İbrahim Halil Çelik’in anne ve babasına ithaf ettiği “Korkunç Beyaz”, bir ilk kitap olmasına rağmen, özgün on yedi öyküden oluşuyor. Kavafis’in “Duvarlar” adlı şiirinden mısralar karşılıyor kitabın ilk sayfalarında biz okurları ve dünyanın dışına bırakılmış bir yazardan hayatın içinden kahramanların öykülerini okuyacağımızın ipucunu veriyor bizlere yazar, kitabının başındaki bu epigrafla.
“2021 Vedat Türkali Öykü Ödülü Uzun Listesi”nde de yer alan kitabın ilk öyküsü “Araba İlanı”, Behice adlı kahramanın arabasını satmak için verdiği ilânla drama dönüşen bir öykü. Eşinden şiddet görüp evliliğinde aradığı mutluluğu bulamayan Behice, lise yıllarında aşık olduğu bıçkın delikanlı Caka Ömer’i hatırlar. Behice, karıştığı kavgalar yüzünden babasının liseden alıp bir kaporta ustasına çırak olarak verdiği, yıllar sonra Kaportacı Ömer Usta olan eski platonik aşkı Caka Ömer’e ulaşmanın yollarını arar.
“Araba İlanı” adlı öykü, genellikle erkeklerin ilgi duydukları arabaya ve araba alım- satımına, bir kadının duygu ve düşünce dünyasından bakması açısından özgün ve farklı bir öykü. Yazar, kitaptaki kimi öykülerinde olduğu gibi bu öyküsünde de mizahı elden bırakmıyor. İbrahim Halil Çelik, öykü kahramanının kendisiyle ve içinde bulunduğu durumlarla dalga geçmesini sağlayarak yaşadıklarımızı sorgulamamıza, çok ciddiye aldığımız pek çok durumun ne kadar önemsiz olduğunu hatırlamamıza vesile oluyor.
“Hepimiz ömürlerimizin eski sahibi değil miyiz? Değiliz be! Ben uydurdum.
Ömrümüz eşyaları sahiplenmekle geçiyor, halbuki eşyalar bizi sahiplenmeliydi; Ömrümüz onlarınkinden daha kısa. Bunu uydurmadım!” (s.12)
“Yarım Bir Tümce”, kahraman anlatıcının ” Yarım kalan her şey ölümün başka türlüsü değil miydi zaten. O gün anlamıştım…” (s.15) cümleleriyle, en başından okuyucunun ilgisini uyandıran bir öykü. İbo adlı kahramanın geçirdiği trafik kazasından önce ve kazadan sonra yaşadıkları anlatılıyor öyküde. Geçirdikleri trafik kazasında arkadaşı ölen ve kolunu kaybeden İbo’nun kazanın ardından yaşama tutunma çabasını, sevgilisiyle ilişkisinin son durumunu ve yaşama dair farkındalıklarını okuyoruz İbo’nun dilinden.
İbrahim Halil Çelik’in diğer öykülerinde olduğu gibi, bu öyküsünde de sıradan gibi görünen olayları yaşayan kahramanın psikolojisi, büyük bir ustalıkla anlatılıyor. Öyküde, Borges’e değinilmesi anlatılanları daha da dramatik hale büründürerek öykünün etkisini arttırıyor .
“ Anne sen Borges’ i tanıyor musun? İstanbulluda bir kitabı var. Birinci ağızdan yazılan öykülerde kahramanlar ölmezmiş. Anne Borges yanılmış olabilir mi?..” (S.18)
İşe yeni başladığı günlerde; sapsarı cesetlerin, yarılmış kafatasları, yarılmış karınları, kanlı vücutlarıyla rüyasına girip hesap sordukları bir adli tıp uzmanının öyküsü “İkinci Ev”.
“Neden canımı acıttın?”
“Nasıl dayanabiliyorsun bu vahşete?”
