Arada bir jeoloji mühendisliği eğitimi aldığım senelerin bende ne bıraktığını, bu süre sonunda aklımda ne kaldığını sorarım kendime. Aklıma ilk gelen bir hocamın -yanlış hatırlamıyorsam Bora Rojay’dı- bir arazi gezisi sırasında, yüksek bir tepeden aşağıdaki muazzam ova manzarasını ve etraftaki dağları izlerken söylediği şu cümledir: “Bu manzarayı izleyen insanlar genellikle romantik düşlere dalarlar, sevgilileri yanındaysa sarılırlar, yanında değilse onu düşünürler; biz jeologlar ise bu manzarada antiklinal ve senklinalleri, kayaları, istifleri, uyumsuzlukları görürüz. Yani jeolojinin romantizmi öldüren bir yanı olsa gerek.”
Bu cümle bir muammayı ortadan kaldırmıyor ya da bir gerçeği gözler önüne sermiyordu, sadece hocamızın sosyal yaşama ilişkin kişisel bir çıkarımı idi. Peki neden bu cümle aklımda kaldı da hesaba, formüle, ezbere dayalı bir tek şey kalmadı? Sanırım nedeni bu ifadenin hayata dokunan bir yanı olması, bilimin yaşamla ilişki kurması, bize maddi ya da manevi anlamda bir etkisini hissettirmesi. Hocamız bir jeolog gibi düşünüyordu. Bunları bana tekrar düşündürten ise Marcia Bjornerud’un Metis Yayınlarından çıkan Yeryüzünün Zamanı (Çev: Raşit Gürdilek) kitabı oldu. Kitabın alt başlığı “Bir jeolog gibi düşünerek dünyayı kurtarabilir miyiz?” Bir jeolog gibi düşünüp düşünemediğimi sordum sonra kendime. Kitabın henüz ilk bölümlerinde ise bu kitabı okulun ilk yılının başlangıcında okusaydım bu bilime çok farklı yaklaşacağımı düşündüm.
Üstelik aynı durum çoğu bilim dalı için, çoğu bölüm için de geçerli. Sözgelimi integralin, türevin, fonksiyonların ne işe yaradığını, felsefesini, hayatta karşımıza nasıl ve neden çıkacağını bilmeden, x’lerle, y’lerle işlem yapma karmaşasının içine düşmek ne büyük talihsizliktir. Matematik eğitimi alan birinin, en azından ilk kez sayılarla karşılaşan bir insan kadar, sayıların ne işe yaradığını, bu dünyada sayılara duyulan ihtiyacın nereden çıktığını, rakamları gösteren işaretlerin gelişimini bilmesi gerekir. Sözgelimi Pitagoras’ın varoluşun temeline sayıları koyduğu, Platon’un matematiksel kavramı, matematiğin, oranların estetik kavrayışa, resim, müzik, heykel, mimari gibi alanların gelişimine katkısına varana kadar pek çok bilgi gereksiz değil, aksine matematiğin temelini oluşturmalıdır. Oysa bizde tam tersine, sadece sınavları geçip mezun olmak hedefi olduğundan bu tür konular her zaman gereksiz, zaman kaybı sayılır. Siyasal tarihte de benzer bir durum var. Bize ilkokuldan beri -resmi tarih tartışmalarını bir tarafa bırakırsak- Orta Asya tarihi, İslam tarihi, Osmanlı tarihi, Cumhuriyet tarihi anlatılır. Fakat bu tarihler başlı başına birer bağımsız dünya gibidir. Hepsinin birer başlangıcı ve sonu vardır, savaşlar ve antlaşmalarda diğer devletlerin adlarını duyarız, evet onlarla bir ilişkileri vardır. Fakat anlatılan tarih asla zihnimizde bir büyük insanlık tarihi, siyasal tarih resmi oluşturmaz. Birbirinden kopuk akan nehirler gibidir bilgiler zihnimizde. Sözgelimi tarihin herhangi bir anında Osmanlı Devleti ile ilgili bir bilgiyi ezberlemişken, eğer