” nasıl yazar oldun?
Yasemin Onat: İsterim ki benim böyle büyük ifadelerim olmasın ömrüm boyunca. Tutku edinmedim kendime hiç. Her yerden hesapsız ayrılabilmeyi ve her şeyi hafif sıyrıklarla terk edebilmeyi bilmeye çalışarak yaşıyorum. Tutku ise buna izin vermeyecek ölçüde bağlayıcı. Tutkum yok, isteğim ve sevgim var. Yazmak isteği ve sevgisi anlatmak ile kol kola bende. Ne vakittir anlatıyordum işte o zamandan beri yazıyorum.
Serkan Gürpınar: Yasemin Onat’ı Yasemin Onat’tan dinlerken de söz etmiştin. Bir hukukçusun. Aktif olarak avukatlık yapıyorsun. Bir yandan da Antalya Tekelioğlu İl Halk Kütüphanesi Gör-işit stüdyosunda görme engelli bireyler için hazırlanan sesli kitapların gönüllü okuyucususun. Şunu sormak istiyorum: Hem mesleğinin hem de gönüllü olarak yaptığın kitap seslendirme projesinin, edebî dünyanı oluşturmanda nasıl bir etkisi var? Var mı yahut?
Yasemin Onat: Kesinlikle evet. Avukatlık bir hukuki form ve kanun ışığında ifade ve iddia etmek istediklerin ile ispat gücünü ortaya koymaktır. İnandırıcı bir anlatıcılığı gerektirir ve bence o kutsal savunma hakkının tam da buna ihtiyacı vardır. Her dilekçeyi hukuki ve formal bilgiden sıyırın sınırlı bir okur kitlesine yazılan hikâyelerdir. Görme engelliler için gönüllü okuyuculuk ise hayatımın son beş yılını farklılaştıran bir mucizedir. Onlar derler ki “Bir kitap dinledim ve tüm hayatım değişti!” Ben de derim ki fiziksel şartları gereği bu büyülü eylemi gerçekleştirmeye gücü olmayanın gözü olmak nasıl bir pahadır. Bana bu tür okuma, seslendirdiğini anlama ve ses üzerinden anlamlandırma çok şey kattı. Kendi metinlerinin tümünü sesli okurum ve Hanya ile Konya’dakini işte o zaman görürüm…
Serkan Gürpınar: Yavaş yavaş gelelim kitaba öyleyse.
“Nihayetinde Dönülen Yerler”, ilk kitabın. Bir öykü kitabı.
Birçok öykücü şu üç soruyla muhatap oluyorlar sıklıkla, sana da sormak boynumun borcu. Peş peşe yanıtlamanı isteyeceğim senden de:
İlki, neden öykü türünde yazıyorsun?
İkincisi, kendini bir öykücü olarak tanımlıyor musun?
Üçüncüsü, bir gün başka bir türe meyledip, çoklukla olduğu gibi, sen de romana gönlünü kaptırıp, öyküyü terk eder misin sence?
Yasemin Onat: Çünkü öykü türünü okumayı seviyorum. Bir oturuş ve kalkış süresince okunabilen fakat etkisi ondan bağımsız, anlatmak istediğini minimalize eden metinleri seviyorum. Kendimi bu sevgi ölçüsünde bir öykücü olarak tanımlıyorum. Cümlelerimi uzun ve romansı bulanlar ile nazım nesir formunu bana yakıştıran nitelikli okurlar var… Sağ olsunlar bu bakış açıları bana güç veriyor ve yoluma ışık tutuyor. Yazmayı seviyorsam bir kararda durmayabilirim. Türkünün dediği gibi “Bir kararda durmayalım, gel gidelim dosta gönül…” Beni o dosta götürecek her tür yola çıkabilirim, çıkacağım…
Serkan Gürpınar: “Nihayetinde Dönülen Yerler’i konuşmaya, yaratım sürecinden başlayalım istiyorum. Kitapta 11 öykü var. Tüm öyküleri bu kitap için mi yazdın yoksa yazdıkça biriken öyküler mi bir araya gelerek kitabı oluşturdu?
