“Bu roman, gerçek resimlere kitapların sayfalarında unutulmuş binlerce İslam minyatürüne bakılarak yazılmış gerçekçi bir masaldır. Ve son sayfalarında okurun hissedeceği gibi kültürel değişim yüzünden unutulmuş nakkaşlarına onların görüş ve resmediş tarzına düzülmüş kederli ve neşeli bir ağıt havası da taşır.”
Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” adlı romanını ilk okuduğumda keyifle ve merakla okumuştum. Yıllar sonra romanı yeniden okurken de aynı keyfi aldım. Pamuk; roman yazarken titiz çalışıp işini şansa bırakmayan, romanlarında yaşamından unsurlara yer veren bir yazar. Geçmiş yaşantısından, hayatında yer etmiş, ilgilendiği konulardan edindiği bilgi ve birikimi romanlarına ustaca yansıtmayı başarıyor Orhan Pamuk. Yazarın bu eğilimini, tüm romanlarında görmemiz mümkün. Yazdığı romanlar, yazarın tabiriyle, “Gerçekten ve kurgudan beslenen gerçekçi masallardır.”
“Çocukluğumda, yedi yaşımdan on dokuz yaşıma kadar ressam olmak istedim. Ailemin içerisinde hep resim yapan Kara koyundum. İkincisi, Osmanlı resmiyle ilgili, ilkel cep kitapları çıkardı. Oradaki Osmanlı minyatürlerini kopya ederdim. İçgüdüsel bir merakla bunu yapardım.13 yaşında ortaokul öğrencisiyken 16. yüzyıldaki Nakkaş Osman’la,18. yüzyıldaki Levni arasındaki üslup farkını bilirdim. Bu konudaki kitapları alır, takip ederdim, özel merakım vardı.”
Eser; tarihi roman, aşk romanı, psikolojik roman, cinayet romanı, polisiye roman unsurlarını barındıran bir roman. Orhan Pamuk, eserini yazarken Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılda İstanbul’da tutulmuş narh ve tereke defterlerinden de yararlanmış. Yazarın “En renkli ve en iyimser romanım.” dediği Benim Adım Kırmızı’da anlatılan olaylar, 1591 yılında, İstanbul’da, dokuz kış gününde geçer. Roman, Osmanlı sarayının nakkaşhanesinde, III. Murat’ın oğullarının sünnet törenini anlatan “surname” üzerinde Enişte Efendi’nin gözetiminde çalışan nakkaşları, Osmanlı padişahının Venedik doçuna devletinin ve kendisinin azametini göstermek üzere hediye etmeyi düşündüğü kitabın hazırlanış sürecini anlatır. Enişte Efendi’nin, Tezhipçi Zarif Efendi ve sarayın nakkaşlarından “Zeytin, Leylek ve Kelebek”e çizdirttiği resimlerden oluşan, Frenk etkisi taşıyan ve içinde padişahın da bir portresi bulunan kitabın çalışmaları sürer. Frenk etkisiyle çizilen resimlerden oluşacak kitap, Enişte Efendi’nin gözetiminde hazırlanırken yaşananlar, romanın ana konusunu oluşturur. Enişte Efendi’nin kızı Şeküre’nin aşkları; nakkaşlığa, nakkaşlara, minyatürlere yöneticilerce verilen değer; nakkaşların minyatür sanatına ve Frenklerin Rönesans’la geliştirdikleri modern resim sanatına bakışları;17. yüzyılda Osmanlı toplumunun sosyal, siyasal, dini, kültürel, ekonomik yaşantısı; toplumu oluşturan sosyal sınıflar romandaki ana konuyla ilişkili diğer konulardır.
Frenk etkisi taşıyan ve Doğu’nun ve Batı’nın resim anlayışlarını yansıtan minyatürler çizilirken İstanbul’daki Erzurumiler, tarikatlarının önderi Vaiz Nusret Hoca Hazretleri’nin ve tarikat üyelerinin kışkırtmalarıyla İslam inancına ters olduğunu düşündükleri resim sanatını icra edenlere çok sert tepkiler verirler. Erzurumiler, Frenk usulü perspektif anlayışıyla çizilen, içinde padişahın portresinin de yer aldığı minyatürleri Allah’a şirk koşmak ve tapılacak yeni putlar üretmek olarak değerlendirirler.
