Toplumların esenliği ve gelişmişliği çoğu iktisatçı ve siyasetçi tarafından “büyüme” kavramıyla açıklanıyor. Farklı siyasi ve iktisadi görüşlerin “büyüme” konusunda anlaştığını görüyoruz. Günümüzdeki hızlı yoksullaşma, artan eşitsizlikler ve toplumsal-ekolojik felaketler de egemen söyleme göre büyüme eksikliğinin ya da azgelişmişliğin sonuçlarıdır: “Büyümeyen, yerinde sayan, ölür”. Elinizdeki kitap ise bu sorunların nedeninin tam da büyüme olduğunu, büyümenin aşırı masraflı, ekolojik açıdan sürdürülemez ve özünde adaletsiz bir hal aldığını, “büyüme”yi temel alan mitik inançların terk edilmesi gerektiğini savunuyor.
Bunun için büyüme tahayyülünü ayakta tutan ve ekonomiyi bilim olmaktan çıkaran terimlerle düşünmekten vazgeçmek gerekiyor. Kullanımdaki iktisadi dil, ifade edilmesi gerekeni ifade etmekte yetersiz kaldığı içindir ki yeni bir söz dağarcığına ihtiyacımız var. Bir grup aktivist ve entelektüelin ilk olarak Fransa’da başlattığı ve ardından tüm dünyaya yayılan küçülme hareketi, toplumsal bir hedef olarak ekonomik büyümenin terk edilmesi çağrısında bulunuyor. “Küçülme” kavramı, daha az doğal kaynak tüketen ve tamamen farklı ilkeler çerçevesinde örgütlenen toplumlara giden yolu temsil ediyor. Sadelik, şenliklilik, otonomi, bakım, müşterekler gibi kelimeler de küçülme toplumlarının neye benzeyebileceği konusuna ışık tutuyor.
Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım
Mustafa Çiftci
“Dayanamam anamın kederlenmesine. Hemen ağzımla saz sesi, darbuka sesi çıkarır, bir yandan da oynarım. Anam o zaman azıcık da olsa güler. ‘Hah şöyle gül aslanın anası. Benim kimim var? Sen de ağlarsan ben hepten biterim, kölesi olduğum anam,’ derim. Ben oynadıkça annem beni seyreder. Cibicik çalar. Tempo tutar.”
Anasına gurban oğullar, oğullarının sesinden her şeyi anlayan babalar.
Badır budur konuşan enişteler, eltiden yana dertli gelinler.
Kafası cıva gibi ziv ziv akan deliler, lacivert pantolla beyaz göynek giyenler.
Maykıl Ceksın’a taş çıkartan bebeler, Bergen konserine yevmiye sayan taşralı muallimler.
Daha neler neler… Es garibin bağrına!
Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım, bozkırın sesi, nefesi.
Bazısında yokluk, bazısında gariplik kokusu…
Mustafa Çiftci, her şeye rağmen gülen gözlerle bakıyor hayata.
Kedere neşe katarak anlatıyor hikâyelerini.
Zamana Vuran Dalgalar: Wirginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar
Elmas Şahin
Biri dalgalar’ın kollarında zamanın saçlarında savrulan bir kadın; diğeri zaman’ın ötesinde dalgalara meydan okuyan bir adam. İkisi de yazarlıklarının ortasına şiir’i oturtan iki güçlü isim: Virginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Biri şiir ile romanı birleştirirken, diğeri şiiri ve romanı musiki ile harmanlar.
Bu çalışmada, Modern İngiliz edebiyatında ‘kendine ait bir oda’nın büyüsünde kalemini ‘dalgaların yüreğine’ saplayan sıra dışı bir kadın yazar olan Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i ile Türk edebiyatında zaman kırıntıları’nı avuçlarında sıkıp yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında rüya seline kapılıp giden ‘bir hülya adamı’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanlarına ‘zamana vuran dalgalar’ın kıyısında bilinçsel bir yolculuk yapılıyor.
Akira Mizubayashi
Can Kırığı
Akira Mizubayashi “Can Kırığı”nda anımsama, köksüzleşme ve sonsuz yas gibi izlekleri klasik müziğin tınılarıyla buluşturuyor.
