Yazar Neslihan Önderoğlu, 2012’de yayımlanan, 2013 yılında “Haldun Taner Öykü Ödülü” nü alan ,”Uğura ve Berfin Ada’ya ve belki de hiç yaşamamış olan babama” ithafıyla başlayan “İçeri Girmez miydiniz?” adlı ilk öykü kitabıyla, okurlarını özgün ve okuyanı dönüştüren öykülerle buluşturuyor.
Önderoğlu, kitabının ilk öyküsünde, diğer öykülerinde de yaşamımızdaki çelişkileri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sereceğinin ipuçlarını veriyor.
“Bir Prenses Masalı” adlı ilk öykü, hayvanların endişe duydukları anlarda ne tip davranışlar gösterdiklerini anlatan bir epigrafla başlıyor. Öykü, isminin de yaptığı çağrışımla, çocukluklarında prensesler gibi büyütülmeye çalışılan ve büyüyünce yakışıklı bir prensle evlenmesi hayal edilen kız çocuklarının masallarının çocuklar büyüdüklerinde nasıl kâbusa dönüşebileceğini anlatıyor.
“ …Bak, ben prenses oldum, dedim. Sana okuduğum masal kitaplarındaki ejderhalar da o kadar kötü değilmiş, sen asıl insanın kötüsünden kork. Korktu. sekiz yaşındaki bir çocuğun dehşetiyle, Anne senin bakışların değişmiş, bir tuhaf konuşuyorsun, dedi.” (s.14)
Eşinden ayrılan bir kadının yaşadığı bunalımla geçmişte kullanıp artık kendisine ait olmadığını belirttiği elbiselerinin üzerine işemesinin ardından yaşananlarla sürüyor öykü. Bir roman olabilecek yoğunluktaki konuları öykünün sınırlarında anlatma becerisi gösteren yazar, öykü kahramanının yaşadığı ruhsal bozukluğun nedenlerini ve öykünün devamını sorgulamayı, sezmeyi okura bırakarak kurguluyor öyküsünü.
Kitaba adını veren öykü “İçeri Girmez miydiniz?”, babaları bir, anneleri ayrı iki kardeşin diyaloğuyla başlıyor. Ankara’da yaşayan otuz dört yaşındaki kahramanın babasının ikinci eşinin İzmir’deki evine gelişi ve evin kapısında aklından geçenler; çocukluk günlerine dair babasıyla ilgili buruk anılar; babasına duyduğu özlem, yaşadığı kırgınlıklar ; babasızlık nedeniyle yarım kalmış yaşanmışlıklar kahramanın gözünden içtenlikle anlatılıyor
“Birlikte yaşadıkları evi, onun benim hayatımda olmadığı zamanlarda kaçıp saklandığı yeri ne kadar merak ettim. Ona bizden başka bir hayatı içine sığdırabileceği bir ev yarattım. Odalarında, banyosunda, mutfağında defalarca dolaştım. Şimdi eşiğinde durduğum bu evin, o düşsel eve ne kadar benzediğini görmek ilginç olabilirdi.” (s.17)
Kahraman anlatıcıya, İzmir’deki evin eşiğinde kardeşince sorulan soru, hayatı boyunca dışında kaldığı geç kalınmış bir yaşantının imkânsızlığını özetler nitelikte: ”İçeri Girmez miydiniz?”
“Bozkır Sıkıntısı”, bir bozkır kentinin sapa bir köyündeki doktor arkadaşı Necdet’i ziyarete giden kahramanın köye, köydeki insanlara ve bozkıra ilişkin izlenimlerinin anlatıldığı bir öykü.
“Burada mekan geniş, zaman dardır, demişti. Bazen bir iç sıkıntısından kaçmanın en iyi yolunun başka bir sıkıntıya sığınmak olduğunu anlamıştı.” (s.22)
Yaşadığı sıkıntıdan kurtulmak için geldiği köyde; köylülerin duyarsızlıklarına, şizofren bir çocuğun yalnızlığına şahit oluşu, sahipsiz yaşlı bir ata ilişkin izlenimleri kahramanın içinde büyüyen öfkeyi beklenmedik biçimde dışa vurmasına yol açıyor.