“Doğradığın bütün bu cesetler bir gün toplanıp seni lime lime edeceğiz!” (s.23)
Cesetler üzerinde incelemelerde bulunan adli tıp uzmanı, mesleğinin yarattığı ölümün sıradanlığı algısıyla ve ölüm bilinciyle, hayata ve ölüme dair oldukça derin çıkarımlarda bulunuyor öykü boyunca. Yazar, yer yer gerilim öğelerine de yer verdiği öyküde, kahramanın gözünden yaşamı ve ölümü sorgularken özgün benzetmeleri de ustaca kullanıyor.
Gözündeki rahatsızlık nedeniyle körlüğün eşiğine gelen bir çocuğun üç gününü anlatan, renklere, renksizliğe; görmeye, görememeye dair bir öykü “Korkunç Beyaz”. İsminden başlayarak yerleşik kanılarımızı ters yüz eden öykü, renklere dair algımızı da değiştiriyor.
“…Dünyadaki en mühim şey renklerdi. Soluk da olsa hâlâ renklere sahiptim. Alışıyordum yeni hayatıma. Sonra tecrübe ettim ki alışmak da mühim bir işti. Yoksa nice olurdu insanların hayatı? Nasıl başa çıkılırdı hayatın sürprizleriyle! Alışmak uyumak gibi, yaşamın devam etmesi gibi bir koşul…” (s.28 )
Toplum olarak, başımıza gelen olumsuz durumlar karşısındaki yıkıcı tutumumuz ve bir annenin olumsuzluklar karşısındaki yapıcı yaklaşımının çocuğu için önemi, kitaba da ismini veren öyküde güzel detaylarla ve ustaca yansıtılıyor.
“…Renkler sadece gözle görülenler değildir, diyen annem seslerin, gürültülerin, uğultuların; rüzgârın, yağmurun, gülmenin, sevinmenin ve kokunun da bir renginin olduğunu anlamamı sağladı…” (s. 31 )
“İlginç Davetiye” öyküsü, kahraman anlatıcının tutarsız arkadaşı Yusuf’tan “Hangi saat doğruyu gösterir bize?/ Ömrümüz bu kadar yanlışken !” mısralarının yer aldığı alışılmadık bir davetiye alması ile başlıyor. Bir dediği bir dediğini tutmayan arkadaşı Yusuf’un evlenme kararına şaşıran anlatıcı, komşularında da Yusuf’un farklı mısraların yazılı olduğu davetiyelerini görünce durumu daha da garipser. Kendi davetiyesini ve komşularındaki davetiyeleri kız kardeşine de okutan kahraman anlatıcı, davetiyelerde yazılanlara gülerek Yusuf’la dalga geçer. Günü geldiğinde, Yusuf’un düğününe katılan kahraman anlatıcıyı büyük bir sürpriz beklemektedir.
“Bellek”, “ Anı”, “Kim?”, “Erik Ağacı” alt başlıklarıyla kurgulanan “Kürek” adlı öykü “Ben bir insandım!” cümlesiyle başlıyor. Öykünün ilk cümlesinden itibaren insana ve insanlığa dair bir öykü okuyacağımızı bize sezdiriyor yazar. Hayvancılıkla geçinen üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğunun gözünden anlatılıyor öykü. Abisinin askerde şehit olmasının ardından, annesinin yaşadığı üzüntü nedeniyle Allah’a isyan eden kahraman anlatıcının geleceğe ilişkin planları ve ergenlik kaygıları eşlik ediyor isyanına.
“Kurumuş damağımda asılı kalmış abimin ölüsünü yutkundum bütün bu tükürme eylemlerinden sonra. Yutkundum. Bir kere daha. Bir kez daha. Hayatın bu anlamsız kısır döngüsü içinde annemin düş kırıklıklarını, babamın vurdumduymazlıklarını, etrafımdaki insanların bana öğrettikleri incinme duygusunu düşündüğümde kendimi karanlıkta kaybolmuş hissediyor, uzaklardan çok uzaklardan bir umut, bir ışık, bir sihir bekliyordum…” (s. 43)
Yaşadıklarının ardından bir erik ağacının dibinde bitiyor kahraman anlatıcının öyküsü.