Tokyo, 1938 yılı. Klasik müzik tutkunu dört amatör müzisyen –Japon İngilizce profesörü Yu ve üç Çinli misafir öğrenci– düzenli olarak toplanıp prova yapmaktadır. Japonya-Çin Savaşı’nın devam ettiği o dönemde, müziğin kurduğu bu dostluk köprüsü askerlerin provayı basıp dört müzisyeni İmparator’a karşı komplo kurmakla itham etmesiyle yıkılır. Askerlerden biri Yu’nun kemanını kırıp tüm müzisyenleri karargâha sorgulamaya götürecek ve bu anlar o esnada dolaba saklanan Yu’nun 11 yaşındaki oğlu Rei’nin babasını son görüşü olacaktır.
Rei o günden sonra elinde babasından tek hatıra olan kırık bir kemanla babasının yasını tutmak ve hatırasını yeniden inşa ederek büyümek zorunda kalacaktır.
Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi
İsahag Uygar Eskiciyan
“Ben İsahag, Demek Tanrının Neşesi
Dünyaya Bırakıldığım Günden Beri Ölmeye Meyilli
Ben Uygar, Kamyonda Klasik Bir Gidiş, Bazen Arabesk Hem Anarşist
Ben Eskiciyan, Ların Yirmibirinci Yüzyıl Serpintisi
Atalarım Zaman Farkından Dolayı Eski
Onların Da Ataları Var Daha Eski Ve Çekmediler Dişlerini
Bu Kitaba Gelene Kadar Ben, Müslüman
Bu Kitaba Gelene Kadar Ben, Hem De Sünni
Bu Kitaba Gelene Kadar Ben, Hade Oradan
Bu Kitaba Gelene Kadar Ben, Git Değiştir Niyetini”
Belma Fırat
Sözleşme
Bilimsel bir buluş eşliğinde gerçekleşmesi istenen adil toplum sözleşmesi için bir deney topluluğu oluşturulur. Deney hafızanın, dolayısıyla kimliğin geçici süreyle silinmesini sağlayan bir aparatla gerçekleşir. Deneyin amacı “geçici hafıza kaybı durumunda sözleşme yapmanın mümkün olup olmadığını araştırmak” diye tanıtılır. Deneyin anlatıldığı seminerde tanışan Özgür, Hayat, Cihan ve Eylem’se tutum, düşünce ve seçimleriyle okuru etik bir tartışmaya davet eder.
Sözleşme, toplumsal adalet meselesini sorunsallaştıran felsefi kurmaca bir metin. Bilimkurgudan yola çıkıp daha çok hakikatin kaybına dikkat çeken, manipülasyon perdesini işaret eden, pek çok filozofun ve düşünürün metinlerine gönderme yapan bir roman. Sözleşme toplumsal adaleti arıyor. Herkes için adaleti sağlayan, ana bileşenleri düşünce ve inanç özgürlüğü, toplumsal cinsiyet eşitliği olan bir toplum sözleşmesi yapmanın mümkünlüğünü tartışıyor. Denemenin konusu olabilecek bir temayı Belma Fırat kurmaca yoluyla kaleme alarak edebiyatla felsefeyi aynı metinde buluşturuyor.
“Şimdi gözlerimizi kapatıp düşünelim. Bizi duyularımızdan, doğa yasalarına olan nedensellik bağlarımızdan kurtarabilecek saf bir bilinç durumuna geçebilseydik ve salt düşünen varlıklar olarak bir araya gelip, fiziksel koşullarımızdan, bedensel arzularımızdan, her türlü maddi istek, dürtü ve hırslarımızdan bağımsız ve tarafsız şekilde herkes için, tüm insanlık için geçerli olabilecek evrensel yasalar üzerinde uzlaşabilir miydik? Böyle bir uzlaşmayı, birlikte yaşamanın kurallarını belirleyen bir toplumsal sözleşmenin temeli yapabilir miydik”
Nazan Bekiroğlu
Kehribar Geçidi
Kusurlu bir sikke elden ele, keseden keseye geçerek bütün Roma’yı nasıl dolaşır?
