“Gençliğimde Edip Cansever’in kitabını duvara çarptım, “Böyle şiir mi olur?” diye. Babam komünist olduğu için Cansever’i, Nazım Hikmet’i, Orhan Kemal’i okutuyordu. Benzememi değil, onlar gibi olmamı istiyordu; ikisi farklı şeyler. Bu yüzden, İkinci Yeni şiirine de soğuktum. 17 yaşındayım, arkadaşlarımla Bodrum’a tatile gidiyoruz. O zamanlar otobüsler İzmir’in içinden geçiyor. Otobüs bir tren yolunun önünde beklerken gözümü açtım, bir köpek gördüm. Köpek uzaklara bakıyor. Onun baktığı yerlere bakmaya çalıştım, hiçbir şey yok, sadece dağlar. O zaman Cansever dizeleri aklıma geldi; “kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.” Bodrum’a iner inmez bir Edip Cansever kitabı aldım. Ben onu anlayacak kapasitede değilmişim, kabahat bende, ben salağım çünkü. Şairleri anlamıyorsak bizimle ilgili bir sorundur o. Yetmedi Edip Cansever’in yaptığı. İstanbul’a dönünce tanışmak istedim. Tanışmayı ayarladım da. Ama ben tanışamadan öldü, üstelik doğum günümde. Üstelik cenazesi benim o sıra yaşadığım Teşvikiye’den kalktı. Hayatımda bu kadar dayak yediğimi hatırlamıyorum.” (Küçük İskender)
Ülkü Uluırmak’ın, Edip Cansever’in şair ve yazar arkadaşlarıyla, dostlarıyla, aile fertleriyle yapmış olduğu söyleşilerin ses kayıtlarının çözümünden oluşturulan “Edip’in Lastik Topu” adlı esere ilişkin üçüncü yazıma ;Sabit Fikir dergisinin ve İstanbul Modern’in birlikte hazırladıkları, Semih Gümüş ve Ömer Türkeş’in sunuculuğunu yaptıkları, Sözünü Sakınmadan Toplantıları’nın dördüncüsünün konuğu Şair Küçük İskender’in programda anlattığı Edip Cansever’e ilişkin bir anekdotla başladım. Bir şairi şüphesiz onun şirini anlamış başka bir şair anlatır.
Edip’in Lastik Topu adlı eserde, Vedat Günyol, Cemal Süreya, Fethi Naci ve Memet Baydur’un Edip Cansever’e ilişkin tanıklıklarından sonra, Edip Cansever’in dostlarından biri olan Merih Sezen’i Aralık 1987 tarihinde , İstanbul Valideçeşme’deki evinde dinliyor Ülkü Uluırmak:
“Edip Cansever’le 60’lı yılların başında (tam hatırlamıyorum ama 1961-62 olmalı) Fethi Naci, Ferruh Doğan, ben sık sık birlikte olmaya başladık. Giderek birbirimize daha çok yakınlık duyduk. Birlikte sevdiğimiz şeylerin başında meyhane geliyordu. Haftada en az bir iki gün meyhanede buluşmaktan çok hoşlanırdık. Birlikteliğimiz bu nedenle uzun yıllar, Edip’in ölümüne kadar devam etti. Zaman zaman birbirimizden uzak kaldığımız olurdu ama örneğin üç ay birbirimizi görmediğimiz halde, bir gün ben telefonu açıp aradığımda hep aynı sıcaklıkla tekrar bir araya gelirdik. Merhaba Edip, derdim, neredesin? Sanki dün ayrılmış gibi hiç tarizde bulunmadan, merhaba reis, derdi, nerde buluşuyoruz?”(s.36)
“Türkiye’de şiir kitaplarının satışı çok az olmuştur her zaman. Başta bütün şairler gibi o da buna alışmıştı. Birdenbire kitapları çok satar olmaya, ikinci baskılar yapılmaya başladı. İşte o zaman Edip havalara uçuyordu. Bundan çok kıvanç duydu. Zaten telif haklarından ilk aldığı parayla hemen bizlere birer içki ziyafeti çekmeyi adet edinmişti. sonraları şiirinin arandığını, kitaplarının satıldığını gördü ve buna alıştı. Bugüne kadar da bilinen, aranan ve kitapları satılan bir şair olarak yerleşti.