Yasemin Onat: Yazdıkça biriken öykülerdi bunlar Serkancığım. Kimileri defter sayfalarında, kimileri zihnimde dağınık halde idi. Bu dünyada yaşarken şahit olduğumuz en tuhaf dönem ortalığı kasıp kavuruyordu. Dünya ölçeğinde bir salgının ortaya salınmış tüm korkularından Nihayetinde Dönülen Yerler’i yazarak uzaklaştım. Evde Kal! kuralına harfiyen uyarken harf harf, söz söz, cümle cümle yazdım ve kimse fark etmeden ıssız sokaklarda dolaştım…
Serkan Gürpınar: Kitabı okuyup bitirdiğimde, içimde acımsı bir tortu kaldığını hissettim. Okurlarından benzer yorumlar işittin mi bilemiyorum ama kitaptaki kahramanlar ve onların başlarından geçenler, okuru da bir nebze kendi kendine bir muhasebe yapmak zorunda bırakıyor sanki. Velhasıl, derdi olan öyküler anlatıyorsun kitapta. Şu, çokça söylenir: Yazmak için her şeyden evvel bir derdinizin olması gerekir. Nihayetinde Dönülen Yerler’i de hesaba katarak yanıtlarsan sevinirim, katılır mısın buna? Günümüz Türkiye’sinde bu soruyu sormak abes kaçacak muhakkak ama bağışla ne olur, sormak istiyorum: Dertli misin sen de? Bu yüzden mi yazıyorsun?
Yasemin Onat: Dertliyim… Kim değil ki? Peki ya dert edinmek ve dertli olmak aynı şey mi? Dert edinmeden duramıyorum. Bu oldukça zor bir bağımlılık. Derde bağımlı olmak. Senin kitabı okuduktan sonra içinde kalan tortu bu kitabı okuyan pek çok kişinin bana geri dönüşünün ilk cümlesidir. Ben istedim ki bu öyküler bir yaraya merhem olsun. Elbette ben kimim ve öykülerim neyi çözer. Olsun burada maksadım bir derdi hiç yaşamaksızın yaşayanla özdeşlik kurabilme yetisini anlatılarım üzerinden okurla paylaşmaktı. Umarım paylaştıkça azaltır yahut çoğaltırız.
Serkan Gürpınar: “Öykülerime yayılan atmosferde, ağırlıkla bu toprakların rüzgârlarının esmesini amaçladım,” diyorsun bir yerlerde. Açabilir misin biraz bu meseleyi? Bu toprakların esen rüzgârları dediğin şey tam olarak neye karşılık geliyor? Bu rüzgârlar nasıl esiyor? Buna paralel olarak bu rüzgârlar kahramanlarına neler ediyor? Rüzgârlara maruz kalan bu kahramanlarını nasıl tarif edersin? Kim onlar?
Yasemin Onat: Onlar beyaz bayraklarını açmış ve fakat mücadeleden kopmamış yalnızca başka bir yol bulmak niyetinde olanlardır. Bu toprakların rüzgarları bazen ne serttir. İzini ve tozunu kaybettirir insanın insana. Ben bu kaybedilenleri, meçhul ve yenik sayılanları arıyorum karanlıklarda. Onlara söylenmemiş sözleri fısıldıyorum başka dilleri kullanarak. Ve tümümüzün o masaldaki Hansel ile Gratel gibi ekmek parçalarını alıcı kuşlara yem etmeyeceğimiz, yolumuzu kaybetmeyeceğimiz günleri tahayyül ediyorum.
Serkan Gürpınar: Kitaptaki öyküler birer epigrafla açılıyor. Ve yanılmıyorsam biri dışında şarkı ve türkü sözlerinden birer alıntı. Musiki ve Türk halk müziğinden pop müziğe kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor üstelik. Bu epigrafların orada bulunmasının bir gerekçesi, bir öyküsü vardır illaki. Biraz söz eder misin?
Yasemin Onat: Sevdiğim onca müziğe okurumun da eşlik etmesini istedim. Ve on bir öyküme birer yol gösterici gibi epigraf ekledim. Elbette bir diğer sebebi de öykünün ufak bir şifresi gibi duran bu söz ve dizelerin müziklerinin metnin altında ve okurun zihninde çalmasını ve belki onu da bir yerlere alıp götürmesini istedim. Melodiler de kokular gibidir öyle değil mi Serkancığım insanı çocukluğuna, az evvele ya da öteye götürür. Birlikte bir yolculuk güzel olmaz mı şu zalim zamanda…
Serkan Gürpınar: Kitabının kanımca oldukça güçlü açılış öyküsü “Güneş Ne zaman Doğacak”, bir rüyanın sona erişiyle başlıyor. Rüyadayken henüz, anlatıcı, “Kendime yeni baştan bir yol yapsam tanıyamadığım yerler ve çoktan kaçıp saklanmış oyunbaz çocuklar arasında,” deyip hemen öncesinde de, “Yolum belli değil. Bari çıkmaz sokak olsa, bakakalsam yüzüme vuran duvarın karşısında,” cümlelerini kuruyor. Bir nevi, kısırdöngü. Bir nevi, “Nihayetinde Dönülen Yerler.” Hayatı, kaçınılmaz bir sarmal olarak görüyor galiba anlatıcı. Ebedî bir umutsuz, münzevi bir huzursuz olarak okudum ilk öyküdeki anlatıcıyı. Ve de yapayalnız, yurtsuz barksız. Şöyle diyor mesela: “Bir pazar telaşı var sokağın başından sonuna kadar. Semt pazarı, bugün Perşembe. Benimse pazarcıdan farkım yok. İçinin çürüklerini tezgâh altına atan, tazeleri fırlatıp gün yüzüne sermeye başlayan bir pazarcıyım ben de. Farkım yok. Günüm yok. Semtim yok.”