Hikâyeyi hikâyeye, yolu yolcuya, rüyayı rüyete, yedi kişiyi erdemli bir köpeğe nasıl bağlar?
Gölgelerin mağarasına dönen haberci her defasında niye taşlanır?
Kehribar Geçidi, MS 300’lü yıllarda İmparator Diocletianus Roma’sında bu sorulara cevap arıyor.
Okuyucularını Forum’un, Colosseum’un, Senato’nun, Tiber ırmağının, Şifa Tapınağı’nın, sonradan kaybedilmiş veya hiç edinilmemiş özgürlüklerin, hitabetin, yazmaların, lâhitlerin, şifalı otların, kurtların kuşların, dağların, en dehşetli dövüşlerin, toga picta’nın ve dikenli deniz salyangozlarının arasında uzun bir yolculuğa davet ediyor.
Berrak fakat derin dili, karakterlerinin canlılığı, olaylarının sürükleyiciliği, dönemsel detaylarının zenginliği, can yakıcı meselelerinin her daim geçerliliği ile tarihin özel bir noktasından çekip çıkarılmış olsa da evrensel insanlık hallerine dair söyleyecek sözü olan destansı bir başyapıt. Sekiz yıllık bir emeğin sonucu.
“Sanki ölmüşüz de bu dünyadaki günlerimizi anarak konuşuyoruz seninle. Sanki bu dünyadaki yaşamımız bitmiş de biri, bütün dertlerimize dönüp şöyle bir bakalım diye omuzumuzu okşar gibi. Bitti artık, geçti, der gibi.”
Ağzında Karanfil Taşıyan Genç Adam
Antonio Skarmeta
Şilili yazar Antonio Skármeta bugün dünyaca ünlü bir yazarsa bunu kuşkusuz Neruda’nın Postacısı adlı romanına borçludur. Ünlü şair Pablo Neruda ile onun sayesinde kelimeler ve imgelerin baştan çıkarıcı gücünü keşfeden postacısı arasındaki dostluğu konu alan roman, 1994 yılında Postacı ismiyle sinemaya uyarlanmış ve ertesi sene birçok dalda Oscar ödülüne aday gösterilerek büyük ses getirmişti. Skármeta bu sayede şöhrete kavuşmuş olsa da yazarlığı eserinin gölgesinde kalmış ve örneğin romancılığı yanında aynı zamanda ne kadar usta bir öykücü olduğu yeterince takdir edilmemiştir.
Meksikalı yazar Juan Villoro’nun derlediği bu öykü seçkisi işte bu eksikliği gidermek üzere hazırlanmış. Kitap, Skármeta’nın öykücülüğünün çıkış noktalarını, kendi diline getirdiği yenilikleri, üslup arayışlarını ve bu arayışların ardındaki kaygı ve etkileşimleri ortaya koyacak nitelikte toplam 13 öyküden oluşuyor. İçerisinde, Skármeta’nın da yıllarca sürgün hayatı yaşamasına neden olacak askeri darbenin hem öncesi hem de sonrasından izler bulabileceğiniz gibi, yazarın neredeyse bir CD dolusu atıfla arka planda zengin bir müzik arşivi oluşturarak keyifli bir dinleti imkânı sunduğunu fark edeceksiniz. Kitabın son öyküsü ise yine büyük bir yazara, Borges’e selam niteliğinde…
Ömer Burçin Özkişi
Doppler Etkisi
Ömer Burçin Özkişi’nin üçüncü şiir kitabı Doppler Etkisi, Kaos Çocuk Parkı yayınları Dip serisinden çıktı.
Doppler Etkisi gündelik hayatı ironik bir dille harmanlayan şiirlerden oluşuyor.
Özkişi, özel ile genel arasındaki karmaşık ve çelişkili ilişkileri, ideolojik/politik görüngüleri şiirinin prizmasından geçirirken ağırlıkla ironiye yaslanmakta. Geleneksel şiir dilinin argümanlarından besleniyor olsa da yeninin peşinden bir an bile ayrılmayan Doppler Etkisi, anlam ve görmeyi yeniden düşünmek için güzel bir okuma olanağı sunuyor.
