Yazar Sevinç Çokum’un Oğlu Ali Çokum’a ithaf ettiği “Gece Kuşu Uzun Öter”, gökkuşağı gibi tüm insanlık hallerini, öykülerdeki kadın kahramanların yaşantılarını, duygularını, düşüncelerini anlatan on beş öyküden oluşuyor. Çokum, öykülerinin konularını büyük bir ustalıkla ele alıp okuyucuları öykülerindeki olayların içinde yaşatma başarısını gösteriyor.
Öykülerinde, kahramanları hem sistem hem dönem eleştirisi yapan Çokum, slogancılığa kaçmadan, estetik kaygıyla oluşturuyor öykülerini. Kimi öykülerine, sözlü geleneğimize ait unsurları da dahil eden Çokum bu kitabındaki öykülerde de dil ve anlatıma oldukça özen gösteriyor.
Sevinç Çokum’un öykülerini okurken Gülten Akın’ın “İlkyaz” şiirindeki “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya…” dizelerini anımsadım. Ayrıntıları, öykülerinde ustalıkla kullanan Çokum; gündelik telaşlarla yaşamımızda gözden kaçırdığımız pek çok inceliği, hassasiyeti, güzelliği-bu ayrıntılar çoğu zaman hüzünlü de olsa-kadın duyarlılığıyla ve kadınların gözünden yeniden hatırlatıyor. Sevinç Çokum’un yaşamından izlerin sezildiği öyküler, konu ve kahraman çeşitliliği ile oldukça özgün ve zengin içeriğe sahip.
Kitaba da ismini veren “Gece Kuşu Uzun Öter”, hizmetçisi Şikeste ile Zarife Hanım’ın dünyalarını tanrısal bakış açısıyla anlatıyor. Şikeste’nin yaşlı Zarife Hanım’ın hayatına eklemlenen yaşamı içinde kendini var etme ve kendi olmaya çalışma mücadelesi, geceleri el ayak çekilince yaşadıklarını yazmaya çalışmasıyla doruk noktasına ulaşıyor. Öyküde Şikeste’ nin yaşadıklarını yazarak kendini ifade etme mücadelesi, Virginia Woolf’ un ve tüm kadın yazarların yazmak için verdikleri mücadeleyi de çağrıştırıyor.
“… İnsan asıl gece düşünmeye başlıyordu. Onun dışında gündüz kitle halinde yaşayan insanoğlu düşünmüyor, olması gerekenleri yaşıyordu. Ruhunun kanatlanıp havalandığı o saatlerde tutsaklığının bittiğini fark etmişti. Uzun soluklu bir kuş gibi fikirleri boyutlanıyor, dallanıp budaklanıyordu. Bir gece mutfağın saat on birinden sonra ona yasak olan ışığını kullanıp bütün o kafasından geçenleri kâğıtlara dökmek istedi. Evet, tükenmez kalem, bir ajanda ve taburesi…Yazıyordu işte. Alfabeyi ilk öğrenen çocuğun ürkekliği, bileğinin uyumsuzlukları ile…(s.15)
“Çizgi Adam” adlı öykü; bir kadın yazarın oğlu ve eşiyle ilişkisini de anlattığı, yozlaşmış, kendine ve insanlığa yabancılaşmış insanların modern hayatlarına nahif bir o kadar da ağır bir eleştiri. Öyküde, ailesinden sonra anlatıcının tek dostu, kurgusal dünyalar yaratırken, eserlerini yazarken bilgisayarının ekranında kendisine eşlik eden Çizgi Adam.
“Aslında her şey kurmaca değil mi? İnsanoğlunun eliyle müdahale edilmemiş mi her şeye? Sistem içinde sistem, düzen içinde düzen…” (s.22)
“Keşke her şey yaratıldığı gibi kalsaydı. Yenilik adına bozduklarımızı geri alabilsek ve dünya çöplüğünde çöplerimizi atmak için yer bulabilseydik…” (s.25)
Oğluna tozlu, küf kokulu bir geçmiş bırakmak istemeyen bir annenin geçmişiyle hesaplaşmasının öyküsü “Bir Şeyleri Yakmak”. Geçmişiyle hesaplaşan anlatıcı, gereken özenle korunamayacakları kaygısıyla ve geçmişin kasvetinden kurtulmak için oğluna bırakmak istemediği şeyleri, dedesi ve ninesinin evindeki sobada yakar. Anlatıcı; eski İstanbul’un dönüşümünü, eski bir evin değişimiyle, değişen insan yaşantılarıyla anlatır.