“Heb-lu-leb” heceleri hangi isme karşılık gelir? Bir çocuğun babası tarafından sevilmesi ve sahiplenilmesi için gerekli olan ne ya da nelerdir?
Neslihan Önderoğlu,”Heb-lu-leb” adlı öyküsünde , dilsiz bir çocuğun babasıyla yaşadığı dramatik ilişkiyi anlatıyor. Yazarın kitaptaki öykülerinin genelinde, hayattaki zıtların birliği gibi, kötü ve vicdansız kahramanların yanında merhametli, sağduyulu ve vicdanlı kahramanlar da yer buluyorlar kendilerine. Dilsizliği ve şekli şemali nedeniyle, doğumundan itibaren babası tarafından reddedilip yok sayılan Hebluleb’i “ustam” dediği bir manav sahiplenip ilerleyen yaşına rağmen ona bir kimlik çıkarttırıyor. Babasının, başına gelenlerin ardından oğlu Hebluleb’le aynı kaderi paylaşması, baba-oğul arasındaki ödeşmenin eşlik ettiği ince bir mizahla anlatılıyor.
“Ben hiçbir şeyi birleşik söylemem. Bütün sesleri tek tek yutar, yuvarlak heceler çıkarırım. Sayılı heceler. Bu yüzden sesleri değil sayıları severim. Sayılar sesler kadar insafsız değil.”(s.28)
Önderoğlu, Selim İleri’ye ithaf ettiği “Camlar ve Aynalar” öyküsüne, “Çünkü her muktedir biraz da kendi Mahpes’ ini yaratır.” epigrafıyla başlayarak öyküsüne esin kaynağı olan İleri’nin “Yağmur Akşamları” kitabındaki “Mahpes “ öyküsüne atıfta bulunuyor.
“Camlar ve Aynalar” adlı öykü, asıl adı Beatrice olan, Refik Paşa’nın oğlu Necip’le evlendikten sonra kendisine Behice diye seslenilen yaşlı kadının ve hizmetçisi Zehra’nın anlatımlarıyla şekilleniyor. Behice ile Zehra arasındaki duyarlılık ve sınıf farkı yaşananları iki farklı bakış açısından görebilmemizi sağlıyor.
…
“Evdeki bütün aynaların üstünü örttüm. Zehra neden olduğunu merak edecek kadar genç. Kendisiyle yüzleşebilecek kadar. Aynaları hiç sevmedim. İnsan aynalarda yaşlanır. İnsan bazen kendi suretiyle karşılaşmak istemeyecek kadar yabancı olur kendine.
Ayna sırlıdır. Sırlı. İnsanın içinin sırrını gösterir. Gözlerinden. Bir de arkasını, arkada bıraktıklarını…” (s.33)
Mecbur kalmadıkça evinden dışarı çıkmayan kimseyi de evine almayan yaşlı Behice, eskimeye yüz tutmuş evinde merhum eşi Necip’in topladığı cam eşyalarla avunur. Behice’ nin geçmişe dair hatırladıklarından öğreniriz, aşık olup evlendiği Necip’le, dört aylık kızlarını difteriden toprağa verdiklerini ve daha pek çok ayrıntıyı.
“…Camın aslında bir sıvı olduğunu ondan öğrenmiştim. Akışkan ,iç sınırları olmayan bir şey. Hayatın kendisi gibi. Saydam, içinden geçen ışığın kırılmaya, yansımaya uğramadığı, hep öbür tarafı, ileriyi gösteren…” (s.33)
“Düş Bozumu”, adı gibi düşten bozma bir öykü. Düşle gerçeğin, geçmişle şimdinin iç içe geçtiği öykü ismini “Düşbozumu Pastanesi” nden alıyormuş gibi görünse de Önderoğlu, geçmişte görülüp sonradan bozulan güzel günlere ilişkin düşleri çağrıştıracak şekilde kurguluyor öyküsünü.