Ne dersin sen Yasemin? Hayat, anlatıcının betimlediği gibi kör bir sarmal, kaçıp gitmeye çabalasak da dönmeyi arzuladığımız bir çıkmaz sokak, o sokağın sonundaki duvar mı? İnsan dediğimiz belirsiz yaratığın içiyle dışı hep bambaşka mıdır? Ve de “Güneş Ne Zaman Doğacak?” Doğar mı?
Yasemin Onat: Ne etkileyici ifade etmişsin. Sanırım bize bu sarmalı yaşatan hafıza yoksunu halimiz. Zira yaşadıklarını unutan her birey ve büyük ölçekte her toplum daha beterini yaşamaya aday ve mahrumdur. Bizi bu fasit daireden ve karanlıktan çıkaracak bir güce muhtacız. Bunu bekliyoruz peki ama karanlıkta onu görsek tanıyabilecek miyiz? Öylesi sorunlu bir haldeyiz. Ben kitabımda yer alan öykülerde coğrafyamızın son yüzyılına dokunmaya çalıştım. Bu zaman dilimi öylesi göreceli olsa da gerçek olan yanı yaşanmış olmasıdır. Fakat bildiğim bir şey daha var ki daimi bir yaşamsal döngüye dönüşecek kadar kanıksanmış olması gerçeğidir. Bu soru bana göre açılışta sorulmalı idi… Ve ben de sordum: Güneş Ne Zaman Doğacak? Unutmaz isek, kinden ve öfkeden değil hafızadan beslenir isek… Doğar bence, doğuralım!
Serkan Gürpınar: Kahramanların; siyasetin, sistemin, toplumun ötekileştirdiği, acımasızlıklarıyla deyim yerindeyse helak ettiği insanlar çoklukla. Bu kahramanların en görünür olduğu öyküleri konuşmadan geçmemeliyiz bence. “Ben Hanginizim?”, “Kıdriye-1” ve “Kıdriye-2”. İçeriklerinden söz etmeyi sana bırakıyorum. Mahrumiyet, teslimiyet ve merhamet temaları etrafında dönen bu öyküler çok can acıtıcı. En azından, ben bunları okurken canım acıdı epeyce. Sen yazarken nasıl sağ kalabildin? Neler söylemek istersin bu öykülere dair?
Yasemin Onat: İbrahim Tatlıses Acı Gerçekler şarkısının bir yerinde “Görüpte bilmeyen deli sanıyor/Bilmezler dermansız yaram kanıyor/Ben mazimi mazim beni arıyor/Ölmeden mezara giresim gelir.” Diyor. Öykülerimi böylesi bir dram ve arabesk üzerine kurmamakla birlikte bir trajediyi anlatma gayretinde olduğumu söyleyebilirim. Bu bahsettiğin öyküler işte ben de bu cins yani ağlatan acı gerçekler olarak yer ediyor. Üstelik hemen yanı başımda olup bitenler. Bana uzak olanları nasıl düşünmem, tahmin etmeye çalışmadan nasıl yaşarım. Ben o vakit nasıl insan olur, insan kalırım? Kadınlar, çocuklar, koca koca adamlar, ihmaller, istismarlar, insanlar vardır. Görmezden gelenler kör ve sağırdır…
Serkan Gürpınar: “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” öyküsündeki anlatıcıya da değinelim biraz. Daha doğrusu, radyo tiyatrosu dinleyen anlatıcımız yorganın altından “Herkes beni uyuyor sanıyordu ama ben dinliyordum her şeyi.” Bir metafor olarak kullandığın o yorganı kahramanımızın üstünden sıyıralım artık, ne dersin?
Yasemin Onat: Bunu öyle çok istiyorum ki… Ben bildiğini edep içerisinde ve fakat gözünü budaktan esirgemeden söyleyen insanları seviyorum. Yok-muş, var-mış, anlar-mış nihayetinde yaşar-mış gibi olanlarla ise yolumun kesişmemesi için çaba gösteriyorum. O yorgansız yapamayanlar işte onlar. Ve ne acıdır ki son sözleri sorulduğunda dahi söyleyemeyecek kadar riyakârdır onlar. Üzerimizdeki ölü toprağını atsak ya… Özgür, ağırlıksız ve ferah kalsak ya…
Serkan Gürpınar: Kimi değerlendirmelerde, metinlerinde şiirsel unsurların olduğunu okudum. Katılıyorum ben de buna. Hatta ekşi sözlükte adına bir başlık açılmış ve “imgelerin kraliçesi” diye adlandırılmışsın. Şiir de yazıyor musun?