“Lambanız Yanıyor mu?”, zorunluluklar ve istekleri arasında sıkışan insanın öyküsü. Şehir hayatının dayatmalarına direnemeyen/direnmeyen, çözülen ilişkileri ayakta tutma çabası içinde olan, yaşanmamışlıkların yarattığı ikilem ve öfkeyi mantığa bürümeye çalışan kadın kahramanın çabasına ortak oluyoruz. Vefasızlıklar, umarsızlıklar, imkânsızlıklar içinde yolunu bulmaya çalışan hassas bir yüreğin nahif dünyasına şahitlik ediyoruz.
Bir annenin, oğlunu doğayla tanıştırıp doğasever olarak yetiştirirken beton yığınları içinde, insanı tek tipleştiren modern hayattan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği bir öykü “Yılanın Düşünen Yüzü”. Hayata gerçekçi bakan anlatıcı, anneliğinin getirdiği korumacılıkla, oğlunu modern hayatın olumsuz etkilerinden uzak tutmaya çalışıyor. Evinin bahçesinde, toprakla buluşturduğu oğluyla birlikteyken denk geldiği bir yılanın varlığıyla, doğadaki canlılarla yaşamamızın gerekliliğini sorgulatıyor biz okurlara.
“Konak Âdeti”, çevresindekilerin ve anlatıcının Hacıanne dedikleri Rumelili Safiye Hanım’la eşi Selim Aga’nın doğayla, toprakla, çocuklarıyla, çevreleriyle olan ilişkilerinin öyküsü. Safiye Hanım ve Selim Aga’nın yaşlanmaları ve modern hayatın cazibesine kapılıp şehirde yaşamak isteyen çocukları nedeniyle, ailelerinin çözülüşüne şahit oluyoruz öyküde. Yazar, kuşaklar arası bakış açısı farkını, köyle kent arasındaki yaşayış ve anlayış farkını öyküsünde başarıyla yansıtıyor.
Baş ağrısı şikâyetiyle gittiği hastanede, doktoru beklerken yanına oturduğu, annesine benzeyen mavi pardösülü kadının ve kendi annesinin hayatını anlatan kahramanın öyküsü “Kınalı Gelin”. Öykü, baş ağrısı çeken şehirli ve eğitimli bir kadınla kocasından şiddet gördüğü için psikolojisi bozulmuş eğitimsiz bir kadın arasındaki anlayış farkını, kadınların toplumda ve ailede yaşadıkları benzer sorunları, erkek şiddetini, ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor:
“Üzülme be anam…”diyesim vardı.
“Birçoğumuz harcamadık mı bedenimizi, beynimizi ve yüreğimizi bir sürü insan uğruna? Bastırdık içimizde kabaran denizi… Hep iyi, hep sağlıklı görünmeye çalıştık. Gerektiğinde dayanaklarımızı bile sakladık, zayıflığımızı çelimsizliğimizi kimse bilmesin diye. Yenilgiyi değil fakat gücümüzün tükendiği noktayı kabullenmek gerek.” (s.69)
“Tarifsiz Bir Sesin Hikâyesi”, her anlamda yozlaşmış bir şehirden gelen türlü sesleri kendince yorumlayıp anlamaya çalışan kahramanın insan kalma çabasının öyküsü. Şehrin yozluğunda ve kirlenmişliğinde temiz kalan bir şeyler arayan anlatıcı, şehirde yaşayan canlılardan ya da varlıklardan geldiğini sandığı sesin kendi iç sesi olduğunun farkına varır ve kendini bulur:
“Şehir büyüyordu ur gibi salkım salkım. Büyüyen şehrin içinde insanlar cüceleşiyor, küçülüyordu. Duvar diplerinde, kapı önlerinde açlık büyüyordu, kedi gözü açlık… Kapılarımızın ardında aşk öksüz, sevgi yetimdi, dostluk kimsesiz…” (s.74)
“Mavi Gözlü Çingene Kızı”, Ege’deki bir otelde tatil yapan bir doktorun, İstanbul’un çevre yollarından birinde, beyaz şerit boyunca umarsızca yürüyen bir kadına çarpmadan geçişini hatırlayıp hayatına ve tatilini geçirdiği ortama yabancılaşmasının öyküsü. Bulunduğu ortamdaki yozluklara ve düzeysizliklere katlanamayan doktorun yaşadığı çelişki ve sıkıntılar anlatılmış öyküde. Kadının bir eğlence aracı haline getirilmesi üzerinden, yerinde tespitlerle, bir tatil kültürsüzlüğü ve sistem eleştirisi yapılmış.