“Durdurulamayacak tek hareket akreple yelkovanınki…” (s.38)
Üniversite yılları, verilen siyasi mücadeleler, ölen arkadaşlar, ölenlerin ardından yaşanan suçluluk… Çağrışımdan çağrışıma sürüklenerek anlatıyor kahraman anlatıcı geçmişten bu güne bütün yaşanmışlıklarını. Kahramanın anlattıkları, zaman içinde arkadaşlarıyla yaşadıkları değişimleri ve savrulmaları da gözler önüne seriyor.
“…İnsan suyun altında nefes almayı bile beceremeyen zavallı bir kemik, kas ve sinir yığınıymış. Bütün o dünyayı değiştirme iddiasına rağmen.” (s.37)
Yaşanan yenilgilerin, arkadaş ölümlerinin ardından içine düşülen umutsuzluğun yarattığı karamsar ruh halini aşmak için yapılan meditasyonlar. Bir ulusu tümden arşive kaldırma mücadelesi veren zihniyetin ”Acılardan, gerginlik ve mücadeleden arınmış bir toplum yaratacağız.” söylemi sonrasında, toplumun yaşadığı değişim, dönüşüm ve sıradanlaşma. Kahraman anlatıcının “Düşbozumu Pastanesi” nde gördüğü kedi düşkünü terzi kadının insanın kendine yabancılaşması ve özgürlüğüne sahip çıkamamasına dair eleştirisi…
“Biliyor musun, hepiniz aptalsınız. Şu kediler kadar bile yaşamayı beceremiyorsunuz.” (s.40)
“Kapak “ adlı öyküde, Önderoğlu, iki belediye işçisinin hayatlarından bir kesit sunuyor okuyuculara. Bir kahvenin taşan tuvaleti için kahvecinin çağırdığı belediye işçileri Rıdvan ile Ahmet’in sohbetleriyle gelişen öyküde; iki işçi, rögar kapağını açtıkları kanalizasyon deliğinin başında, gelecek vidanjörü beklerken sohbet ederler:
“…Rıdvan, sigarasını yere atıp ayağıyla iyice ezerken başıyla demir kapağı işaret etti.Rögar kapaklarını neden hep yuvarlak yaparlar biliyor musun? diye sordu aniden.Karşıdakinin ne söylese bilemeyeceğinden emin olduğu bir sırrı az sonra açıklayacakmış gibi insanı sinirlendiren bir güven vardı sesinde. Bu herif de ne çok konuşuyor,diye düşündü Ahmet…” (s.42)
Çocuk sahibi olamayan Ahmet’e keramet sahibi olduğu iddia edilen Çaketçi Hoca’yı tavsiye eder konuşup duran Rıdvan. Dördü oğlan altı çocuk sahibi, yedinciyi bekleyen Rıdvan’ın sohbetinden, çok bilmişliğinden, halden anlamaz tavrından sıkılan Ahmet’in sıkıntısına çok basit bir çözüm bulmasıyla öykü son bulur.
“Trampa” , hastalığı nedeniyle Susam adlı köpeğine yeni bir sahip arayan yaşlı bir adamın sıcak bir şey içme bahanesiyle girdiği kafe barda başlayıp süren bir dostluk öyküsü. ”Trampa” adlı öyküde; Önderoğlu’, hayvanların sahiplerine sadık oluşlarına tersten bir bakışla insanların sahip oldukları hayvanlara vefalarını etkileyici bir dille anlatmış bu güzel öyküde.
“ ‘Eşim yok.Hiç evlenmedim.Ne eşim ne çocuğum.Sadece her geçen gün sayısı azalmakta olan birkaç eski arkadaş. Susamı da onlardan biri vermişti.’
… ‘Yine de şanslısınız. Benim bir köpeğim dahi yok. ‘ ”(s.50)
“Damdaki Deli”, annesi yokken, sıcaktan bunalıp çıplak halde evinin damına çıkan şizofren bir kızın yaşadıklarını ve aklından geçenleri onun dilinden anlatan bir öykü.
“Kolonyaları, yemek yaptığı tencereleri, kolyeleri, saatleri, yaka iğneleri, ayakkabıları, çantaları…Hepsini…Tek tek…Ben attıkça kalabalık artıyor. Artık deli diyen yok.” (s.55)
Öykünün şizofren kahramanının gözünden, toplumun ikiyüzlülüğünü gözler önüne sererek kimin deli kimin akıllı olduğunu bir kez daha sorgulamamızı sağlıyor Neslihan Önderoğlu.
