Nedim Gürsel’in “Boğazkesen” adlı eseri, alışılmış tarihi roman kalıplarının oldukça dışında, romanda anlatılan olaylardan çok olayların ele alınış ve anlatım biçimiyle ön plana çıkan bir eser. Yazar Nedim Gürsel, eserinin salt tarihi bir şahsiyeti ya da tarihi olayları anlatan bir metin olmayıp kurmaca bir metin olduğunu her fırsatta hissettiriyor okuyuculara. Yine postmodernist romancıların genelde yaptıkları gibi, anlatıcı geçmiş tarihi olayları bu günün bakış açısıyla yeniden yorumluyor eserde. Eser, yedinci bölüme kadar, Fatih Haznedar’ın eserini yazma sürecini anlatan bir bölüm ve ardından kısa bir epigrafla romandaki tarihi olayların anlatımı şeklinde oluşturulmuş. Nedim Gürsel, kitabının başına, çok sevdiği yazarlardan biri olan Marcel Proust’un ” Geçmiş Zamanın Peşinde” adlı eserinde Fatih Sultan Mehmet’ten söz edilen bir bölümü alarak yazara vefa borcunu ödemiş.
“Boğazkesen” adlı romanın birinci bölümü, Fransa’da bir üniversitede profesör olan, romanın yazarı/anlatıcısı Fatih Haznedar’ın eşiyle birlikte yaz tatilini geçirmek için kiraladığı Rumeli Hisarı’nın karşısındaki yalıda, 1980 yılının Eylül ayında, Fatih Sultan Mehmet’i anlatan romanını yazma çabasıyla başlıyor.
Yazar, romanın Sultan Mehmet Han Gazi’nin Boğazkesen’i nasıl yaptırdığını anlatan bölümüne, Aşık Paşa’nın, Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinden bir alıntıyla başlıyor. Romanın tarihi olayları anlatan bölümlerine, tarih metinlerinden alıntılarla başlayan yazar, her bölüm başında kullandığı epigraflarla okuyucusuna, “Benim yazdığım tarih değil, roman” mesajını hatırlatmak istiyor. Bu yönüyle klasik gerçekçi/geleneksel roman anlayışıyla çelişen bir tutum sergiliyor eserinde Nedim Gürsel.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed tarafından İstanbul’un fethi kendisine müjdelenen, İstanbul’un fethi için ilk adım olan Rumeli Hisarı’nın yapımını bizzat yakından takip eden Sultan Mehmet Han, Sadrazam Halil Paşa, Zağanos Paşa ve Saruca Paşa’ya hisarın üç kulesinin her birini inşa etmeleri için görev verir ve Rumeli Hisarı yoğun ve hızlı çalışmalar sonunda inşa edilir.
Romanın üçüncü bölümünde, Fatih Haznedar, romanını yazdığı yalıda, romanında anlattığı, bir kısmı tarihi belgelere dayanan tarihi olayların karanlıkta kalan, bilinmeyen yanlarını nasıl tamamlayacağına; romanında anlatacaklarını nasıl anlatacağına, romanının kahramanlarına nasıl anlattıracağına kafa yorup sonrasında eşinin Paris’te ne yaptığını düşünürken, yalının arka bahçe kapısının çaldığını duyar. Yazar Fatih Haznedar kapıyı açınca, yalıdaki tatillerinin bir bölümünde kendileriyle kalan Ali ve Sumru’yu soran bir kadınla karşılaşır. Sumru’nun, bir sohbetleri sırasında, adının Deniz olduğunu öğrendiği kapıdaki kadından bahsettiğini hatırlar. Arkadaşları Sumru, Deniz adlı bu kadının 12 Mart’tan sonra bir dönem hapis yattığından bahsetmiştir önceki sohbetlerinden birinde. Fatih Haznedar, Deniz’i, akşam konuğu olması için yalıya davet eder. Deniz yazarın davetini kabul eder ve yalıda gece yatısına kalır. Gece Fatih Haznedar ve konuğu Deniz arasında tensel bir yakınlaşma olur. Tutkulu sevişmelerin eşliğinde birlikte olurlar. Ertesi gün, Fatih Haznedar, yazmak istediği eserine yoğunlaşmak istediği için Deniz’e yalıdan gitmesini istediğini hissettirir. Deniz’in yalıdan gitmesi sonrası, hem Deniz’in yalıdan gitmesini istediği hem de eserini yazmayı sürdüremediği için çaresizlik hisseder ve çaresizlik hissinden kurtulmak için Çandarlı Halil’in öyküsünü yazmaya karar verir.