Yasemin Onat: ☺ imgeler üzerinden ifade etmeyi seviyorum. Bir şifreleme tekniği sanki bu benim için ve bu şifreyi beraber çözeceğim yol arkadaşları arıyorum. Bu tip metinleri okumayı severken yazmada buna meylettiğimi fark ettim. Bu tekniği geliştirebilirsem ve doğru perspektiften okuruma geçirebilirsem kendimi iyi hissedeceğim. Umarım kalemim buna elverir. Aslında ben düzyazı kaleme alıyorum. Fakat sağ olsunlar bu işin tedrisatından geçmiş olanlar metinlerimde noktalama işaretlerinin yerleri ile bir miktar oynanır ve cümleler dizelenirse şiire dönüşebilecek nazım nesir tarzına yakın olduğumu ifade ediyorlar. Bir şiiri hayranlıkla okurum ve bunca ağırlıksız hafifletilmiş ifade ile yaratılan harika duyguları içimde hissederim.
Serkan Gürpınar: Yasemin Onat’ın başucu kitaplarını merak ediyorum. Var mı böyle kitapların? Bir de şu sıralar neler okuyorsun? Yasemin Onat’tan başka öyküler de okuyacak mıyız?
Serkan Gürpınar: “Eril dil”meseleyle söyleşimizi sonlandırayım istiyorum Yasemin. Hem dünya edebiyatının hem de Türk edebiyatı tarihinde kadın kimliğini gizleyerek kendilerine erkek isimlerini müstear edinen çokça yazar var biliyorsun. Neyse ki aşılalı çok oldu bu. Denebilir ki hatta, edebiyata artık tırnak içinde “kadın” yazarlar damga vuruyor epey zamandır. İsim isim anmak isterim ama epey vakit alır bu tabii ki.
Gelgelelim, başka bir yerden bir soru sormak niyetindeyim.
Siyasette, bilimde, sanatta, eğitimde, günlük hayatın her ânında, kısacası yaşamın her alanında kurulan birkaç cümleyi bile ele aldığımızda, söz konusu cümleleri kuran kişinin cinsiyetinden bağımsız olarak, “eril dil” dediğimiz şey güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor hâlâ.
Dolayısıyla, dünyaya kadın diye adlandırdığımız bir birey olarak gelen biri, erkek diye adlandırdığımız bireyden duyduğu ve kadın bedenini konu edinen bir küfrü bile edebiliyor örneğin. Hemcinsi yahut karşı cinsine. Çok duydum ben mesela.
Uzattım, farkındayım. Soruya geçeyim.
Kadın bedeninde dünyaya gelen bir yazar da bir kadın kahramanına aynı dille bir şeyler söyletebiliyor. Hakikat ve yaşayan dünyanın akışı da var işin ucunda tabii.
Şöyle sorayım o zaman: Erkek bir yazara nazaran kadın bir yazar, eril dil dediğim bu dilden kendisini ne kadar uzaklaştırabilir? Uzaklaştırması şart mı? Yasemin Onat nasıl yapıyor bunu? Yahut yapıyor mu? Kendisine dert ettiği bir şey midir bu?
Yasemin Onat: Biz eri dil ya da ifade denildiğinde yine yanlış bir anlama ile erkeklerin yani eril kişinin kullandığı dili anlıyoruz. Oysa dişil dil diye bir karşılığı olmayan bu ifade bütünü erkin dili olarak doğuyor ve dallanıp budaklanıyor. İktidarın, gücün ya da muktedirin dili. Bunu kadın da erkekte yazar da yazmayan da kullanıyor. Günlük hayatta içi boşaltılarak küfürler ve sinkaflı sözler edenler için diline eril dili dolamış deniliyor. Oysa bu o mu? Doğru kavramı mı kullanıyoruz? Ben kendisini feminist olarak ifade eden ama diğer yandan bu aşağılayıcı ve buyurgan dili kullanan hemcinslerimden hoşlanmıyorum. Bu felsefe ya da yaşam biçimini buna alet etmek çaresizlik gibi geliyor bana. Keşke manasını anlaşılma… Ben kendimi bu dilden uzaklaştırıyor ve bir insan bedeni gibi görüp sıcaklığını sevdiğim dil kavramına daha derinlikli biçimde yaklaşıyorum. Bana sunduğu o harika alanı usturuplu, mucizevi ve çok sesli kullanmak istiyorum…
Son zamanlarda okuduğum en içten ve farklı röportaj idi.