“Üçlerden Çektiğim”; üçüncü sınıfa giderken annesini, evliliğinin üçüncü yılında eşini kaybeden kahraman anlatıcının, eşini defnetmek için arkadaşı Sami’yle ve cenazeye katılacaklarla çıktığı yolculukta çocukluk dönemini, üç sayısının hayatındaki yerini sorgulamasıyla süren bir öykü. Bu öyküde de yazar diğer öykülerinde yer verdiği, ”…Dünyada bir anadil varsa o da sessizlikti…”, “…Ve yine çocukların çok iyi bildiği bir şey varsa o da hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaktı…” gibi insanı, yaşamı ve yaşadığı hayatı sorgulamaya yönelten cümlelere yer veriyor.
İsmail adlı psikoloğun eşini yakın zamanda yaşanan selde yitirmiş danışanı Gülendam’a uyguladığı terapi ile başlayan “Fotoğraf” öyküsü, psikoloğun Gülendam’ın sorununu belirleyemeyip seansı bitirmesiyle sürüyor. Gülendam, terapinin sonunda, psikoloğun terapiye ilişkin notlarının olduğu kâğıdı öfkeyle alarak odadan çıkar.
Gülendam; on seans terapinin ardından, yaşadıklarını anlatan öyküsünün bulunduğu dergiyi ilk seansta kendisinden aldığı not kâğıdıyla birlikte Psikolog İsmail’e gönderir. “Fotoğraf” öyküsünde de üst kurmaca tekniğini kullanan yazar, Gülendam’a, terapisinin ilk seansına ilişkin öyküsünü lacivert, kemik gözlüklü yazarın yazdırdığını söyletir.
“Neyse daldan dala atlayıp kafanı karıştırmayayım. Öykümü okuyunca kızma bana. Aklımda hiç böyle bir şey yokken yazıverdim bunu. Ya da biri yazdırıverdi işte. Lacivert kemik gözlüklü biri hani.
İnsan dediğin yüklü bir öykü değil midir zaten?
İnsan dediğin bir öyküdür…” (s. 54 )
“Dirgen Ali”, orakla biçilip köm yapılan buğday şeleklerini yakmada usta Dirgen Ali’nin ve Oğlu Maviş’ in öyküsü. Hasat zamanı, şelek yakmak için tarlalara çağrılan Dirgen Ali’nin çağrıldığı tarlada yaşadığı trajedi İbrahim Halil Çelik’in ustaca betimlemeleri ve benzetmeleriyle anlatılıyor. Yazar, “Fotoğraf” öyküsünde de uyguladığı gibi, Dirgen Ali’yi kendisine trajik bir sonu uygun gören “gözlüklü” dediği yazara isyan ettirerek, öyküsünde üst- kurmaca tekniğini yine başarıyla uyguluyor.
“ …Kırmızı topraktaki çatlaklara bakan Ali, bu çatlakları yaraya benzetiyordu. Toprağın da yarası var, bu kadar acının gömüldüğü toprak çatlamayıp da ne yapsındı, diye düşünüyordu…” (s. 55)
“Benim Yurdum”, göçebe ya da şehirli olma meselesini konu edinen, yer yer halk hikâyelerindeki motiflerin de kullanıldığı bir öykü. Babasıyla konargöçer hayatı yaşayan Hasan Ali adlı gencin kasabalı, memur kızı Melek’e duyduğu aşkın öyküsü. Bir kalbe yerleşmek isteyen Hasan Ali, içli bir ozan olan babasıyla aynı kaderi yaşar ve yazıp Melek’e veremediği bin doksan iki sözcüklük mektubunu, içinde yanmaya devam eden aşk ateşiyle boşluğa okuyup durur divane halde.