Deniz Yıldırım
Mümkün
Akademisyen, köşe yazarı Deniz Yıldırım, sıkı bir öykü kitabıyla edebiyat okuruna sesleniyor. Mümkün, gündelik yaşamımızda bizi köşeye sıkıştıran düşüncelerin, tutumların, korkunç ya da tuhaf düşlerin öykülerini anlatıyor. Toplumsal yaşam, benliğimizi sarıyor; olanaklarımızı sınırlamaya başlıyor. Ama en karanlık saatte aydınlığın geri geleceği de biliniyor… Son derece temiz, yetkin bir dille yazılmış Mümkün’ü seveceğinizi umuyoruz.
“Birden, beyaz bir palto belirdi karanlık havada, uzaktaki bir kuzey memleketinin yaz gecesi gibiydi, üzerine lacivert kızıl gölgeler düşen uzatmalı bir gündüzdü belki de. Paçalarındaysa bataklık izleri vardı, kaçmak için yükselmeye çalışmıştı sanki.”
Bayan Unguentine’nın Seyir Defteri
Stanley Crawford
Stanley Crawford’ın 1972’de yayımlanan ve çağdaş dünya edebiyatının saklı hazinelerinden Bayan Unguentine’nin Seyir Defteri, işte bu çarpıcı bölümle açılıyor. Yıllarca denizlerden denizlere sürüklenen, botanik bahçesine dönüştürülmüş bir mavnadır Bayan Unguentine. Sahipleri Bay ve Bayan Unguentine, görenleri hayrete düşüren yüzergezer bir dünya inşa etmişlerdir. Su üstündeki bu hareketli dünyada yaşadıkları, yaşamın ve kadın-erkek ilişkilerinin bir izdüşümü olmasının yanı sıra düşsel bir çılgınlığın öyküsüdür.
Muazzam bir hayal gücünün şiirsel bir dille ve kederli bir romantizmle birleştiği, âdeta yoktan var edilen, anlatı sanatının uçsuz bucaksız olanaklarını gösteren Bayan Unguentine’nin Seyir Defteri, Suat Kemal Angı’nın çevirisiyle…
Japon Aynasından Resimli Türkiye Gözlemleri
Toruko Gakan
Yamada Torajiro
Yamada Torajirō ticaret, politika ve romantizm macerası arayışında dünyayı dolaşan pek çok kişinin Osmanlı İstanbul’unu cazibe merkezi kabul ettiği bir kuşağın parçasıydı. 1892’den itibaren faal olarak yer aldığı İstanbul’un ticari ve toplumsal yaşamından, 1890’lı ve 1900’lü yılları kapsayan izlenimlerini aktardığı kitabı Resimli Türkiye Gözlemleri’ni (Toruko Gakan) 1911’de Japonya’da bastırdı. Japon tarzı sumie yani siyah mürekkep ve fırça ile yapılmış hatlar, resimler ve çizimlerin de ayrı bir estetik değer kattığı eseriyle Yamada Torajirō, Japon aynasından Türkiye’yi anlatırken bizleri Bâb-ı Cihan’a geri götürmektedir.
Prof. Dr. Selçuk Esenbel’in dönemi ayrıntılarıyla ele aldığı önsözü ve metin içi açıklamalarıyla zenginleştirdiği çevirisi, Yamada’nın ele aldığı önsözü ve metin içi açıklamalarıyla zenginleştirdiği çevirisi, Yamada’nın ve Meiji Japonlarının perspektifinden Türkiye-Türkler-İstanbul algısını öğrenmek için bir kaynak niteliği yaşıyor.
GEÇ KALAN ADAM: AHMET HAMDİ TANPINAR
Sefa Kaplan
“Gözbebeklerindeki yaşları içinde büyüttüğü boşluğa akıtan ve zihninde yaptığı her kavgadan yenik çıkan yaşına kırgın bu adam, bütün Türkiye’nin eserine ve şahsiyetine geç kalacağı Ahmet Hamdi Tanpınar’dan başkası değildi. Dostlarının ifadesiyle ‘Kırtıpil Hamdi’, kendisinin ifadesiyle ‘derbeder şair’, 1953 Nisanı’nda ilk defa geldiği Paris’te kırtıpilliğine yeni kırtıpillikler, derbederliğine farklı derbederlikler ilâve etmekle meşguldü.”
