“Çünkü zamanla sınanıp geleceğe kalabilen ‘şairlerin hayatları da şiirlerine dahil’. Son sözü kuşkusuz şairlerin şiirleri söyler ama şairler şiirlerinden çok daha fazlasıdırlar.” diye yazmıştım Ülkü Uluırmak’ ın “Edip’in Lastik Topu” adlı kitabına ilişkin ilk yazımda.
Şairlerin hayatları da şiirlerine dahil ve şairler şiirlerinden çok daha fazlasıdırlar. Ama şairlerin hayatları ele alınırken ve irdelenirken şairlerin sanatlarından ve şiirlerinin özelliklerinden çok, insanların ilgisini çekecek, fazla abartılı , çoğu asılsız, hikayelerle şairler tanıtılmaya ve şiirleri, sanat anlayışları anlatılmaya çalışılıyor. Çoğu zaman, gerçekle pek de ilişkili olmayan ve çoğu magazinsel birtakım yakıştırmalarla, şairler gerçek hayattan koparılarak bambaşka kişiliklere büründürülüyorlar. Hatta sanal ortamlarda şairlerin yazmadıkları şiirler, kurmadıkları cümleler, gerçekleştirmedikleri eylemler şairlere atfediliyor. Kimi zaman da şairler, insani özelliklerinden, hatalarından, zaaflarından arındırılarak mükemmel varlıklarmış gibi yansıtılıp insanüstü birtakım özelliklerle donatılıyorlar. Ya da tam tersi yapılarak şairler hiçbir olumlu özellikleri yokmuş gibi tümden kötüleniyorlar. Aziz Nesin’in,”Türkiyede her dört kişiden beşi şairdir.” sözünden de yararlanarak yazılan her şiirin şiir olmadığı, her kendini şair sananın da şair olmadığını da belirmek gerekir.
Ülkü Uluırmak’ın Edip Cansever’e ilişkin yapmış olduğu bu çalışma gibi çalışmalar, şair ve yazarlarımız hakkında daha gerçekçi ve sağlıklı bilgiler edinmemizi; şairlere ve eserlerine daha doğru, daha sağlıklı şekilde yaklaşmamızı, şiir yazmanın ne kadar sabır ve emek isteyen bir uğraş olduğunu, şairliğin de ne kadar sorumluluk gerektiren bir unvan olduğunu daha iyi anlamamızı sağlamakta.
Ülkü Uluırmak’ın, Edip Cansever’in şair ve yazar arkadaşlarıyla, dostlarıyla, aile fertleriyle yapmış olduğu söyleşilerin ses kayıtlarının çözümünden oluşturulan “Edip’in Lastik Topu” adlı esere ilişkin ikinci yazımda , Şair Edip Cansever’in yaşamına tanıklık eden şair, yazar arkadaşlarının; dostlarının ve şairin aile fertlerinin anlattıkları eşliğinde kitaba ilişkin incelememe devam ediyorum.
Edip’in Lastik Topu adlı eserde Vedat Günyol ve Cemal Süreya’nın Edip Cansever’e ilişkin tanıklıklarından sonra Ülkü Uluırmak önemli eleştirmenlerimizden biri olan Fethi Naci’yi dinliyor.
Fethi Naci; Ülkü Uluırmak’ ın 25 Kasım 1987 tarihinde, İstanbul’da, Gerçek Yayınları’nda, kendisiyle yaptığı söyleşide,1947-1948 yılları arasında, birçok edebiyatçının gittiği Asmalı Mescit’teki Elit Kıraathanesi’ nde, Fenerbahçe’nin maçlarında, Asmalı Mescit civarındaki Bacı adlı meyhanede Edip Cansever’le karşılaşmalarından bahsederek başlıyor söze.