Aşık Paşa’nın “Tevarih-i Ali Osman” adlı eserinden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğulları ve kethüdalarıyla hapsini ve öldürülüşünü anlatan kısa bir alıntıyla başlayan bölümde, İstanbul’un alınması ve yağmalanması sürerken, Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u alması öncesinde, Bizans imparatorundan aldığı rüşvetler ve çıkarları gereği sürdürdüğü barış siyaseti çöken Türkmen yönetici Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın, oğulları ve kethüdalarıyla hapsedilmesi ve cellat tarafından kırk gün sonra kellesinin vurulması , yerini İstanbul’un fethedilmesini savunan devşirme yöneticilere bırakması, Sadrazam Çandarlı Halil’in kendi ağzından anlatılır.
Romanın dördüncü bölümünde, günlerdir, Anadoluhisarı’ndaki yalıda, elinde birikmiş materyallerle romanını yazmaya çalışan Fatih Haznedar’ın vapurla Anadoluhisarı’ndan Eminönü’ne, oradan da İstanbul’un kuruluş efsanelerini araştırmak amacıyla Fatih Kitaplığı’na geçişi anlatılır. Fatih Haznedar, Anadoluhisarı’ndan Fatih’e gelişine kadarki sürede, İstanbul izlenimlerini aktarır okuyucuya ve Fatih Kitaplığı’nda İstanbul’un kuruluş efsanelerini araştırmaya başlar.
Romanın beşinci bölümünde, Fatih Haznedar, Anadoluhisarı’ndaki yalıda, bir önceki gece Fatih semtinden Çiçek Pasajı’na gelişini, Çiçek Pasajı’nda kafayı çekip Tepebaşı’nda bir otelde kalışını anlatır. Fatih Haznedar, romanını yazamaması nedeniyle yaşadığı huzursuzlukla, Fatih sultan Mehmet’in kendi külliyesindeki ahvalini yazma düşüncesiyle uyur.
Fatih Sultan Mehmet’in kendi yaptırdığı külliyede geçirdiği zaman diliminde pek çok olayın anlatıldığı bölüme Sirozlu Sadi’nin İstanbul Kasidesi’nden bir alıntıyla başlar Fatih Haznedar. Fatih Sultan Mehmet’in kendi yaptırdığı külliyenin bir odasında kalabilmek için, padişah da olsa ulemanın sınavından geçmesi ve külliyesinde oda sahibi olması; külliyedeki odasında Mevlana’nın Mesnevi’sini okuması ve Mesnevi’deki hikayeleri sorgulaması; Hocaları Ak Şemseddin, Molla Gürani ve Ali Kuşçi ile olan diyalogları; Nakkaş Siyah Kalem’in çizdiği minyatürlere, gravürlere bakıp Venedikli bir ressama portresini çizdirme kararı alması; Ali Kuşçi’ye Uluğ Bey’in macerasını, Semerkant Rasathanesi’nin öyküsünü anlattırıp onun astronomi ile ilgili çalışmaları hakkında bilgi alması; Ayasofya’dan daha yüksek ve kubbesi Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir cami yapması için görevlendirdiği Mimar Yusuf Sinan’ın, caminin olası bir depreme karşı dayanıklı olmasını gerekçe göstererek Fatih Sultan Mehmet’in isteğini yerine getirememesi ve Fatih tarafından mimarın ellerinin kestirilmesi anlatılır.
Romanın altıncı bölümünde, Mimar Yusuf Sinan’ın ellerini kestiren Fatih Sultan Mehmet’ten davacı oluşu ve kadı’nın bu davayı tarafsız şekilde görmesi süreci, ardından Cafer Çelebi’nin, “Mahruse-i İstanbul Fetihnamesi” adlı eserinden kısa bir alıntıyla İstanbul’un kuşatılması ve fethi süreci anlatılmaya başlanır. İstanbul’un kuşatılması hazırlıklarının bittiği noktada yazar Fatih Haznedar sanki tarihi bir metinden anlatıyormuş gibi, Seyir Katibi Nicolo’nun 5 Nisan 1453 tarihinden başlayan günlüğünden, Nicolo’nun ağzından anlatmaya başlar İstanbul’un fethini. Seyir Katibi Nicolo’nun günlüğü, 28 Mayıs 1453 tarihinde son bulur.