Sefa Kaplan, biyografi sanatını farklı bir vadiye taşıdığı Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar’da klasik biyografi kalıplarını yıkıyor. Kimi zaman kendini metne doğrudan ve dolaylı bir biçimde katabilmek için Tanpınar’la mektuplaşıyor, kimi zaman da Tanpınar’ı tıpkı bir roman kahramanıymış gibi iyi ve kötü yanlarıyla anlatıyor.
Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’a yakışacak nitelikte bir yapıt bu. Onun yaşamını, eserlerini, düşünce dünyasını ve konumlandığı çevreyi geniş bir çerçeve çizerek anlatıyor Sefa Kaplan. Bu bakımdan eser yalnızca Tanpınar meraklıları için değil, Türk edebiyatı tarihiyle ilgilenenler için de önemli bir kaynak. Tıpkı Kaplan’ın diğer eserleri gibi, bir başucu kitabı olmaya da aday üstelik.
Veysel Altuntaş
Adına Romanlar
Adına Romanlar’da, büyükbabasından kalan bir defterin kaybolup gitmesini istemeyen bir akademisyen ile çiçeği burnunda bir savcının yolları kesişir. Aynı dönemde yaşamamış ve hiç tanışmamış olsalar da aslında aynı gizemin peşindedirler.
Veysel Altuntaş, ilk kitabı Yaşamak Sandığım’da kurgu meselesine kafa yoran bir öykücü olduğunun işaretini vermişti. Bu kez çok katmanlı bir romanla çıkıyor karşımıza. Eski eşyalar arasında bulunan bir defter, savcının defterden okuduğumuz duygusal dünyası, intihar eden yazarın geride bıraktığı notları, romanları, kriminal inceleme sırasında kaybolan bir mektup, yıllar sonra ortaya çıkan bir günlük… Adına Romanlar; şiiri, öyküyü, mektubu ve günlüğü bir araya getiren renkli bir roman olmanın yanı sıra polisiyeye göz kırpıyor ve postmodern anlatım olanaklarını sonuna kadar kullanıyor.
Barış Psikolojisi
Akif Manaf
Kazananlar ölülerini kahraman ilan eder, kaybedenler ise birer suçlu. Oysaki savaşta ölenlerin hepsi kucak kucağa yatar toprağın altında. Ruhları ise senelerce savaş alanlarında savaşmaya ve acı çekmeye devam eder.
Mantığa aykırı, anlamsız bir safsatadır “barış için savaş” ifadesi. Yaşamak için ölmek, zevk almak için acı çekmek, mutlu olmak için mutsuz olmak ifadeleri ne kadar anlamsızsa “barış için savaş” ifadesi de o kadar anlamsızdır.
Günümüzün insanı içsel bir savaş, içsel bir kaos içindedir çünkü tamamıyla yanılsamanın kurbanıdır. Barışa ulaşmak için kişi içsel kaosunu aşmalıdır. Fakat birisi onu teselli ederse ona düşman gibi davranır çünkü teselli, barışa vardırmayan zaman kaybıdır.
Şayet insan içerideki savaşta savaşmazsa dışarıda savaşmaya mecbur kalır. Lakin insan içerideki savaşa girer, savaşır, kazanır ve savaşı bitirirse dışarıdaki savaş da biter. İşte barışa ulaşmanın tek yolu budur!
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
Dunyaca ünlü Yazar Akif Manaf’in Baris Psikolojisi kitabini okurken sitenizde yer aldigini gormek cok guzel oldu.
Tum gezegen barisla dolsun.
Barış Psikolojisi kitabını okudum. Yazar Akif Manaf çok önemli bir konuyu çarpıcı bir şekilde anlatmış. Tavsiye ederim. Çok teşekkürler.
Barış Psikolojisi kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Muhteşem bir kitap. Emeklerine sağlık. Özellikle şu ortamda herkesin ulaşması dileğimle
Baris psikolojisi harikaymis cok merak ettim
Çok güzel bir haber.. Teşekkürler..