Fethi Naci, birbirlerini bilip görmelerine rağmen Edip Cansever’le 1959 yılında Ankara’da tanıştıklarını ve Ankara’dan İstanbul’a gidiş gelişleri sırasında Edip Cansever’le dostluklarının pekiştiğini ve yıllarca sürdüğünü belirterek dostu Edip Cansever’i anlatmaya başlıyor Ülkü Uluırmak’ a:
“Edip çok hırçındı. Şiiri söz konusu olduğunda alabildiğine alıngandı. Şiirine eleştiri yöneltildiği zaman son derece kırıcı ve kaba olabilirdi. Daha sonraki yıllarda daha şiddetlenerek sürdü bu tavrı. İlk yıllarda bunun belirtileri vardı. Edip’le bir iki defa darıldık. Bunlardan biri şuydu, iyi hatırlıyorum: Kulis’ te içiliyordu. O günlerde Edip, Nazım Hikmet’in aleyhinde konuşmayı adet haline getirmişti. Bu önemlidir.1964-65 yılları olabilir. Hatta ben Edip’i de düşünerek Yön’ de “ Nazım Hikmet Tedirginliği” diye bir yazı yazmıştım. O yazıdan alınmıştı Edip. Kulis’ te olanlardan Selahattin Hilav’ ı hatırlıyorum şimdi. Durup dururken Edip, Nazım Hikmet vasat bir şairdir, dedi. Öyle söyleyince benim de tepem attı: Nazım vasat bir şairse sen de cüce şairsin, dedim. İlk dargınlık böyle oldu, epey sürdü. Sonra da şöyle bir şey oldu: En son ‘İlkyaz Şikayetçileri ‘ diye bir kitabı çıkmıştı. O kitap için bir yazı yazdım ve kitabı beğenmediğimi belirttim. Yani, biçim olarak hep aynı şeyin tekrarlandığını, yalnızlığın Divan Edebiyatı’ndaki mazmunlara dönüştürüldüğünü, yalnızlık duygusundan çok yalnızlık sözcüğünün onu etkilediğini, bir şiirinin Cemal Süreya’ dan mülhem olduğunu falan yazmıştım. Edip darıldı bana. Ben 1985 başında bir böbrek ameliyatı geçirdim, bir böbreğim alındı. Bana bayağı dargındı, uzaktı falan ama eski bir dost olduğumuz için hastaneye geldi ve yeniden barışmış olduk. Fakat son yıllarda, özellikle benim o ‘İlkyaz Şikayetçileri’ üzerine olan yazımdan sonra, ilişkimiz aşağı yukarı kopmuştu.”(s.22)
Fethi Naci, içki toplantılarında Edip Cansever’in mümkün olduğu kadar kısa zamanda sözü edebiyata, ardından şiire en sonunda da kendi şiirine getirdiğini belirterek bu toplantılarda mutlaka Edip Cansever’in şiirinin konuşulduğunu hatta Edip Cansever’in, nazının geçtiği günlerde kitabını çıkarttırıp bir arkadaşına şiirlerini okuttuğunu ve arkadaşlarından övgü beklediğini ifade ediyor Ülkü Uluırmak’ a. Ardından Fethi Naci, Edip Cansever’in şiirlerini yazma sürecine ve şiirlerini yazarken şairin beslendiği kaynaklara ilişkin ayrıntılardan söz ediyor:
“Edip aslında geçim kaygısı çekmemiş bir dostumuz. Bu yüzden zamanı boldu. Zamanı doldurması da güçtü. Yani sadece şiir yazarak zaman dolduran insana ben dünyanın hiçbir yerinde rastlamadım. Her ülkede şairin başka işleri de vardır. En azından bir yayınevinin danışmanı oluyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor. Edip’in bol zamanı bulunduğu ve bu zamanı,24 saati sadece şiirle dolduramadığı için artan kısmını içkiyle dolduruyordu ve içki sırasındaki edebiyat sohbetleriyle falan. Okuması, genellikle sadece şiire yönelikti ve şiir için yararlanabileceği romanları seçer, bulurdu. Yani onu iyi becerirdi ve onları okurdu. Yoksa onun dışında çok dar bir alanda okuyan bir şairdi. Mesela o kadar şiire meraklı olan bir adam, ne bileyim Divan şiirini, halk şiirini, kendinden önceki şiirleri merak edip inceler, ama incelememiştir. Yani işte Tevfik Fikret desek, aman neresini okuyayım, beş para etmez deyip geçen bir şairdi. Halbuki ne bileyim Cemal Süreya veya Turgut Uyar onun gibi değil. Turgut’un “Bir Şiirden” diye bir kitabı var, Cemal’ in yazıları var. Onlar, o şairlerin şiirlerini beğenmeseler bile onların belli bir zamanda bir şeyler yaptıklarını göz önüne alarak onları inceleyip değerlendirmek üzere çalışmalar yapmış şairlerdir. Edip pek öyle değildi.”(s.23)
Fethi Naci, Edip Cansever’in felsefeye olan ilgisinden bahsediyor sözlerinin devamında. Şairin, düzenli olmasa da felsefe kitapları okuduğunu ifade ediyor Ülkü Uluırmak’ a. Edip Cansever de “Şiiri Şiirle Ölçmek” adlı kitapta yer alan, 1977’de “Türkiye Yazıları” adlı dergide yayımlanan “Yaşam Öyküsü” başlıklı yazısında yüksek öğrenimde felsefe okumadığına hayıflandığını belirtiyor.