“Gece Gelen Kedi”, Sevinç Çokum’un büyük bir duyarlılıkla yazdığı, hayvanların ülkemizdeki sıkıntılı yaşamlarını irdeleyen bir öykü. Bulundukları sitenin bir apartmanında eşi ve oğluyla oturan anlatıcı, Amerika’dan gelmiş karşı komşularının Amerikan yaşam tarzını ülkemizde sürdürmeye çalışmasıyla doğan abartılı durumu anlatıyor. Aşırı titiz komşuları Bayan X’ in apartmanın temiz kalması için uyulmasını istediği yasaklarla çatışan anlatıcı, Bayan X’in rahatsız olmasına aldırmadan sahipsiz sokak kedisini beslemeye devam eder. Anlatıcı, oturduğu sitenin çevresinde yaşayan sokak hayvanlarının maruz kaldıkları kötü davranışlara ve düştükleri zor durumlara şahit olup büyük üzüntü duyar. Tüm bunlar yaşanırken anlatıcı, oğluna, insanlara ve yaşama dair düşüncelerini de ifade eder.
“…Ama her güçlünün mutlaka zayıf bir yönü olduğunu bilmelisin oğlum! Yaralı yılanın karıncaya yenik düşmesi gibi…” (s.83)
“Tunalar Aktı Gözlerinizden”, Rumeli’den göç edip, yerlerini yurtlarını yüreklerinde Anadolu’ya getiren insanların yaşantılarının, anlatıcının nahif ayrıntılarla dolu izlenimlerinin öyküsü. Öyküyü okuyunca, Rumeli’den Anadolu’ya gelenlerin Rumeli’ye duydukları özlemi onlarla birlikte yüreğimde hissettim.
“Tozlu albümlere kim eski parıltısını vurabilir?”(s.103)
Hint kültürünün ve Hindistan’a ilişkin pek çok bilginin, izlenimin ustaca anlatıldığı bir metin. “Tütsüler Nağmeler”. Sevinç Çokum’un yaşamından izler taşıyan eseri okurken Hindistan’ı anlatıcıyla birlikte gezdim. Hindistan’ın pek çok konuda zıtlıklar ülkesi olduğunu, bu metinle bir kez daha anladım.
“Üvez Kadın”, köylü Üvez’ in ve kocası Durmuş’un tencere kapak misali birbirlerini bulup sınıf atlama mücadelelerini kara mizahla anlatıyor. Sevinç Çokum’un diğer öykülerinde pek başvurmadığı abartı ve mizahı, sonradan görmeliğin ve insanların sınıf atlama mücadelelerinin yarattığı yozluğu ve yabancılaşmayı vurgulamak istediğinden bu öyküsünde kullandığını düşündüm. Durmuş’un milletvekili olma çabası bana Aziz Nesin’in “Zübük” adlı eserini hatırlattı. Öyküde, Üvez Kadın’ın saflığını yitirip yaşadığı yozlaşma da ustaca anlatılmış. Üreterek kendini var edebilme şansı varken siyaset yoluyla köşeyi dönme zihniyetindeki Durmuş, toplumun bir kesimini temsil ediyor. Sevinç Çokum, ustaca yazdığı öyküsüyle, başarılı bir toplum eleştirisi gerçekleştirmiş.
“Yandım Allah! demezdi yansa da… Ola ki yokluğa düşse boş tencere kaynatanlardan.”(s.117)
“Yüzüm” öyküsü, türlü etkinliklerle ve çabalarla yaşlılıkları ile yüzleşmekten kaçınan kadınlar arasında durumuyla yüzleşme cesareti gösteren, oğlu “Anne yine ihtiyarlamışsın.” deyince gardı düşen anlatıcının yaşadıklarını anlatıyor. Oğlunun yaşlandığını söylemesinin ardından, daha genç görünmek için cilt bakımı yaptırmayı düşünüp sonra bu düşüncesinden vaz geçen anlatıcı, sistemin kadınlara dayattığı genç kalma algısına karşı koyarak yaşlılığını bütün doğallığıyla yaşamaya karar verir.
“Yaşamak bu olmalı işte; hiçbir pürüzünün olmadığına inanmak. Hangi anlamda olursa olsun, ister beden pürüzü ister ruhtaki girintiler çıkıntılar. İç aleminin yontulası dağlık tepelik zemini buna muhtaç… İç âleminin suları ancak bu pürüzler giderildikçe durulur.” (s.134)
Sevinç Çokum’un hayata ve insana dair pek çok ayrıntıyı ustaca anlattığı, yaşamımızda gözden kaçırdığımız incelikleri bizlere yeniden hatırlattığı öykü kitabı Gece Kuşu Uzun Öter’i okumanızı, tavsiye ederim.
Sevinç Çokum, Gece Kuşu Uzun Öter, Kapı Yayınları, İstanbul, Aralık, 2015.