Romanda, olayların anlatımıyla birlikte padişahın Venedik doçuna hediye etmek için hazırlattığı kitabın unsurlarının da şekillendiğini görürüz. Bir yandan padişah için resimler çizilirken bir yandan resmin konusu olan varlıklar bir meddahın dilinden kendilerini anlatıp düşüncelerini ifade ederler. Romanda resimler dile gelir.
“Bir büyük üstad Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine şöyle demiş:” Yeni usullerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki,” demiş,” bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resmen bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur.
Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedildiğim için Allah’ıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul’un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.”
Enişte Efendi, Erzurumiler’in önderi Vaiz Nusret Hoca Hazretleri’nin düşüncelerinden etkilenen Tezhipçi Zarif Efendi’ye padişah için Frenk usulleriyle oluşturulacak kitabın tezhiplerini yapması teklif eder. Zarif Efendi de Enişte Efendi’nin Venedik gezisinde görüp etkilendiği, perspektifi esas alan resimlerin, portrelerin etkisiyle, padişah için hazırladığı resimli kitapta Frenk usullerini esas almaya çalışmasını Allah’a şirk koşmak ve puta taparlık olarak görür. On sayfadan oluşacak kitabın tezhipleri için Enişte Efendi’nin yanına giden Zarif Efendi, Enişte Efendi’den ayrıldıktan sonra, yolda kitabın minyatürlerini çizen nakkaşlardan birine rastlar. Ona, Enişte Efendi’nin nakkaşlara çizdirdiği Frenk usülü resimlerle, kitapla ilgili kaygı ve korkularından söz ederken nakkaş tarafından öldürülür ve bir kuyuya atılır.
Orhan Pamuk, “Manzaradan Parçalar” adlı eserindeki “Benim Adım Kırmızıya Dair” başlıklı yazısında, romanına polisiye öğeler kattığı için romanını bitirdikten sonra pişman olduğunu, nakkaşlarını polisiye kurguya feda ettiği için üzüldüğünü belirtiyor.
“Kitabı bitirirken bir “polisiye plot”un, dedektif hikayesinin zorlama ve boşuna olduğunu hissettim ama iş işten geçmişti. Kimsenin ilgilenmeyeceğini düşündüğüm sevgili nakkaşlarıma böyle ilgi çekebileceğimi düşünmüştüm: Ama bu kurgu (İslam ve yasak sanat konusu) onların alemine ve mantığına, onların kırılgan işine bir çeşit saldırı oldu. Öte yandan İslam’ın sanata, kendini içtenlikle ve derin bir şekilde sanat ile-yaratıcılıkla- musavvir gibi ifade etmeye karşı tarihsel bir hoşgörüsüzlüğü var ki, ona da çağdaş okurların önünde gözlerimi kapayamam. Böylece romanımı kolay okunur ve sürükleyici yapan bir polisiye-siyasi mantık, zavallı nakkaşlarımın kırılgan hayatlarına zorla sokulmuş oldu. Kendilerinden özür dilerim.”
“Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer dünya hâlâ sizin evinizdir.”
Enişte Efendi’nin çırağıyken ustasına Kızı Şeküre’ ye olan aşkını anlatıp Enişte Efendi’den ret cevabı alan Kara, İstanbul’dan ayrılır. On iki yıl sonra İstanbul’a gelip Şeküre’ ye duyduğu aşkla sıkıntılara dahil olur. Şeküre’nin, gittiği savaştan dört yıldır dönmeyen eşinin yokluğunda, iki çocuklu Şeküre’ye aşkını dillendiren Kara’yla Şeküre arasında bir ilişki başlar. Yazarın romanda birbirlerine aşık ettiği Şeküre ve Kara’nın aşkları halk hikâyelerindeki sevgililerin aşklarına benzer. Aşıklar, aşkları için pek çok zorluğa katlanırlar, pek çok fedakarlıkta bulunurlar, pek çok engeli aşarlar. Yazar sevgililerin birbirlerini görmelerini ve bir araya gelişlerini bir minyatürü tasvir eder gibi anlatır. Pamuk, Nizami’nin “Bu aşk satrancı” ifadesinden yola çıkarak kahramanlar arasındaki aşkı satranca benzetir.