Ben Edip’in bütün şiir dünyasıyla çok yakından ilgilendim diyemem, çünkü başka konularla ilgim var. Yalnız bildiğim bir şey varsa, Edip’in türüne yaklaşan ve o türde şiir yazma çabası gösteren şairler belirmişti. Edip onlardan hoşlanırdı. Zaman zaman onları destekler, gönüllerini sıcak tutmaya çalışırdı. Fakat tabii hep kendisinin patron olması kayıt ve şartıyla. Edip’in bu tarafı da çok önemlidir. Bütün büyük şairler böyledir gibi gelir bana. Bilirim ki Nazım da şiir yazanları kırmaz, hep teşvik ederdi. Edip de öyleydi.”(s.37)
Merih Sezen, sözünün bu kısmında Edip Cansever’in Kapalı Çarşı’daki antikacı dükkanından ve ortağı Mösyö Jak’ tan söz edip konuyu şairin yaşama ve doğa sevgisine getiriyor ve Ülkü Uluırmak’a dostu Şair Edip Cansever’i anlatmaya devam ediyor:
“Yaşamasını çok sever, içmeyi, bir yerlere gitmeyi severdi. Hatta bir ara bir tekne almıştı ki, denizden hiç anlamazdı. Ama arkadaşı Balıkçı Nuri ile beraber, o tekneyle Hayırsızada açıklarına gider, çapari yapıp balık avlamaya bayılırdı. Nuri denizden de balık avından da çok iyi anlıyordu. Edip, ben de bunun üstadı olacağım, göreceksiniz, hepinizi geçeceğim, diyerek denize sarılmaya çalıştı. doğrusu ben onun bu işi yarım bırakacağını sanıyordum ama birkaç sene sürdürdü, deniz balık peşinde koştu… Ben Edip’in denizcilik yapacağına inanmıyordum. Ama demek ki doğa sevgisi onu oraya kadar götürdü. Bodrum’u seviyordu. Ne yazık ki Bodrum’da bir yer edindiği halde, içinde yaşayamadan gözlerini kapattı. Şimdi diyorum ki Edip doğayı, değişikliği, dolaşmayı seviyordu. Fakat Sanırım uzak yerlere gitmedi, yurtdışına çıkmadı, herkes gibi Avrupa’ya gitmedi.”(s.38)
“Çevrilen her şeyi de okurdu aslında. Kitap okumayı çok severdi. Ne zaman şiir yazmıyorsa ve evden dışarı çıkmıyorsa muhakkak okur ve çıkan bütün kitapları izlerdi. Her konuda, ama bilhassa edebiyatta, roman türünde hepsini okurdu. Benim okuduğumun iki katı okuduğunu zannederim. Sevgisi şiirdi ama tüm edebiyattan uzak değildi.”(s.39)
Merih Sezen, Dostu Edip Cansever’in resim sanatıyla ilişkisine ve Metin Eloğlu’yla dostluğuna da değiniyor. Resmin ve yaşamının Edip Cansever’in şiirine yansımalarından, Edip Cansever’in çok iyi bir gözlemci olduğundan ve şairin şiirlerinin bu gözlemlerinin ürünü olduğundan söz ediyor Ülkü Uluırmak’la sohbetinin devamında:
“Resim sergilerine de giderdi. Metin Eloğlu’yla yakın dostluğu vardı. Resmini de yapmıştı Metin Eloğlu onun. Resimde onu, şiirde Turgut Uyar’ı çok beğenirdi. Kendisinin türünde olmasa da acıları aynı olan şairlere gönlü açıktı. Ben bunu çok normal sayıyorum. Çünkü ressamlar da şairler de bir açıdan bakarlar dünyaya. Kendi gözlerinden, kendi dürbünleriyle bakarlar. Zaten başka türlü de olmaz. Edip Kendi gözünden dünyaya ve şiire bakmış ve öyle yaşamıştır. Ama yalnız dizelerle değil, güncel yaşamla da şiiri doldurmuştur. Şiir muhakkak hep yazmakla yaşanmaz. Yaşamakla, düşünmekle, sevgilerini çoğaltmakla da şiirini zenginleştirir şair. Şiirleri de yaşamını zenginleştirir. Onun için Edip yalnızca şiir yazan, yalnız şiirle yaşayan bir insan değildi. Yani salt yazarak değil, yaşamını da şiirleştirmeye çalışarak ve şiirleşen yaşamı da bayağı, olduğu gibi yaşardı.”(s.39)