Ardından, Fethi Naci, Edip Cansever’in şiire yönelişine, şiirinin kaynaklarına, sosyal siyasal konulara duyarlı oluşuna ilişkin bildiklerini anlatıyor Ülkü Uluırmak’ a:
“Şiire yönelişi. Edip, Tanpınar’dan söz ederdi. Tanpınar’ la yakın semtte mi, aynı semtte mi oturma, komşuluk ilişkileri mi ne, öyle bir şey var. Tanpınar’a şiirlerini göstermiş ,o da gayet akıllıca öğütler vermiş ve Edip’in yönlendirilmesinde epey bir etkisi olmuş. Bu Edip’in bana anlattığı. Fakat şunu da biliyorum: Salah Birsel’in de Edip’in ilk gençlik yıllarında, Edip’e bir hayli yol gösterici yardımları olmuştur. Yani onu iyi şairler okumaya, yahut şiirin biçimi üzerine düşünmeye yönlendirmiş olabilir. Yani bu ikisinin direkt etkisinden söz edilebilir. Onun dışında tabii okuduğu şairler, o şairlerden yararlanma var.Mesela onun bir Eliot dönemi vardır, hep Eliot okumuştur ve Eliot’un şiirlerinin havası kendi şiirlerinin havasına sinmiştir.”(s.24)
“Şiirinin tüm kaynağı İstanbul ve İstanbul’da da çok dar yerler. İşte meyhaneler, daha çok tuzu kuru aylak insanların bulunduğu çevreler. İşte Krepen Pasajı vs.
Bir aralık,12 Mart ertesi dönemde onu aşmıştı. O gençlik olayları, öldürülen çocuklar falan. Onlarla ilgili güzel şeyler yazdı. Şimdi tarihi hatırlamıyorum ama Tragedyalar’ ın zannediyorum üçüncüsüdür, orda terör olaylarını falan anlatır. Sonrası Kalır tamamıyla böyle. O, ‘Mendilimde Kan Sesleri’ gibi birtakım şiirleri. Duyarlı bir insandı ve o olaylar karşısında da bir şairin susması, onlara duyarsız kalması epey zordu. Turgut Uyar da aynı dönemde o konulara yöneldi. İkisi de güzel şiirlerini yazdılar bunların.”(s.24)
Fethi Naci , Edip Cansever’in sosyalizme inanmış bir yurttaş olarak Türkiye İşçi Partisi’nde yer aldığı süreçten bahsediyor Ülkü Uluırmak’a. Fethi Naci, Edip Cansever’in 1962 yılının sonlarında girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde kendisinden başka bir iki yazar çizerle partinin kültür bürosunda yaptıkları çalışmalardan, bu çalışmaların amacına ulaşamadan sona erdiğini ifade ediyor. Ardından, partinin bazı politikalarına ve parti yönetiminin dogmatik yaklaşımlarına muhalefet edenler arasında olan Fethi Naci ve Edip Cansever’in parti yönetimine muhalefet eden diğer kişilerle birlikte 1964’te Türkiye İşçi Partisi’nden ihraç edildiklerini belirtiyor Ülkü Uluırmak’a ve Edip’in politikayla ilişkisinden bahsediyor:
“Edip aslında o yıllarda da, daha sonraki yıllarda da politikadan anlayan, politikayı yakından takip eden biri olmadı. Ama sosyalizmin doğruluğuna, Türkiye’yi sosyalist kalkınma metodunun ancak kalkındırabileceğine içtenlikle inanıyordu. Aydın sorumluluğu onu sosyalist çizgiye getirmişti. Siyasal eylemi o kadarla kaldı. Onun dışında bu siyasal düşüncelerinin edebiyata yansıması diye bir şey söz konusu değildi. Yani siyasal düşünceleri bir yanaydı, şiirinin kaynağı gene şiirlerdi. Önceki şiirlerdi, çağının şiirleriydi, onda Marksist izler aramak falan bence boşuna. Hatta tam tersine, şiirlerinin büyük çoğunluğu küçük burjuva bir duygulanma ve düşünme biçimini yansıtır bence.”(s.25)
