Sevgili Ahmet Hamdi Bey,
“Selam olsun bizden güzel dünyaya” mısraınızla gönderdiğiniz selamı güzel dünyada ikamet eden bir seveniniz olarak aldığımı ve selamınıza bu mektup aracılığıyla karşılık verdiğimi belirtmek isterim.
Maddi varlığınız her ne kadar Aşiyan Mezarlığı’nda yer alsa da; ruhunuz mâzi, hâl ve istikbâli bir bütün kılan –zamanın özü– süre bünyesinde, bizlerle eşdeğer bir şekilde varlığını sürdürmekte ve haykırmaktadır. Bedenlerimiz olmasa da ruhlarımız aynı havayı solumakta, gönüllerimiz aynı coğrafyada adımlamaktadır.
Size bir satır mesafesi yakınlığında olmak benim için mutluluk verici… Bu satırları, hayata başladığınız yerden, Erzurumlu Tahsin’in memleketinden yazıyorum. Ben de meslek hayatıma genç bir asistan olarak bu şehirden başladım.
İşe Erzurum’dan başlamanın yanı sıra, her akşam eve gidişimde, kendimi sembolik bir Narmanlı’da buluyor olmam da kaderinizle bağdaşan başka bir noktam. Nitekim benim de sizin gibi kitaplarımdan başka arkadaşım, eşim dostum bulunmamakta.
Size sizden sonraki Türkiye’nin siyasi, kültürel ve edebî vaziyetini merhale merhale anlatmak isterdim; ancak, Behçet Bey gibi, sizi unutmuş olmamdan yakınacağınızdan korkmaktayım. Bu bakımdan yazacaklarımın odağı siz olacaksınız.
Hayata ve güzelliklere geç kalışınız beni derinden etkiledi. Her şeyin vaktinde güzel olduğunu ve ertelememeyi sizin trajik yazgınızdan öğrendim. Bu bakımdan hayattaki biricik şiarım ‘geç kalmamak’ üzerinde yoğunlaştı. Geç kalmak eyleminin sizi yalnızca etken çatıda değil edilgen yapıda da ilgilendirdiğinin farkında olduğumu da belirtmeliyim. Nitekim geç kalan olmanın yanı sıra geç kalınansınız da aynı zamanda, Türk edebiyatı tarafından.
Satırlara vuran sancılarınız okuyanı da sancılandıran cinsten. Mahrumiyet müzesi olan hayatınız ise –ne yalan söyleyeyim– ibret verici. Hep yeniden başlamaya mecbur oluşunuz –Sisyphos yazgınız–, omuzlarınızın çökkünlüğünü anlatır nitelikte. Biyografinize hâkim olan birisi –hiç şüphesiz– sizi mecburiyet denizinin bahtsız yüzücüsü addeder. Nitekim siz yalnızca mecbursunuz. Mecburiyet çemberinin dışına bir nefeslik olsun çıkamamışsınız.
Hayat merdivenlerinden çıkarken –genelde inseniz de– cebinizden pusulanızı düşürüp kırmışsınız. Yönünüzü bir türlü tayin edemeyişiniz, zannedersem bu yüzden. Yüzünüze esen rüzgârı bir türlü ardınıza alamamışsınız. Behçet Bey’e attığınız oklar size geri dönmedi mi, hep merak etmişimdir?
Suyun son hücumunu bekleyen delik deşik bir gemiye benzetmiştiniz kendinizi. Günlükleriniz bu geminin makine dairesini teşkil ederken; aynı zamanda bu geminin rotasızlığını da ilan ediyor.
Hayat, adil Hamdi Bey. Nasıl Behçet Bey’in bütün mahremiyetini aleni kıldıysanız; yayımlanan günlük ve mektuplarınızla sizin bilinçaltınız da çıplak kaldı.
Günlüklerinizi okuduğumda sizin de kafanızın cam kırıklarıyla dolu olduğunu fark ettim. Ruhunuzun sancıları, bedeninizin acılarına galebe çalmış ne yazık ki. Keşke Tarık Temel’e ürtikerden, fıtıktan yakınacağınıza kafanızdaki cam kırıklarından söz etseydiniz. Uyuyamamanız, uyuyamayıp Nembutal’lerde çare aramanız sizi acıyan düşüncelerinizden kurtaramamış maalesef.
Arzu ve hasretleriniz ne yazık ki yüreğinizi ızdırap kazanında kaynatmış. Daimi olarak yaşadığınız depresyon ise yalnızlığınızın yükünü daha da arttırmış. Üstüne bir de parasızlık ve parasızlığın neticesi borçlar: Borç yiğidin kamçısıdır lafzını hayat düsturu yaptınız da haberimiz mi yok Hamdi Bey?
Aşk’a gelince; aşkın ne içinde ne de dışında yer almışsınız. Bu taraftan bakıldığında, sizin için aşk da ancak rüya atmosferinde mümkün gibi gözüküyor. Platonik sevgilerin adamısınız Hamdi Bey. Sevmeyi tatmışsınız; ancak sevilmeyi tattıran olmamış.
Tersine çevirttiğiniz paltonuz, sizi çok sevdiğiniz Proust’un kaderi izinde adımlatmış. Ancak bedeninizi ısıtan bu palto, ruhunuzu titremekten alıkoyamamış, kısır döngülerden sıyrılamamışsınız.
“Her şey bana karşı kendi içimde” demiştiniz. Oysa dışınızda da size karşı olmayan bir şey –neredeyse– hiç olmamış. Bu sebeple hayat karşısında taarruz değil, daima müdafaa etmişsiniz.