“ Kınama garibi, sevdanın yükü ağırdır. Çekmeyen bilmez. Sözcükleri saymışmış, 1092’mişmiş.İşine bak!” (s.66)
“Kar Taneleri Gibi”, kahraman anlatıcının küçükken kaybettiği çocukluk arkadaşı, koruyup kollayanı astım hastası komşusu Fahriye Ablası’na ilişkin anılarını, ona olan samimi duygularını anlattığı bir öykü.
“…Uyuyan annem, babam ve kardeşlerim o sesi niçin duymadılar? Duyulmayacak gibi miydi? Yorganın altına büzülüp “hığğk” tan sonraki hırıltıyı dinlediğim zaman geceden, karanlıktan, kulaklarımdan bir yanılgı bekledim. Beklersen olmaz beklediğin. Hayatın huyu bu. Huyların en kötüsü. Bekledim ve olmadı!..” (s.70)
Yazar, anlatıcıya bir yandan kahraman Fahriye Ablası’yla olan ilişkisini anlattırırken bir yandan büyüyüp üniversiteli olan anlatıcının araştırma ödevi olarak kurguladığı Samanyolu Efsanesi’ ni de okumamızı sağlıyor öyküde. İbrahim Halil Çelik, kahraman anlatıcının lise yıllarında öğrendiği ve Fahriye Abla’sına okuduğu “Fahriye Abla” şiiriyle Ahmet Muhip Dıranas’a da bir selam göndermeyi ihmal etmiyor “Kar Taneleri Gibi” öyküsünde.
“Şekersiz Kahve”, on beş yıllık eşinden ayrılmış bir kadının şehirlerarası otobüsle Antalya’ya yaptığı yolculukta aklından geçenlerin öyküsü. Yazar, bir gölge, pısırık bir insan olarak gördüğü eşinden ayrılışının kendince haklı gerekçelerini, yaşadığı pişmanlıkları sorgulayan kahramanın gelgitlerini büyük bir ustalıkla ve sadelikle anlatıyor öyküde. Otobüs Antalya’ya doğru yol alırken yiyecek içecek servisi yapan muavinle komik, yer yer dramatik diyalogları da kadın kahramanın yaşadığı karmaşayı yansıtması açısından oldukça başarılı.
“…İnsan dediğin yanında şansı olandır. Kimisi şansa Tanrı derdi kimisi kader. Ben yalnızca şans diyordum. Şans bana hep en buyurgan haliyle geldi. Ben hep kapı dışarı ettim. Ahmak…” (s. 75)
“Baraj”; kitaptaki pek çok öykü gibi İbrahim Halil Çelik’in derin anlamlar ifade eden cümlelerle, anlatımlarla bezeli öykülerinden biri. Yitirdiğimiz pek çok inceliğe, güzelliğe yakılmış bir ağıt bu öykü. Yazarın hayata, insanlara, insanlığa dair güzel ve sarsıcı tespitleri ilk cümlesinden itibaren zarif ve ustaca bir anlatımla öyküde kendisine yer buluyor.
“…Uğrunda öleceğimiz kimse kalmayınca yaşamaya başlıyoruz…” (s.77)
“…Doğru anda yanlış kararlar: Ömür!..” (s.77)
“Özlem bir çıkışsızlığın içinde eriyecektir. Özlem ki ağzı geniş bir kuyu…” (s.77 )
Çocukken, geleceğe ilişkin masum hayallerini annesine anlatan, okuyup mühendis olduktan sonra şantiyelerde çalışan kahraman anlatıcı, zamanla zenginleşir. Kazanma hırsıyla pek çok evin, mezarın, toprağın, yerleşim yerinin düşüncesizce inşa ettiği barajların suları altında kalmasına neden olur. Kazanma hırsıyla bir canavara dönüşen anlatıcı, kendi çevresini ve sevdiklerini de yok etmeye başlar. Sadece başkalarının geçmişleri sular altında kalmaz, anlatıcının ve sevdiklerinin geçmişleri de inşa ettiği barajlardan birinin suları altında kalır.