Romanın yedinci bölümünde, içindeki bir kadına zorla sahip olma arzusu eşliğinde şehrin yağmalanmasına katılan Nicolo, şehrin fethinden sonraki süreçte yaşananlara tanıklık eder. Yağmalamak için girdiği bir evin mahzenine saklanmış bir kadına tecavüz etmeye çalıştığı sırada, kadın tarafından sırtından hançerlenerek öldürülmesiyle Nicolo’nun hikayesi son bulur. Fatih Haznedar Anadoluhisarı’ndaki yalıda yazdığı romanı bitirmeye çalışırken ayak sesleri duyar gibi olur ve rıhtımda, kayıkhaneye inen merdivenin yanı başındaki taşa oturmuş Deniz’i görür. Deniz’le sohbetleri sırasında Deniz’in geliş sebebinin askerlerin yönetime el koyması olduğunu öğreniriz. Deniz, Fatih Haznedar’a tutuklanmaktan değil 12 Mart’ta olduğu gibi işkence görmekten korktuğu için kaçtığını belirtir. Fatih Haznedar, saklanması için Deniz’i yalıya davet eder.
Romanın sekizinci bölümünde Fatih Haznedar, Deniz’le aralarındaki fiziksel şiddetle tutkunun, şehvetin, cinsel isteğin bir arada bulunduğu hastalıklı ilişkiyi anlatır ve içinde Deniz’e karşı filizlenen aşk nedeniyle eserini yazmayı sürdüremediğini ifade eder.
Romanın dokuzuncu bölümünde, Fatih Haznedar, yazdığı romanda öldürülen kişilerin de içinde olduğu bir kâbus görür. Fatih Haznedar’ın Deniz’le yaşadığı hastalıklı, tutkulu ilişki de devam etmektedir.
Romanın onuncu bölümünde, Fatih Haznedar, romanında var olan şiddetle Deniz’in ve diğer muhalif insanların seksen döneminde yaşadıkları baskıların, ölümlerin, işkencelerin birbirlerinden pek de farklı olmadığını, geçmişten bu güne insanlarda var olan şiddet eğiliminin ve ellerine fırsat geçince insanların şiddete yönelişinin pek de değişmediğini düşünür. Gecenin bir vakti, Fatih Haznedar romanını yazmaya çalışırken, pencere pervazına konan topal martıyı boynunu sıkıp öldürmek ister. Daha sonra içinden gelen bu isteği garipser ve içinde böyle bir istek duyduğu için kendi kendini garipser.
On birinci bölümde, Fatih Haznedar, romana dahil etmek isteyip de yazamadığı pek çok şeyden bahsediyor. Bunun yanında, Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet’in Galatalı sevgilisine yazdığı gazelden; yeri geldiğinde çok acımasız olabilen o güçlü padişahın sevgilinin karşısındaki aczinden, sevgiliye duyduğu aşktan; sevgiliye söz geçirememesinden bahsediyor.
Yine bu bölümde, Fatih sultan Mehmet’in oğlu Şehzade Mustafa’nın, Mahmut Paşa’nın gencecik karısı Çerkez güzeli Gülbahar Hatun’la yaşadığı yasak aşkı öğrenen Mahmut Paşa tarafından bir cellata öldürtülmesi anlatılıyor. Oğlunun ölüm haberini alan Fatih Sultan Mehmet’in yaşadığı acı Yazar Fatih Haznedar tarafından ifade ediliyor. Bu bölümde Yazar Nedim Gürsel, Fatih Haznedar’a eserinin kahramanlarının kaderlerinin ellerinde olduğunu söyleterek okuyucuya romanda anlatılanların kurmaca olduğunu hatırlatıyor.
Romanın on ikinci ve son bölümünde, Yazar Fatih Haznedar, var etmek için o kadar çabaladığı romanının kahramanlarının neden öldüklerini sorguluyor. Yine romanın bu bölümünde Yazar Fatih Haznedar Fatih Sultan Mehmet’in son seferine çıkmadan önce rahatsızlandığını ve Fatih Sultan Mehmet’in bu rahatsızlığının sebebinin padişahın Baş Hekimi Yakup tarafından yediklerine azar azar katılan zehirle yavaş yavaş zehirlenmesi olduğunu, Fatih Sultan Mehmet’in Oğlu, Şehzade Cem Sultan’ın da babasıyla aynı kaderi paylaştığını öğreniyoruz. Bütün bu ölümlerden sonra, Yazar Fatih Haznedar ölümü sorguluyor. Zihninde, romanını yazmasına engel olarak gördüğü yanı başında uyuyan Deniz’i ortadan kaldırma düşüncesi dolaşıp duran Yazar Fatih Haznedar bu düşünceyle mücadele ederken roman son buluyor.