Fethi Naci, İkinci Yeni’ye ve Edip Cansever’in son zamanlardaki davranışlarına ilişkin düşüncelerini dile getirip sözlerini sonlandırıyor:
“İkinci Yeni. Onların hepsine birden Edip’e, Turgut’a, İlhan’a, Ece Ayhan’a, Cemal Süreya’ ya İkinci Yeni dediler ama hiçbirinin şiiri birbirine benzemezdi. Yani bu dışardan yakıştırma. Zannediyorum Muzaffer Erdost’ un yazdığı bir yazıda ilk kez İkinci Yeni sözü edildi. Millet de hani Garip hareketi Birinci Yeni’yse, buna İkinci Yeni demeyi yeğledi. Edip’in kendini, yalnız Edip’in değil, öteki şairlerin de kendilerini öyle bir toplulukla bağlı görmek istediğini hiç sanmıyorum. Onların içinden yalnızca İlhan Berk İkinci yeni diye tutturdu galiba…”(s.26)
“Edip ayıkken gayet ince, zarif bir insandı, kibar bir insandı. İç dünyası zengin olan bir insandı. Fakat son zamanlarda özellikle çok kısa süreler içinde sarhoş oluyordu. Olunca da çekilmez hale geliyordu. Sözü, dediğim gibi, önce edebiyata sonra şiire, sonra da kendi şiirine getirdiği zaman, o şiire karşı herhangi bir söz söyleyen kimseye; şiirini övdüğü zaman bağrına bassa da, şiirinin aleyhine konuştuğu zaman, sen şirden anlamazsın , diye küçümseyen bir tavır takınıyordu.”(s.26)
Ülkü Uluırmak’ın , Memet Baydur’la 1987 yılının Kasım ayında Ankara Nenehatun’ daki evinde yaptığı söyleşide Memet Baydur Edip Cansever’le nasıl tanıştığını anlatarak başlıyor söze. Edip Cansever’le Yalçın Yalın aracılığıyla Ankara’da tanıştığını belirten Memet Baydur, tanışmalarının ardından İstanbul’a çok sık gittiğini ve çok sık görüştüklerini, Afrika’ya gidince de ölümüne kadar Edip Cansever’le yazıştıklarını belirtip yakından tanıdığı Edip Cansever’i anlatmaya başlıyor:
“Çok ciddi bir edebiyat adamıydı. İşine son derece bağlı; çok saygıyla yaklaşan, derinlemesine yaklaşan bir insandı. Çok disiplinli çalışırdı.
Yeni yazdığı şiirleri okurdu, üzerine konuşurdum ama Edip Cansever’le tartışmak benim ne haddime. Taslak halindeki şiirlerini de okurdu ve benim söylediklerimi de, başka dostlarının söylediklerini de dikkatle dinlerdi. Dinlemesini de çok iyi bilen bir insandı.
Dostluklarına çok bağlıydı. Yalçın Yalın onun çok yakın bir dostuydu. Turgut Uyar’a çok bağlıydı. Muhteşem Sünter’den, Cansever’in ‘Acı Kum’(Gül Dönüyor Avucumda) şiirini adadığı şair Muhteşem Sünter, sevgiyle bahsederdi. Üçümüz birkaç kere beraber olduk. Dostluklara çok önem verirdi. Fazla dostu yoktu aslında, ama seçtiği insanlara çok bağlı kalırdı.