bir savaş, barış veya antlaşmaya denk gelmemişsek, o tarihte Osmanlı’nın dünyanın geri kalanıyla ilişkisine veya başka yerlerde neler olup bittiğine dair tatmin edici bir resim belirmez zihnimizde. Örnekler çoğaltılabilir elbette. Kısacası bilimlerin diğer bilim dallarıyla ilişkisi, siyasal tarih ve doğa tarihi içindeki yeri; insanla, hayatla, varoluşla ve yaşamı anlama çabasıyla alakası kurulmadıkça, hayatı dönüştürme gücü ve olanakları ortaya konmadıkça o bilim dalının gerçek anlamı ve değerini kazanamayacağı ve bizim de gerçek bilim insanları olamayacağımız gayet açık. Bu ilişkisizlik, ilişkilendirememe durumu o kadar büyük bir problem ki, sadece bir bilim dalının hayatla ve diğer bilim dallarıyla ilişkisizliği söz konusu değil, aynı zamanda bilimin kendi içindeki uzmanlık alanlarının ya da tarih anlatımında olduğu gibi farklı dönem ve coğrafyaların birbirleriyle ilişkileri de bulanık ve anlaşılmaz. Tam bir kör dövüşü.
Kitaptan birkaç örnek vereyim. Bize okulda jeolojik zaman çizelgesini ezberlettiler. Kambriyenler, Triyaslar, Krateseler, Kuvaternerler. Milyonlarca, milyarlarca yılları içeren dönemler. O dönemlerde dünya nasılmış, neler olup bitmiş, öğrendik. Fakat en başta, Yeryüzünün Zamanı’nda Bjornerud’un kurduğu şu cümle kurulmuş mudur: “Jeolojik zaman çizelgesi insanlığın en büyük entelektüel başarılarından birini temsil ediyor.” Jeolojinin insanlığa yaptığı en büyük katkının zaman çizelgesini ortaya koymak olduğunu, bunun mikroskop ve teleskop kadar bilinmeyenleri ortaya çıkardığını söylediler mi? Emin değilim, zannetmiyorum. Sadece zaman meselesinin, dünyanın yaşı konusundaki bilim ve din çevrelerinin tartışmalarını nasıl şekillendirdiğini, yaratılış ve evrim konularına nasıl müdahil olduğunu, biyolojiden fiziğe, çevre bilimlerinden insanın zaman ve ölüm konusundaki psikolojik durumuna kadar pek çok konuda kilit önemde olduğunu biliyor muyduk? Yoksa bu ilişkileri; bilimi, dünyayı, yaşamı nasıl değiştirdiğini anlamadan jeolojik devirlerin kaç milyar yıl sürdüğünü mü ezberledik sadece? Ki böylece zaten insan zihninin algılamakta zorlandığı geçen zamanın görece muazzam uzunluğunu algılayamadık ve bununla ne yapacağımızı anlayamadık.
Gezegende bir asırdan kısa sürede “başarılan” insan kaynaklı değişimlerin, jeolojik zamanda öteki sınırları belirleyen büyük kitlesel yok oluşlarda görülenlerle aynı düzeyde olduğunu, günümüzdeki karbondioksit artışlarının 55 milyon yıl önceki Paleosen-Eosen Termal Maksimum döneminin değerlerini geçtiğinden bahsedilmiş miydi? Sanayi devriminin ardından milyonlarca yılda depolanmış karbonu, önce kömür, sonra petrol ve doğalgazı bencilce silip süpürdüğümüzden ve serbest pazarın “şimdinin” sonsuza dek süreceği yanılsaması yarattığından peki? Böylece eski iklim krizleri, toplu yok oluşlar bize daha anlamlı gelirdi kuşkusuz.
Zirkon kristallerini belki mikroskopta gördük, kâğıda çizdik, görünüşlerini ezberledik de tek bir kadim zirkon kristalinin bir kıtanın tektonik geçmişinin dökümünü yapabildiğini, zirkonun ölümsüz olduğunu biliyor muyduk?