“Saide”, annesinin ölümünden sonra, satın aldığı muhabbet kuşuyla yaşayan histerik bir infaz koruma memurunun mesleki ve sosyal hayatını anlatan trajik bir öykü.
“…Bulaşıkları yıkarken mutfak dolabının camındaki Saide’ye baktı. Upuzun, kuru,
tahta göğüslü Saide, Kadın mahkumların, arkasından dedikleri gibi Sırık Saide, Kuru Götlü Saide. Kızdı. Onlar da orospuydu. Durduk yere birbirlerine girerler, öldüresiye hınçla dövüşürler, ağza alınmayacak küfürler ederlerdi, Saide’nin hiç ağzına almadığı küfürler…”(s.58)
Önderoğlu, bu öyküsünde, güçlü metaforlar ve imgelerle, birtakım nesnelerle kapitalist sistemin yozlaştırdığı ve kendine yabancılaştırdığı; bastırılmış duyguların ve kendini inkârın etkisiyle faşistleşen, sapkınlaşan insanın durumunu infaz koruma memuru “Saide” özelinde ustaca dile getiriyor.
Her öyküsünde toplumun ve bireyin farklı bir yarasını deşen Önderoğlu,”Başkasının Mutfağı” adlı öyküsünde, çiçek sevgisi nedeniyle başına gelen kazada ölen kardeşinin boşluğunu doldurması, rolünü üstlenmesi istenen bir kadının yaşadığı ikilemi ve bu süreçten kendi kalarak kurtulma çabasını anlatıyor.
“ ‘ Neden öyleyse dolapları yeniden yerleştirip kendi düzenini kurmuyorsun?’
Anneme söyleyemediğimi Ertuğrul’a söylüyorum.
‘Çünkü Ertuğrul ,’diyorum, ’burası başkasının mutfağı ve ben yakında gideceğim.’
Sözlerim gücüne gidiyor. Bir sandalye çekip oturuyor. Masanın üstündeki kiraz çanağını durmadan çeviriyor.
‘Kardeşindi o senin.’ “ (s.63)
Yazar, İkili ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, kendilerine yabancılaşmış bireylerin sevgilileriyle ilişkilerinde yaşadıkları yalnızlığı; derinlikten, incelikten yoksun tekdüze yaşantıları iki çiftin ilişkileri bağlamında kurguluyor “İki” adlı öyküsünde.
“… Televizyonda durmadan değiştirdiği maçlardan, haber programlarından,
filmlerden ince bir sağanak olup içime dolan onca yüz, göz, söz, koyu kıvamlı bir sıvı olup o bulamaca karışarak akar, yuvarlak bir delikte birikir. Kulak. Sifona bastıktan sonra tertemiz. Hep merak ederim o yuvarlak delikten sonrasını. Nereye kadar gider onca pislik? Ben de aksam çarparak, vurarak, sürtünerek, döne döne, burkula burkula, pisliklerin arasından geçerek, o delikten dünyaya. Farkında bile olmaz. İçeride bağırıyor, iki.” (s.65-66)
Kadın ve erkeğin farklı bakış açılarını , farklı hassasiyetlerini, iki farklı dünyayı, iki sevgilinin yaşamları ve karşı balkonda tartışan bir başka çiftin yaşadıkları ile anlatıyor Önderoğlu.
“Usulca ve Yalnız” adlı öyküsünün merkezine üniversiteli bir genç kızın babasıyla nahif, duygusal ilişkisini koyan yazar; öyküde maddi zorluklar, yaşam mücadelesi, ölüm, ölenin ardından akraba ve tanıdıkların sergiledikleri ikiyüzlülükler gibi sert gerçekleri de anlatmayı ihmal etmiyor.
“Herkesi olduğu gibi hatırla kızım, ne daha iyi ne de daha kötü. Sadece olduğu gibi.”(s.74)
Yazar, sevgilisi Süha’nın ölümünden sonra bunalıma giren kahramanın ölüm sonrası yas sürecini atlatma çabasının anlatıldığı “Tersyüz” adlı öyküde de olayları ele alışındaki farkı ve özgünlüğü ortaya koyuyor.