İyi bir aile babasıydı. Evine, karısına, çocuklarına her zaman çok bağlıydı. Aslında yazdıklarından belki bohem bir şair havası çıkabilir, o çok yanlış olur. Hiç bohem değildi. Hatta fazla anti-bohemdi.” (s.28)
Memet Baydur, Edip Cansever’in İstanbul sevgisine ve İstanbul’u iyi tanımasına, İstanbul’da gezip gördüklerinin şiirlerine etkisine ve yansımasına, şairliğine değiniyor sözlerini sürdürürken:
“24 saat şiirle, işiyle yaşayan bir insandı. Yalnızlıktan çok, dost çevresi arardı. Metropolleri, İstanbul’u iyi tanıyan ve seven bir insandı. Kırsal bölgeyle pek bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum, şehir insanıydı. Tam anlamıyla İstanbulluydu. Şehrin coğrafyasını, girdisini çıktısını, her şeyini çok iyi bilirdi. Tabii onunla İstanbul’da gezmek dünyanın en büyük keyiflerinden biriydi. Çünkü her an bilmediğiniz bir şey çıkabilirdi karşınıza onunla birlikteyken. Kitapçılar olsun, lokantalar olsun, antikacı dükkanları olsun, şu olsun, bu olsun, bütün şehrin coğrafyasını çok iyi bilen bir insandı. Bütün İstanbul’u çok severdi. Anadolu yakasını da Boğazı da Beyoğlu’nu da Tarlabaşı’ nı da. Çok değişik semtlerde gerçekten çok değişik çok güzel yerler, çok güzel spotlar bilirdi. İstanbul’un doğası da tabii onu ilgilendiriyordu ama benim izlenimim şu: İstanbul daha çok şehir olarak, insan olarak kalabalık olarak ilgisini çekiyordu.”(s.29)
“Çok sağlam bir şiir anlayışı vardı. Yazdığı hiçbir şey esinlenmeyle veya tesadüfi değildi. O şiir anlayışının dışına taşan düşüncelerde de aynı tutarlılığı aradı en azından. O olmadı mı da bazı şeyleri bazen paldır küldür söylemiş olabilir.”(s.30)
Edip Cansever, Kapalıçarşı yangınında dükkanı yandıktan sonra Jak Salhoşfili ile ortak olup Sandal Bedesteni’nde antika dükkanı işletir. Mösyö Jak, iş ortağı Edip Cansever’in antika dükkanının asma katında şiir yazmasına ve şiirle ilgilenmesine fırsat tanır ve bu arada dükkanla ve gelen müşterilerle kendisi ilgilenir. Edip Cansever bu konuyu açıklarken, ”Ortağım Jak, bana antika dükkanımızın asma katında çalıma imkanı sağlamasaydı yazdığım şiirleri yazamaz, şiirle ilgilenemezdim.” der.
“Edip Cansever ticaretle de hiçbir zaman uğraşmadığını söylerdi aslında. Kapalıçarşı’daki dükkanda senelerce üst katta şiir yazdı. Sadece şiir yazdı ve ona sağlanmış büyük bir imkan olarak baktı o dükkana. İyi ki de öyle olmuş. Öyle bir şey ki bir dükkan sahibiydi ama ben Edip’i ticaretle uğraşırken düşünemiyorum. İyi ki de o dükkan varmış, iyi ki de anlayışlı bir ortağı varmış, iyi ki de anlayışlı bir ortağı varmış.”
