Gamze Güller, beşinci kitabı Zürafanın Bildiği’nde “Her hayvan sizden daha fazlasını bilir,” Kızılderili atasözüyle karşılıyor okurlarını. Yazar, modern zaman öykülerinde doğayı ve hayvanları da dâhil etmiş insanların dünyasına.
Bir plazanın yirmi beşinci katındaki inşaat şirketinde çaycılık yapan İsmet’in hikâyesiyle başlıyor kitap. Modern hayatın köşeye sıkıştırdığı ve modern köle hâline getirdiği, kendine yabancılaşmış insanların hikâyelerini, on beş metrekarelik depoya hapsolmuş bir zürafaya anlatıyor İsmet. Binaları ne kadar yüksek yaparsa o kadar uygar ve modern olacağını düşünen, topraktan uzaklaştıkça doğadan ve özünden uzaklaştığını bir türlü fark edemeyen insanın aymazlığını ve kibrini yeniden hatırlatıyor okurlara “Yüksek” adlı öykü.
Yazar, pek çok doğa ve hayvan katliamının yaşandığı dünyada ve ülkemizde, bir bütünün parçaları olduğumuzu hatırlatırcasına, doğamızla ve doğanın parçası olan bitki ve hayvanlarla kesiştiğimiz ve ayrıştığımız noktaları, kendi korku ve kaygılarımızın nasıl bir yıkıma sebep olduğunu sezdirmeye çalışıyor öyküleriyle. Kuşlar’da, korkusunu yenmek için iki kuş alıp beslemeye karar veren kadın kahramanın yaşantısının kafesteki kuşlarınkinden pek de farklı olmadığını fark edişi; Kara’da, yazar B.’nin sitesindeki Kara adlı köpekle ilişkisi ve entelektüel camianın dahi hayvanları yaşamlarına engel, rahatsız edici canlılar olarak görüşü; Kafes’te, hayvanat bahçesindeki kafesinde, koparıldığı doğaya ve özgürlüğe özlemle yaşayan bir jaguarın özelinde, insanların keyfi için hayvanat bahçelerine hapsedilen hayvanların dramı sade ve etkileyici bir anlatımla dile getirilmiş.
Gamze Güller, “Danse Macabre” öyküsünde, günlük hayatın akışı içinde yaşanan olayları, hayat koşuşturmacasında ömür tüketen sıradan insanların ve bir öğretmenin gözünden, farklı bakış açılarıyla ve farklı bilinç düzeylerinden anlatıyor. Yazar, ölümü ve insanların her gün bilinçsizce yaptıkları ölüm dansını, yaşamın doğal akışı içinde yansıtıyor. Öyküdeki kahramanlarının yaşamlarına ilişkin verdiği detaylar, yazarın gözlem gücünü gözler önüne seriyor.
Yazar, kitabındaki öykülerin temel izleklerinden biri olan modern yaşamın ve şehir hayatının insanda yarattığı travmalardan, kendine yabancılaşma durumlarından birini daha ele alıyor “Araba” öyküsünde. Öykü, “Günümüzde fetiş bir arzu nesnesine dönüşen araba, yaşadığımız bunalımlara, sıkışmışlıklarımıza çare olabilir mi?” sorusunu sorduruyor okura.
Babasına ithaf ettiği “Beklerken” adlı metinle, babasını kaybetmiş herkesin üzüntüsüne, çaresizliğine, özlemine tercüman oluyor yazar. Kitaptaki bütün öykülerde görülen lirizm bu metinde daha da yoğunlaşıyor.
“Ölmek ne kadar zormuş. Beklerken. Can nefes nefese bedende tıkanırmış…” (s.61)
“Ölmek ne kadar kolaymış. Beklerken. Can bir nefes olup bedenden uçarmış.” ( s.62 )
Metropollerde birbirlerine tehdit hâline gelmiş, yalnızlıklarıyla baş başa yaşayan insanların hayvanlarla kader ortaklıklarını, insanlarla hayvanlar arasındaki özdeşleşmenin nerelere varabileceğini incelikle anlatan “Lubyanka’da İnemeyen Köpek”, kitabın en etkileyici öykülerinden biri. Rusya’ya çalışmaya giden Bahadır, çocukluğunda ninesinin sorduğu bilmecelere, gurbette, cevaplarını bulmaya çalıştığı, hayata dair yeni bilmeceler ekler. Moskova’ya alışmaya çalışırken ninesine mektuplar yazar. Şehrin metrosunda yolculuklar yaparken yabancılığıyla ve yalnızlığıyla yüzleşir. Metrodaki yolculuklarından birinde bir köpekle karşılaşan Bahadır, köpeğin yalnızlığını ve insanlardan uzak durmasını kendi yalnızlığı ve yabancılığına yakın bulur. Ustaca kurgulanmış, incelikleri dillendiren, novellaya evrilebilecek bir öykü “Lubyanka’da İnemeyen Köpek”.
“Ah ninem,
Korkuyu içimde taşırken, bu korku hiç yokmuşçasına ama hayatımı bu yüzden kısıtlayarak yaşamak, her adımda tedirginlik, her adımda bilinmeyene daha da yaklaşmak. İçimdeki ürpermeye rağmen, derin bir nefes almaya hasret, hayata ters yönde koşup duruyorum. Soğuktan, insanlardan, bakışlardan kaçarak kendim olamayan bir beni peşimden sürüklüyorum. Neden içime yuvalanan böcekleri kovalayamıyorum, neden bu sessiz siyah çığlıklar ciğerimi delip çıkamıyor, neden hâlâ buradayım…” (s.73)
“…İçimde her şeyi bilen ama susan, binlerce yıldır yaşayan biri var, dedi bana. Rüyalarımda koca bir dünya haritasının önündeyim. İstediğim yere dokunup orada ne olup ne bittiğini görebiliyorum zihnimde. Alaska’da bir kasabanın otobüs tarifesini okuyabiliyorum mesela; bir otobüs gecikiyorsa bundan haberim oluyor. Afrika’daki bir evde pişen yemeğin tarifini de biliyorum. Eğer chambo balığına gereğinden fazla manyok yaprağı konulmuşsa bunun yarattığı farkı dilimde hissedebiliyorum. Veya Güney Kore’de tır şoförleri greve gidiyorsa hangi sevkiyatlarda aksama olacağını biliyorum. Ama bilmek yetmiyor, diye ilave etti. Görmek, bilmek, duymak başka. Bir de müdahale edebilmek var. Benimki hayvan bilgisi…” (s.89)
“Zürafanın bildiğini bilmek yetmez Serdemi. Maharet yapamadığını yapabilmekte. Yoksa insanlığın neye yarar…” (s.94)
Kitaptaki bu cümleler, Karl Marx’ın, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” sözünü hatırlatıyor bana.
Gamze Güller; dünya ve insanlık hâllerine farklı açılardan bakıp zürafanın bilip de yapamadığını yapmamız, derin uykularımızdan gerçeğe uyanıp güzel rüyaların gerçek olduğu daha güzel bir geleceğe varmamız için yazmış öykülerini. Biz okurlara da bu güzel öyküleri okumak düşüyor.
Zürafanın Bildiği, Gamze Güller, Everest Yayınları, 2024, İstanbul.