“Edip etrafına bakıyordu. İnsanlara nerede rastlasa; sokakta, meyhanede, vapurda, balıkçıların arasında onları içinden yaşıyordu. Nitekim işte kitaplarında, tragedyalarında, şunda bunda görürsünüz. Çok iyi bir gözlemciydi. Şimdi bazı insanların yapısında bu var. Bazı insanlar yaşayarak bu gözlemi yapar, bazıları da bakarak görerek. Edip meyhaneye kapanıp, odasına kapanıp, arkadaşlarıyla içki içip şiir yazmış değildir. Böyle bir durum olamaz, o şiirlerde yazılamazdı bence. Bu yüzden onun bizden farkı şu: Biz çalışarak yaşamışız, o çok bakarak, etrafı görerek yaşamaya çalışmış ve kendi de bu yaşama zaman zaman keyfince katılmıştır.” (s.40)
Merih Sezen Edip Cansever’in dostluğundan söz ederek sonlandırıyor sözlerini:
“Edip güvenilir bir dosttu. En sıkışık zamanınızda bir telefon açsanız, yapabileceği bir yardım varsa esirgemez, dost bildiği herkes için her türlü fedakarlığı yapardı.”(s.40)
Ülkü Uluırmak Şair Edip Cansever’in yazar arkadaşlarından Selçuk Baran’la, 24 Ekim1987 tarihinde, Selçuk Baran’ın Cihangir’deki evinde görüşüyor. Selçuk Baran, Edip Cansever hakkındaki duygu ve düşüncelerini, şair hakkında bildiklerini anlatmaya başlıyor:
“En büyük bahtsızlığı olgunlaşmadan ihtiyarlamış olmasıdır. Tanıdığım büyük sanatçıları düşünüyorum, hepsi çocuk kalmışlardır. Sanatçıya yaraşan çocuksuluk, hayata karşı süren o korkunç şaşkınlık…
Edip de iyi bir şair olduğunu biliyordu. Yoksa şiir yazmazdı. Ama itildiği yalnızlık içinde kişiliğinin olgunlaşmasını nasıl bekleyebilirdik ki? Adının göklere çıkarılması, çok iyi kritikler alması değil sorun. Ama bir yazar, bir sanatçı okuyucusu, dinleyicisi, seyircisi olsun ister. Zaman zaman doğrudan ilişkileri gereksinir. Bir kitap yazmak nedir bizim ülkemizde? Her şeyden önce onu boşluğa fırlatıp atmaktır. kendinizi de sonsuz yalnızlığa gönüllü olarak sürgün kılmak. İçki masalarındaki dost söyleşilerine sığınırsınız.”(s.41)
“Edip’i onlarsız düşünemeyeceğim neler var? Zekası ( ki hiç saygı duymadığım zekayı, sonsuz duyarlılığı ve çocuksu saflığıyla övgülendirmiştir. ),sonra İstanbul, sonra deniz, alkol… Belki alkol en başta olmalıydı. Yazarlık zanaatına, bu en zor zanaata bulaşmışların dostu mu desem, karakteri mi? Hani Atatürk’ün, hürriyet benim karakterimdir, sözü gibi alkol onun da karakteriydi elbet. Hepimiz içiyoruz ama alkolü Orhan Veli’den de çok şiirine, kısacası özüne koyan insandır Edip Cansever. Yalnız burada alkol derken, Edip’in şiirine sinen alkol. Edip şiir yazacağı zamanlarda alkolü bırakırdı. Yani alkolün getirdiği bir şey değildi onun yazdığı şiirler ama alkol onun kişiliğinin bir parçasıydı. Daha sonra İstanbul ve deniz: İstanbul’ la denizi birlikte düşünebiliriz. Belki İstanbul’u deniz yüzünden sevmiştir. Çünkü Edip’in İstanbul’dan sonra sözünü ettiği ikinci şehir İzmir, Üçüncü Şehir Bodrum’dur.”(s.42)
Selçuk Baran, İstanbul’un Edip Cansever için öneminden söz ediyor ve ardından Edip Cansever’in İstanbul’daki yaşantısı ve izlenimleriyle yazdığı, “Tragedyalar, Ben Ruhi Bey Nasılım, Bezik Oynayan Kadınlar, Çağrılmayan Yakup” adlı eserlerine ilişkin açıklamalarda bulunuyor Ülkü Uluırmak’a. Edip Cansever’in rutin ve rahat şekilde sürüp giden hayatında bir takım inişler çıkışlar istediğini belirten Selçuk Baran Edip Cansever’in sözleriyle devam ediyor anlatmaya:
“Bir şeyi sonuna kadar yaşamalı, serserilik mi olur, bohem hayatı mı olur, aşk mı olur, ben bunu beceremedim, yapamadım. bundan sonra da artık vaktim yok…” (s.44)
“Ben şimdi Edip’i hatırladığım zaman bütün dişleriyle, bütün yüzüyle gülen bir insan gözümün önüne geliyor. Bir de onun çok güzel kahkahaları vardı. İçten. Yani çok büyük değildi belki o kahkahalar ama kendine özgü, sesinin tınısını aksettiren güzel kahkahalardı. Evet, neşeli insan denebilirdi ama içkinin bir noktasından sonra da büyük bir hüzün çökerdi. Yine de karamsar, kapkara bir gözlüğün arkasından bakan umutsuz bir insan değildi, o ayrı hikaye.”(s.45)
“İkinci Yeni şairleriyle karşılaşmak bana büyük bir zenginlik getirdi. Edip’ e dedim ki, siz dili çok zenginleştirdiniz. Onlardan önce dilin özleştirilmesi olayı çıktı ortaya ama kullanımı olmadı. Nesirde olmadı yani, Nesirdeki kullanımı o kadar etkili olmadı. Şiirdeki kullanımı çok zenginleştirdi dili. Her şey bir yana İkinci Yeni’nin bu hizmeti çok büyüktür. Edip de benim bu sözlerime katılmıştır.”
Selçuk Baran, Edip Cansever’in çok okuyan bir insan olduğunu, felsefeyle ilgilendiğini belirtiyor ama çok okumanın felsefe bilmek anlamına gelmediğini düşündüğünden Edip Cansever’in felsefe bildiğini söyleyemeyeceğini belirterek sözlerini sonlandırıyor.
Ülkü Uluırmak, Edip Cansever’in dostlarından Yalçın Yalın’la Kasım 1987 tarihinde Yalçın Yalın’ın Ankara Nenehatun’daki evinde görüşüyor ve Yalçın Yalın Edip Cansever’le nasıl tanıştıklarını ve dost olduklarını anlatarak başlıyor söze, ardından sözü Edip Cansever’in şiiri nasıl algıladığına getirerek devam ediyor sözlerine ve anlatıyor:
“Edip’le 12 yıllık arkadaştık, Oğuz Alplaçin (Hayalet Oğuz) tanıştırmıştı. Edip’in Oğuzla samimiyeti vardı. Benim de vardı ama biz Edip’le görüşmüyorduk.1974’te Oğuz öldükten sonra, her zaman gittiğimiz Arnavutköy’deki Kaptan’da ayrı ayrı masalarda oturuyorduk. Ben kalktım ,beraber oturalım diye teklif ettim. Zaten aramızda müşterek bir dost var, laf açıldı, konuştuk. İşte böyle başladı. Bir de aynı tarafta oturuyoruz, yakınız birbirimize. Dostluk pekişti zamanla.”(s.48)
“Sanki şiirle hiç ilgisi olmayan bir insan gibi dururdu. Yani klasik bir şair gibi romantik şeylerle hiç ilgisi olmadı. Mesela çok güzel güneş batıyor, kuş sesleri vs. Onu gösterene de kızardı ayrıca. Yani birisi dese ki, bak ne güzel su akıyor filan ,bana ne yahu der, ama onu da herkesten iyi yazar gidince eve.”(s.48)
“Şiirden daha az konuşurdu. Bilhassa son zamanları, edebiyat alemindekilerle Babıali arkadaşlarıyla pek temas etmek istemediğini söyler oldu. Bazı dedikodular duyardı, bunları bana anlatırdı. Yalnız kendine yönelik olmasa da kızardı böyle şeylere, onaylamazdı. Bu yüzden giderek edebiyat ortamından kaçar olmuştu. Bizim gibi edebiyat ortamı dışında olanları tercih eder oldu.”(s.50)dip
Yalçın Yalın, Edip Cansever’in, ablasının ölümü sonrası yaşadığı sarsıntıyı belirtiyor. Yine Muhteşem Sünter ve Turgut Uyar’ın ölümlerinin de Edip Cansever’i oldukça sarstığını belirterek Edip Cansever’in resim ve müzikle olan ilişkisini anlatıyor Ülkü Uluırmak’ a:
“Edip resmi çok sever, soyut resimleri bile anlar, yorumlardı. Kandinsky sever mesela, Kokoschka sever. Ben azıcık bakar bırakırım, o uzun uzun bakar, dikkatli bakar. Hepsinin, büyük ressamların reprodüksiyonları vardır kitaplarda; açar, bakar. Brueghel’i de severdi.”(s.51)
“Müzikten de çok hoşlanırdı: Klasik Türk müziği, klasik Batı müziği. Bach sever ama barok müziği biraz monoton bulurdu. Debussy, Ravel der ama Beethoven demezdi mesela. Devamlı Ravel dinlerdi, tabii en çok da Çaykovski. Ben Uzaktan baktığımda şunu sezerdim: Çaykovski’nin müzikteki renkleri yahut ton farkları, zenginliği sanki onun ruhunda vardı. Şiirinde vardı, içinde vardı.”(s.51)
“Edip’in sesi iyi değildi ama ona rağmen şarkı söylerdi. Detone olur filan ama aldırmaz. Selahattin Pınar’ın hayranı, bütün ağır şarkıların hayranı. Ben de çok severim alaturkayı. Edip şarkı söylerken sıkıldığımı hatırlamıyorum. Onun söyleme arzusunu görmek hoşuma giderdi. Ses diye bir şey yok, yine de o kendine güvenerek şarkıyı başından sonuna kadar söyler. Evde olsun, bir meyhane köşesinde olsun, kimsenin duyamayacağı şekilde hemen söylerdi. Sevdiği makamlar da hicaz, kürdili hicazkar. ”Bir kendi gibi zalimi sevmiş yanıyormuş…”Bu onun da benim de dilimizde milli marş gibi bir şeydi. Birazcık içip de ,ben arabayı kullanıyorum, o da yanımda oturuyor, eve doğru gidiyoruz, hemen mırıldandığımız şarkı buydu. “(s.52)
Yalçın Yalın Edip Cansever’in alkolü şiirinde kullanmasından ve Edip Cansever’in vefatından söz ediyor Ülkü Uluırmak’ a söyleşinin sonlarına doğru:
“ Edip rakıyla oyuncak gibi çok oynadı. Alkolü şiirinde kullanıyor ama şiir yazarken kullanıyor. Şiirinde o zaman çiçek gibi kullanıyor alkolü. Ama mutlaka ayık kafayla yazıyor. İşi bitince de işten çıkmış işçiler gibi gidip içiyor. İçerken peçeteye bir şeyler not ettiği olurdu. Onu kaybetmemek için itinayla katlar, arka cebine koyar, sonra da ertesi gün okurdu. Bunlardan şiir çıkmadığını söylemişti sonraları.” (s.54)
“Bir akşamüzeri eve geldiğimde eşim dedi ki, Edip’i getirmişler, kızıyla damadı seni aradılar telefonda. Edip Rahatsızmış, sen bir doktor biliyormuşsun, ona götürmek istiyorlar. Yahu bu saatte nasıl bulurum o doktoru, dedim. Saat akşamın yedisi. Neredeymiş, dedim, eve telefon ettim, kimse cevap vermedi. Ertesi gün öğrendim ki Amerikan hastanesinde beyin ameliyatı oluyor. Bodrum’dan saat on beşte gelmiş, kafa röntgenini aldırmışlar. Doktor demiş ki yüzde bir yaşama ihtimali var, ameliyat etmemiz lazım, ama etmezsek o bilmem kaç ihtimal daha aza düşer. Kendisi bunu kabul edecek etmeyecek durumda değilmiş galiba. Aile çaresiz kabul etmiş. Ameliyat olduktan sonra gittim, saat iki buçuktu gittiğimde. Dörtte de kaybettik zaten. Ben yanına çıkamadım ama daha önce oğluna sorduğumda durum ümitsiz dedi, zaten tanımıyor kimseyi, yoğun bakımda. Görmedim, çıkmadım yukarı. Tomris görmüş. Gözümün önünden gitmiyor, diyor. Narkozdan dendi, nasıl olduğunu ben araştırmadım.” (s.55)
Ülkü Uluırmak , Edip’in Lastik Topu- Dostlarının ve ailesinin anlatımıyla Edip Cansever, YKY, İstanbul, Eylül, 2016