“Yalnızca şiirle uğraşmaktan, başka bir iş yapmamaktan bir şikayeti yoktu. Tam tersine. Turgut Uyar da öyleydi. İkisi de bırakılsalar, 24 saat şiirle uğraşmayı isteyen insanlardı . İkisinin de büyük bir tutkunlukları vardı şiire ve dil olayına. Zaten bakıyorsunuz Türkçeyi en iyi kullanan insanlardı. Edip Kendi seçtiği, eleğinden geçirdiği her şeyden kendine özgü bir şiir çıkartmasını bilen ender insanlardan biri. Edip’in şimdiye kadar çok az incelenmiş tarafları var. Bütün ipuçları da onun şiir kitaplarında şiir dışında düzyazıyla, özellikle de romanla ilişkisi vardı. Çok okuyan ve iyi okuyan bir insandı.”(s.32)
“Detayların şairi olmasına rağmen çok geniş açıdan yaklaşırdı her şeye. Bir tarafıyla bir mikroskop gibi, öbür tarafıyla da müthiş bir teleskop gibiydi ya da iki yönlü bir dürbün gibi.”(s.34)
Hayatındaki en insanlardan biri ve en iyi dostu Turgut Uyar’dı, ama şiirleri farklıydı. Gerçekten de alıp baktığımız zaman hiçbir benzerliği olmayan iki ayrı şiir kaynağı. Ne Ece Ayhan’ın ne İlhan Berk’in şiirini Edip Cansever’le, Cemal Süreya’yla karşılaştırmak mümkün. O da hep aynı şeyi söylüyordu. Yani yapay bir etiket olarak görüyordu İkinci Yeni adını. Ama hepsi de tabii yakın dosttu bu insanların, birbiriyle görüşen şairlerdi ve birbirlerini seven insanlar. Edip Cansever’in şiirde sürekli iyi bulduğu Cemal Süreya ve Turgut Uyar’dı. Turgut Uyar’ı özellikle şair olarak çok sevdiğini biliyorum…
Çok ümitle söz etmezdi yeni şairlerden. Enis Batur’un kitabını sevdiğini ve onun çok iyi bir şair olacağını söylemişti. Genç kuşaklardan bir tek onun adını anardı. Bir süre İsmet Özel’i tuttuğunu, fakat sonra yazın adamı olarak ümidini boşa çıkarmış olduğunu söylemişti.
Şiirden çok düzyazı okurdu Edip. Oğuz Atay’ı çok severdi. Sait Faik de çok sevdiği bir yazardı. Tomris Uyar’ın yazdıklarını çok beğenirdi, kendisini de çok severdi, yakınıydı çok. Benim oyunlar üzerine, tiyatro üzerine konuşurken, Melih Cevdet’in Mikado’nun Çöpleri’ni çok sevdiğini söylemişti.
Şiire yönelmesinde belki Tanpınar’ın etkisi olabilir ama bence esas etki-bu sadece bir gözlem-İstanbul’dan kaynaklanıyor olabilir. Özellikle Edip’in içinde bulunduğu ortam. Kapalıçarşı, Beyoğlu’nun arka sokakları vs.
Gerçekten tutkulu bir Yahya Kemal hayranıydı. Onun şiirini çok iyi bildiği gibi, çok da severdi, beğeniyle yaklaşırdı. Ama şiirine baktığımızda şu şairin ya da şu kişinin etkisinden söz edilemez. ille de bir etkilenme söz konusuysa, romancılardan etkilenmiştir. Örneğin Kafka2ya büyük düşkünlüğü vardı. son yıllarında Marquez’i çok seviyordu. Tutkuyla okuduğu bir yazardı. Genel olarak Güney Amerikalı yazarları seviyordu. Ama Dostoyevski hep baş tutkusu olmuştur.(s.33-34)
Memet Baydur, Ülkü Uluırmak’la söyleşisini, Edip Cansever’in şiir tutkusundan, ve nasıl şiir yazdığından bahsederek sonlandırıyor:
“Bir sabah çalışmasıydı onun için şiir. Şiir, gerçek anlamda somut bir işti onun için. Çünkü başka türlü kendi kurduğu şiiri kurmak neredeyse imkansız. Sonbahar, kış sevdiği mevsimlerdir ama o da belli olmaz. Bazen bahar aylarında da şiir havasına girdiği çok olurdu. Ama genellikle pastel renkleri severdi ve eylül, ekim , kasım onun aylarıydı gibi geliyor bana.”(s.35)
Ülkü Uluırmak, Edip’in Lastik Topu- Dostlarının ve ailesinin anlatımıyla Edip Cansever, YKY İstanbul, Eylül, 2016