“Bütün hareketleri durduran yerçekimiydi belki de. Değişimi engelleyen asıl güç. Yerçekimi. Bizi aşağı doğru, kendine doğru, giderek içine doğru çeken bir yer vardı. Hayatın akışını değiştirmek de belki bu yüzden imkânsız hale geliyordu.” (s.80 )
Sevgilisinin ölümünden sonra hayatı tersyüz olan kahraman anlatıcı, çözümü hayatın temel dinamiklerini, en temel fizik kurallarından birini ve yerleşik algıları tersyüz etmekte buluyor.
“Kısır”, eşiyle boşanmasının ardından on altı yıldır görmediği üniversite arkadaşını ziyaret eden bir kadının öyküsü. Annesinin ölümü sonrası İzmir’de yalnız yaşayan akademisyen arkadaşını ziyaret eden kadın kahraman, bir yandan arkadaşının kısır yapmasına yardım ederken bir yandan onunla üniversite yıllarını yad eder. Ziyaret ettiği arkadaşı, kısır yapmaya devam ederken kendi halini örnek göstererek çocuğu olan arkadaşına boşandığı için üzülmemesini belirtip onu teselli eder:
“…Üzülme canım ,diyor, hayatın sonu değil ya. Bak en azından çocuğun var elinde, bir de beni düşün…” (s.83)
Kahraman anlatıcı, sohbet sırasında ortak arkadaşları Aycan’ın arkadaşının evinin yukarısındaki lojmanlarda oturduğunu öğrenince öykü farklı bir boyut kazanıp beklenmedik bir sonla biter.
İşçi karıncaların her sabah bindiği altı otuz metrosunda tanıştığı büyük aşkı, kütüphane memuru Lidya’nın kendisine verdiği Kafka’nın “Dönüşüm” adlı romanı ile hayatı değişen Bay Hankuk’ un Gregor Samsa’nın ilginç öyküsünü okuduktan sonra yaşadığı bilinç değişikliği anlatılıyor, ”Bay Hankuk’ un Akıl Almaz Değişimi” adlı öyküde.
“ …
Kendisi de altı bacak ve iki duyargalı bir böcek türü olan Bay Hankuk’ u o gece ve ondan sonraki iki gece bir türlü uyku tutmadı. Üç milyonu aşkın türü içinde barındıran böcek familyasının üstün yeteneklerini ve insanlara göre çok daha dayanıklı olduklarını düşündü. Gregor Samsa’nın içine düştüğü acizliği, kendisine yapılan her türlü işkenceye neden katlandığını anlamakta zorlandı. Ne diye içinde hapsolduğu odadan çekip gitmek yerine kendi sonunu kabullenmiş, ölüme razı olmuştu?..” (s.87)
Karınca Bay Hankuk, yaşadığı bilinç değişikliğiyle Gregor Samsa’yı anımsar ve:
“…İki kol yerine altı tane bacakla ne kadar çok şey yapacağının farkına varsaydı, böceğe dönüşmekten bu kadar mutsuz olur muydu?..” diye düşünür ve kendini böceğe dönüşen Gregor Samsa’nın yerine koyarak onun yapmadıklarını yapmak üzere harekete geçer.
Bir arabanın içinde, İstanbul trafiğinde yol alan iki kadından sevgilisi tarafından aldatılanın yaşadığı öfke ve bunalımla gelişen diyaloglarla, kadın-erkek ilişkilerinde kadınların yaşadıkları çelişkileri aldatılan bir kadının gözünden görüyoruz “Halıdaki Rus Lekesi” adlı öyküde.
“Aşkı sevdiğimiz kadar aşk için acı çekmeyi de seviyorduk.” (s.90)
“Tilia” öyküsü, Önderoğlu’ nun çocukluğa, saflığa, doğaya, dostluğa ilişkin ağıdı.