1977 Kanlı 1 Mayıs’ını ve yaşanan katliamı, “Asi Gençlik” filminin başrol oyuncusu James Dean’ ı, İstanbul’da yaşarken izlediği, yol boyunca geçip giden trenleri anımsayıp tekrar tekrar dillendiren yaşlı bir babanın ve bir kargo şirketinde yoğun bir tempoyla çalışan kızının öyküsü “Bir Çürük Elma”. Uğursuzluk getirdiğini düşünüp kendisine Karakız diye hitap eden yaşlı ve bunamış babasıyla anlayışsız patronu arasında sıkışıp kalan kahraman anlatıcı, yaşadığı sıkışmışlıktan kurtulmanın çarelerini arar.
“…Bir beyaz Reno’ dan ateş edildi. Büyük bir otelin odalarından. Kazancı Yokuşu’ nda bir kamyon. Bu koşuşturma, bu telaş can uğruna…” (s.85 )
Yazar, kitaptaki birçok öyküsünde olduğu gibi bu öyküsünde de toplumsal bir meseleden yola çıkarak ülkemizin tarihinde ve emekçi insanların vicdanında kara bir leke olarak yerini almış 1977 Kanlı 1 Mayıs’ıyla emekçi insanların yaşamlarını, çalışma hayatlarında çektikleri sıkıntıları aynı öyküde ustaca bir araya getirip anlatmış.
İstemediği biriyle evlendirilen bir kadının, köylerine gelen yakışıklı değirmenciden etkilenip eşini, çocuklarını, anne ve babasını geride bırakarak onunla şehre kaçması ve değirmenci tarafından şehirdeki insanlara pazarlanmasının trajik öyküsü “ Yırtık Mendil ”. Yıllar sonra, evinin anahtarını köyünün muhtarından alıp evine giren kadının gözünde, geçmiş yaşantısına ilişkin anılar canlanır.
“…Yıllar beni nelere pazarlamadı ki…Üzerine basılmış bir hamamböceği kadar çaresizim. Öksürüğümün şiddeti giderek artıyor. Nefesimin hırıltılaşması günden güne katbekat artıyor. Yıllar beni acılara pazarladı sonunda. Acılar ki en mukaddes takı gibi boynumda asılı durur hep…” (s.95 )
Bir otelde şef olarak çalışan anlatıcının emri altındaki meydancı ve komiye ilişkin duygu ve düşüncelerinin, meydancı ve komiyle diyaloğunun anlatıldığı bir öykü “Patron”. İbrahim Halil Çelik, turizm sektöründe çalışanlara ilişkin yerleşik kanıları şefin duygu ve düşünce dünyasından aktarırken meydancının dile getirdiği düşünceleriyle şefin bu kanıları yerle bir oluyor.
“ ‘Bir şey soracam?’ diye ekledim.
‘ Buyur şef.’ dedi.
‘ Üniversite sınavına hazırlanacan mı?’
‘ Hazırlanacam tabii ki şef, yoksa ne komiliğin sonu var ne barmenliğin ne de şefliğin. Hepsi patronun hem dostu hem düşmanı.’ ” (s.100)
Kitabın son öyküsü “ Bir Adam ”da, anlatıcı, öykülerin kahramanlarını bir bir anlatıyor. Ardından, yazdığı öykülerin sancısını yaşayan ve anlattıklarının birazı kendisinde olan yazarın yanında durup noktalıyor anlatımını.
İbrahim Halil Çelik’in öykülerini kurgu olduğunu bilerek okusam da okuduklarım bana gerçekmiş gibi geliyor. “ Gerçek olmayan fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçekmiş gibi gelir.” diyorum kitabı bitirdiğimde.
İbrahim Halil Çelik, Korkunç Beyaz, İz Yayıncılık, İstanbul, 2020