Önümüze bir perspektif, yeni bir pencere açıldı mı hiç, yoksa pencereleri kör bir labirent içinde hapsolmuş halde dolaşıp durduk mu?
Bu örnek bir bilimle, sanatla ilgilenmek ya da eğitimini almak yanında hayatın tamamına da uygulanabilir. Yaptığımız her işte, attığımız her adımda, gördüğümüz her görüntüde, bize söylenen her doğru sözde ya da yalanda bütünü görebilmek, bu çaba içinde olmak gerekmez mi? Eğitim bize bir perspektif sağlayabiliyorsa, yeni bir pencere açabiliyorsa, ilgilendiğimiz taşın, mineralin, fayın, fosilin ya da herhangi bir verinin, bütün içinde ne ifade ettiğini ya da nasıl bir bütünü işaret ettiğini ve bizim de neye hizmet ettiğimizi ya da etmediğimizi anlayabiliriz ancak. Aksi takdirde önümüzde yükselen bir katedralin tek bir taşının karşısında durup bütünü görmeden, hissetmeden, sadece o taşın sığlığında ve sınırında kalmaktan başka çaremiz yoktur.
Tabii Yeryüzü’nün Zamanı eğitim sistemimizin sakat taraflarını anlatmaya çalışmıyor ya da bir bilim dalıyla uğraşırken neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerektiği gibi bir anafikre dayanmıyor. Oysa bende uyandırdığı en büyük etki bu yine de. Dünyanın zamanına, bilim tarihi içindeki yolculuğuna, geçmişin izlerine odaklanıyor kitap. Şimdinin bitimsiz, öncesiz ve sonrasız gibi önümüze konmasındaki aldatmacayı irdeliyor. Geçmişte yaşanan iklim krizlerinin, küresel ısınmanın, buzul çağlarının, toplu yok oluşların peşine düşüyor. İnsanlık olarak kendimizi doğanın dışında bir varlık gibi konumlandırmanın bizi sürüklediği çıkmazı yorumluyor. Bunu yaparken de büyük resmi, tüm bir dünya tarihinin izlerinden yola çıkarak ortaya koyuyor ve en önemlisi tüm bu bilgilerin bugüne ve geleceğe dair yansımalarını, izlerini belirginleştirerek dünyayı ve çağımızı yorumlamamıza imkân sağlıyor. Böylece jeolojinin birikimini toplumcu bir bakışla insanlığın hizmetine sunuyor. İşte tüm bunlar bana, neye hizmet ettiğini, nasıl bir bütünün içinde ne gibi bir işlev gördüğünü, yaşama anlam katmak, hayatı güzelleştirmek, insanlığa eşitlik, haklar ve özgürlükler alanında katkı sunmak adına kavrayışımızı ne kadar belirlediğinin farkına varmadan yaptığımız işlerin, uğraşların, üretimlerin güdük ve derinlikten uzak kalacağını ve ülkemizde her alanda yaşadığımız sığlığın ve yozlaşmanın nedeninin bütünü gizleyip bütünsel kavrayışı neredeyse imkansız hale getiren sistem ve anlayış olduğunu düşündürüyor. İstenen önümüze konulan dar pencereden gözükenlere bakmamız ve rutin işimizi yapmamız. Akıp giden bantta sıkamadığımız somunların peşinden koşmakla yaşantımızı geçirmek, yaptığımız işin bütünlüğünü sezememek, karşımızda yükseleni görememek, böylece insanlığın mirasına ortak olamamak ve ilerideki topluma bırakacağımız gelecekte söz sahibi olamamak bizlere biçilen rol belki de. Ve bazen rolden çıkmak iyidir, gerçeğin bambaşka bir görünüşü belirir karşımızda. Ne yazık ki bize yol gösterecek bir eğitim sistemimiz yok; bu nedenle bu rolden çıkmak şimdilik sadece bireysel çabalarımızla ve bize dayatılan bakış açılarından kurtulma mücadelemizle mümkün olabilir görülüyor.