Nakkaşların isimleriyle çizim tarzları arasında doğrudan bir ilişki olduğunu, yazarın romanını çok ince bir planlama ile kaleme aldığını kahramanlar üzerine düşündükçe daha iyi fark ediyoruz.17. yüzyıldaki sanat anlayışları ve sanat ortamları sorgulanıyormuş gibi görünse de güncel sanat ve sanat ortamına ilişkin meseleler de irdelenmiş romanda.
Yazar, eserinde üslup konusunu fazlaca irdeliyor ve üslubun aslında, kişilerle, tek tek bireylerle ilişkilendirilebilecek bir şey olmadığını; tarihi koşullarda yan yana gelmiş insan cemaatlerinin özel durumlarıyla ilişkili olduğunu belirtiyor “Öteki Renkler” adlı kitabındaki “Benim Adım Kırmızı” başlıklı yazısında.
Romanın temel felsefesinde ben ve biz kavramları da var. Avrupa’ da Rönesans’la birlikte birey ön plana çıkar ve bu gelişme sanata da yansır portre resimler olarak. Doğu toplumlarında biz bilinci, tebaa olma durumu vardır. Ben olmak yadırgatıcı bir durumdur. Bu Doğu toplumlarında hem kültürel hem inançsal nedenlerden kaynaklı bir durum. Bu durum Doğu toplumlarında da biz bilinciyle iş görmeyi gündeme getirir. Doğu toplumlarında anonim eserler vardır, bir bütüne tabi olma vardır. Sanatçının ön plana çıkması ve eserine kendi benliğini, varlığını katması kibirli olmaktır, kendini beğenmektir ve tıpkı Şeytan’ın “ben” demesi gibi şeytani bir tavırdır. Bu tavır, İslam sanatında ve sanat ortamlarında makbul olan, rahmani bir tavır değildir. Sanatçının “ben” i bütünün “biz” ine katılır, “biz” e karışır.
Romanda Umberto Eco’ nun Gülün Adı adlı romanıyla metinlerarası bir ilişki de söz konusu. Hakan Sazyek, Benim Adım Kırmızı’nın Gülün Adı’yla parodi düzleminde bir ilişki kurduğunu belirtir: “Eco’nun romanı da tarihî bir dönemi, ortaçağ’ı iç zaman olarak seçmiştir. Ruhban sınıf içinde antik Yunan uygarlığına yönelme şeklinde gelişen aydınlanma hareketinin mevcut düzeni bozacağı kaygısını duyan meçhul bir katil, bu girişime katılan din adamlarını esrarengiz bir şekilde öldürmeye başlar, iki roman arasında, egemen zihniyetle ona eleştirel bir tutum geliştiren karşıtının çatışması; kalıplaşmış, yerleşik değerlere karşı çıkanın cezalandırılması; cinayetleri çözme eylemini dışarıdan gelenin (Baskervillerli William- Kara) yüklenmesi; olayların sınırlı ve belirgin bir zaman kesiti içinde (yedi gün- on gün) geçmesi; aksiyonel yapı içinde çok yoğun felsefî/estetik sorunların irdelenmesi gibi koşutluklar bulunmaktadır. Dolayısıyla Pamuk, Eco’ nun metnini ad, konu, aksiyonel ve entrik yapı, zaman, mekân, figüratif işlev, düşünsel örgü bakımlarından örneksemiş; bununla birlikte yerelleştirmedeki özgün tutumuyla yeni bir metin oluşturmuştur.” (Sazyek, 2002)
Her açıdan yürek burkan hikayeler, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’in ve pek çok yazarın romanlarında olduğu gibi yenilik ve gelişmelerin; yenilik ve gelişmelere insanların gösterdikleri direncin yarattığı trajik ve dramatik durum, sanatta ve toplumda yaşanan değişim ve yeniliklerin nakkaşların hayatlarında ve toplum hayatında yarattığı yıkım çok etkileyici biçimde anlatılır romanda.