Kendinize çok haksızlık etmişsiniz Hamdi Bey. Boşa dönen bir değirmen olarak görmüş, altmış yaşındayım eserim yok demişsiniz. Bugün yok olarak addettiğiniz eserleriniz bütün varımız yoğumuz.
Yaşadığınız anksiyete bozukluğu, mükemmel olamamak korkusu artık dinsin. Siz modern Türk edebiyatının –ki siz olmasaydınız bir ayağı aksardı– duvarına fresk olarak işlenmiş bir tablosunuz, önünden her geçenin bakmak zorunda olduğu.
Bir gün bana dönecekler diye bir kehanette bulunmuştunuz. Bugün hep beraber, size döndük. Biz sizi çok sevdik Hamdi Bey. Kompleks kişiliğinizi de eserlerinizi de sizin hayatı sevdiğiniz kadar sevdik. Bu bakımdan, küstüm çiçeği açmasın mezarınızda.
Hayat, tekrar dinlenilmesi mümkün olmayan bir şarkı. Şunu kabul etmeli ki sizin şarkınız, bünyesinde barındırdığı umutsuzluk ve dertlerle fazla arabesk kalmış.
Şöhret, kovaladıkça kaçan bir olgu sizin için. Öldüğünüzde kaçmayı bıraksa da, bir kere daha geç kalmıştınız…
Sükût… Yalnızca Behçet Bey’i değil; sizi de çiğnemeden yutan bir boa yılanı sükût. Ancak bertaraf edilen, üstesinden gelinen bir sükût. Bugün bu satırlar size ulaşıyorsa, yakındığınız ve serzenişte bulunduğunuz sükût suikastından sağ çıktınız demektir.
Mesuliyetini taşıyacağınız fikrin adamı olmuş ve hiçbir ideolojiye tutunmamışsınız. İhmal edilişiniz biraz da bu yüzden… En parasız anınızda dahi eserlerinizin mükemmeliyetinden taviz vermemiş, para için eser bitirmemişsiniz. Bugün zirvede oluşunuz mükemmeliyete verdiğiniz bu önemin ‘haklı’ bir neticesi.
Bir gözünüz gülerken bir gözünüz ağlamış. Hep yarım, hep eksik kalmış, ‘sınır’larda gezmişsiniz.
Mütevazılığı âdeta ilahlaştırmış, kendini orangutana, hapishane kaçkınına benzeten siz olmuşsunuz. Kendinizi kendiniz ateşe atmış, dolayısıyla yenilgiyi baştan kabul etmişsiniz Hamdi Bey…
Bir labirentten farksız olan hayatınızda çareyi İkaroslaşmakta görmüş, ancak size kanat takacak bir ‘baba’dan mahrum kalmışsınız.
Şölenden dışlanmış, yer altına itilmişsiniz. Şikâyette bulunduğunuz yersizlik hissi bu dışlanmanın duygu dünyanıza yansıması olmuş.
Vladimir ve Estragon gibi salt beklemiş, gitmek istemiş; ancak gelip gelmeyeceğini bilmediğiniz Godot-vari umutlarınız, buna mâni olmuş, durmuş, –Selim Baka gibi– eylemsizliğinizi bakarak/seyrederek korumuşsunuz. Gitmek isteyip de yerinden kımıldamayanlardansınız Hamdi Bey. Aşkı ve mutluluğu, anlaşılmayı ve şöhreti hep kımıldamadan beklemiş, statik bir eylem olan yazmakla yetinmişsiniz. Kaçıp gidecek yerden mahrum oluşunuz da kımıldamamayışınızda etkili olmuş; aşka tutunsaymışsınız, belki ona sığınırmışsınız. Ancak siz o limana hiç uğramamışsınız; bir yığın keşkeler biriktirmiş, hepsine ayrı ayrı yanmışsınız…
Samimi olmak gerekirse, Tutunamayanlar Ansiklopedisi’nde adınızı görememek beni şaşırttı. Sizden âlâ tutunamayan mı var Hamdi Bey? Ucu açık olan mezkûr ansiklopediye ben de bu mektupla sizi iliştirmek niyetindeyim.
Aşiyan’da, Tevfik Fikret’in gözetimi altında, kimi zaman sitem ettiğiniz ama daima vefalı olduğunuz Yahya Kemal’in yanı başındasınız. Çok sevdiğiniz Orhan Veli ise bütün ‘garip’liğiyle biraz yukarınızda.
Hayatınızın roman olduğunu bilmiyorum haber aldınız mı? Yüzden fazla tez, elliyi aşkın kitap ve yüzlerce makale de sizi ve eserinizi farklı açılardan ele aldı. Zamana emanet ettiğiniz isminiz, bugün hak ettiği yeri almış durumda; ‘huzur’la uyuyun. Sahnenin içi dünyadan saygı, sevgi ve selamlar efendim; ayda rüya, rüyada ay gören bir seveniniz…
Tanpınar’ın hayatının ve sanatının kilometre taşları için anlamlı olan bu mektubu okumasını ve cevaplamasını isterdim. Benim için de çok anlamlı. Ben de akademik hayati tanıdığım Erzurum’da her gün geçip gittiğim sokaklarda, dört mevsim ve günün her saatinde tıpkı Erzurumlu Tahsin gibi Tanpınar’ la karsilasmayi çok istedim. Sizinle yolumuz burada da birleşiyor. Tanpınar üzerinden musahabemizin devamını dilerim genç kardeşim. Gönlünüze ve kaleminize sağlık. Bakı selam ve muhabbetlerimle.