Çocukluk arkadaşı Orhan ve oturduğu apartmanın arka bahçesindeki ıhlamur ağacıyla dost olan kahraman anlatıcının Orhan’ın başına gelenlerden sonra yaşadığı travma ve boşluk kahramanın çocukluk günlerine dönüşlerle anlatılıyor Tilia adlı öyküde.
“…Senin hala kabuğunda böcekler, dallarında kuşlar , dibinde solucanlar duruyordu. Biz yalnızdık. Onlar çoğaldıkça biz azalıyorduk sanki. Büyüyor ve giderek sadece ikimiz kalıyorduk sanki. Büyüyor ve giderek sadece ikimiz kalıyorduk Orhan’la böcekleri, kuşları ve solucanları kıskanarak. Bir şeyler hep eksilmekteydi. Arada bir buluşup ıssız yerlerde dolaşarak içimizdeki tenhadan kurtulamaya çalışıyorduk…” (s.96)
Kadınların bir kısmının önemli bir sorun olarak gördükleri yaşlanmanın etkilerini gidermek için yapılan estetik ameliyatları ve uygulanan tedavileri trajikomik bir dille anlatan bir öykü “Refakatçi”.
“…Birkaç yıl sonra ellerinin üzerinde belirecek olan kahverengi lekelere karşı teknolojinin son imkânlarını araştırıyor, eller ve boyun için pek fazla yapılacak bir şey olmadığına üzülüyordu. Tıp dünyasına çok kızgındı bu konuda. Feysbuku bulan insanoğlu, nasıl oluyordu da kendi elleri ve boynunu yaşlanmaktan kurtaramıyordu. Olur şey miydi bu canım?..” (s.100)
Kadınların estetik mükemmeliyetçiliklerinin ve estetik kaygılarının onları nasıl bir çıkmaza sürüklediği, kadın arkadaşının estetik ameliyatı sonrasında ona refakat eden bir kadının tanıklıklarıyla, sen diliyle anlatılıyor öyküde.
Neslihan Önderoğlu’ nun kitabının son öyküsü “Dışarıda” ,yazarın konuyu bilgece ele alışıyla, akıl hastanesindeki insanların yaşantılarından yola çıkarak akıl sağlığı denilen olguyu yeniden irdelememizi sağlıyor.
“…Hayatın her günü, o günü diğer günlerden ayıracak bir küçük hikaye yaşıyorduk ve o hikayelerin hem kendi hayatımıza hem de başkalarının hayatına küçük dokunuşları, bıraktığı izler vardı. Hayatı oluşturan, ona anlam katan izler…” (s.111)
Kahraman anlatıcı, kendinin, Rukiye’nin ve Oğuz’un yaşadıklarını anlatırken psikolojik sorunlar yaşayan insanların dünyalarına bir de onların gözünden bakmamızı, kimin dışarıda kimin içeride; kimin sağlıklı kimin sağlıksız olduğunu bir kez daha sorgulamamızı sağlıyor.
“…Neden içerideyiz dedi gözlerini hiç açmadan. ‘İçeride değil dışarıdayız,’ diye mırıldandım.
Aslında dışarıda olandık. Yaşamın döngüsüne, sürüp giden düzene ayak uyduramamış, yaşam tarafından bir safra gibi dışarıya kusulmuş…” (s.109)
Kitabını, son öykünün kahraman anlatıcısının umut vadeden cümleleriyle bitiriyor Neslihan Önderoğlu, hayattaki her türlü olumsuzluğa rağmen:
“Başımı kaldırıp pencereden görünen gökyüzüne baktım. Önce ben vardım ve her şeyin varlığı benim varlığıma bağlıydı. Benim ve başkalarının küçük hikayeleri. Rukiye’nin öyküsüne başlamak üzere kalemi tekrar elime aldım. “ (s.112)
Neslihan Önderoğlu’nun birbirinden güzel, özgün ve çarpıcı öykülerinin yer aldığı bu güzel kitabını okumanızı tavsiye ederim.
İçeri Girmez miydiniz?, Neslihan Önderoğlu , Can Yayınları, İstanbul, 2018.
İlkgül Karayel yazdı: Arayışlar Döngüsünün Hikâyesi: Yeryüzü Yorgunları