Romanın baş kahramanlarından Bohçacı Ester, romanda olayların gelişmesinde ve romandaki temel çatışmanın oluşmasında önemli bir role sahip. Romanda, posta güvercini gibi kahramanlar arasında haber uçuran en önemli kahramanlardan biridir Bohçacı Ester.
Orhan Pamuk “Öteki Renkler” kitabında eserini yazma sürecini anlatırken Benim Adım Kırmızı’yı ilk ve en dikkatli okuyanın Topkapı Sarayı Müdürü Filiz Çağman olduğunu belirtiyor. Romanında atlardan ve atların minyatürlerde nasıl resmedildiğinden ayrıntılı bahseden Orhan Pamuk’a, nakkaşların at minyatürlerini çizmeye ayaklardan başladıkları bilgisini de Filiz Çağman vermiş.
Orhan Pamuk, kitabına ilk olarak “İlk Resimde Aşk” ismini düşünmüş. Daha sonra, romanda renkler de dahil her şey konuşturulduğu için ve romanda renklerin önemli bir yeri olduğu için “Benim Adım Kırmızı” isminde karar kılmış yazar. Romanda, nakkaşların minyatürlerinde kullandıkları kırmızı boyayı nasıl elde ettikleri de ayrıntılarıyla anlatılmış. Kırmızı renk dile gelip Allah’ı, aşkı, tutkuyu, ölümü, hırsı, güzelliği, inceliği, mutluluğu, gücü, sevgiliyi, aşığı, zarafeti ve daha pek çok şeyi temsil ettiğini, minyatürlerde kullanıldığı yerleri anlatıyor romanın “Benim Adım Kırmızı” başlıklı bölümünde.
Biz yine son sözü “Benim Adım Kırmızı” adlı bu güzel romanın yazarı Orhan Pamuk’a bırakıp yazımızı sonlandıralım.
“Bu romanın, onu canlı tutacak olan çelişkisi, bir yandan benim bir sefalet, yenilgi ve kötülük duygusuyla nakkaşlarımla özdeşleşerek acıklı ve kederli karanlık hikayeler anlatmam, öte yandan da her zamanki yaratıcı yazarlık ruh halime uygun bu kötülük duygusunun tam tersi bir iyimserliği, olumlayıcı, hayatı doğrudan ve dosdoğru görebilen bir gözlemciliği kitapta canlandırmaya çalışmamdır. Hayata bu derece doğrudan ve güvenle bakabilmeyi anneme, ağabeyime, kitaptaki Şeküre, Şevket ve Orhan’a borçluyum elbette.”
“Bana sorarsanız bu kitap, en derinden, şu unutulmak korkusunu ve sanatsal unutulmanın korkunçluğunu anlatır. 250 yıl, İran etkisiyle, Timur zamanının sonundan 16. yüzyılın sonuna kadar- Ondan sonra Batı etkisiyle değişir.- Osmanlı’ da iyi kötü resim yapılmıştır. Nakkaşlık, İslam’daki resim yasağını kenarından köşesinden zorlar. Resimleri, padişahlar, şahlar, hakanlar, şehzadeler, paşalar yaptırdığı için, kimse bunları sorgulayamamıştır. Kimse bunları görmemiştir. Zaten bunlar kitap içinde kalmıştır. Daha çok şahlar bu işi aşkla sevmişlerdir. Şah Tahmasp gibi nakkaşlarla düşüp kalkıp kendileri nakkaşlık yapacak kadar işi ileri götürmüşlerdir. Sonra bu zarif gelenek gaddarca, tarihin acımasız gücüyle, Batı resminin bambaşka bir gücü ve portre resminin çekiciliği yüzünden ve onların yöntemleri daha cazip geldiği için, yok olup gitmiştir. Bu unutmanın fecaati ve kederi üzerinedir kitabım aslında. Bütün dertler, kederler, bildiğimiz insan hayatının sınırlılığı ve zavallılığına bağlı.”