Seray Şahiner’in “Gelin Başı” adlı öykü kitabı bir önsöz ve on öyküden oluşuyor.
Hulki Aktunç, “Gelin Başı” adlı öykü kitabına yazdığı “Bir Seray Şahiner Öyküsü” başlıklı önsözde, yazarın öykücülüğüne, kitabındaki öykülere ve geçmişte kendisinin de genç bir öykücü iken yaşadığı “genç öykücü “ handikabına ilişkin açıklamalarda bulunuyor. Sait Faik’in yaş kemale ermişken bile kendisine ”genç hikayeci” diyenlere, bu ifadede “sen daha toysun” tavrı gördüğü için öfkelenmesinden söz ederek, sözü yazarın öykücülüğüne, “Gelin Başı” adlı kitabına getiriyor.
”Seray Şahiner, daha ilk kitabında özel ve biçemsel bir kişilik getiriyor. Bence genç öykücü değil öykücü olarak sıçrıyor; ilk kitabıyla kim böyle sıçramıştı? Leyla Erbil. ’İsyan grameri’ demiştim onun getirdiğine.”(s.13)
”Seray Şahiner’in çıkışı bir ustanın çıkışı.
Bana Leyla Erbil’i anımsatıyor…” Hallaç”…
İki sözcükle “isyan grameri” dedim… İçiyle dışıyla isyan.
Seray yolun açık olsun!
Seray Şahiner, “Gelin Başı “ adlı kitabının ilk öyküsü “Sorumlu ile Sorunlu” da, bir anketörlük şirketinde çalışan Anketör Zeynep’in, çalıştığı şirkette; özel hayatında ve iç dünyasında yaşadıklarını kahramanın ağzından anlatıyor. Yazar, öyküsünde kadınlara ve kadınlığa ilişkin pek çok meseleyi-yaşlanmayı da es geçmeden- kimi zaman verdiği detaylarla kimi zaman da öykü kahramanı Zeynep aracılığıyla irdeliyor. Anketörler bölümünde birlikte çalıştığı genç öğrencileri görünce, çalıştığı ortamda kendini yabancı gibi hisseden Zeynep’in bu durumdan duyduğu rahatsızlığı, Zeynep’in iç konuşmasıyla aktarıyor yazar.
“Otuz yaşında olmak suç mu? Belki başka şeyler yapabilirdim, evet , otuz yaşındayken de ‘genç yetenek’ diye bahsedebilirlerdi benden, hatta otuz beşine kadar ‘genç yetenek’ olabilir insan; ama önemli sayılan bir şeyler yaptıysa. Telefonla anket yapan biri için-bir de bekarsa, otuz yaş; ’artık çok geç’, ’bizden geçti’ gibi cümlelerin ilham kaynağı olabiliyor ancak.”(s. 18)
Çalıştığı şirketin en çalışkan personellerinden biri olan, şirketin sorumlu müdüründen hoşlanan, çalışkanlığı sayesinde terfi edeceği düşünülen, terfi edip şirketin ikinci katında çalışacağı günlerin hayallerini kuran yirmi yedi yaşındaki Zeynep, bekarlığından kaynaklı yalnızlığını ve yaşadığı kaygıları yaptığı işle hafifletmeye çalışır.
“Anket yaparken, konuştuğum insanların neler yaptıklarını, telefonu nasıl tuttuklarını, bulundukları ortamın dekorunu, ses tonlarına göre fiziksel görünümlerini hayal ederek hayatımı kalabalıklaştırmaya çalışırım. Çünkü sevgilisi, kocası olmayan bir kadın, daima tek başınadır. Eşi olmak bir sosyal statü meselesidir…”(s. 20)
Öykünün sonraki satırlarında, Zeynep’in, sevgilisizlik ve bekarlıktan dolayı yaşadığı yalnızlığa çare bulma çabasına şahit oluruz. Yeni biriyle tanışma ümidiyle gittiği barda, kendisiyle tanışmak isteyen erkeklerin yaklaşımlarını, tarzlarını beğenmeyip gelen tanışma tekliflerini reddederek, kendi yalnızlığının mimarı olur Zeynep. Katıldığı kurslarda, ince ruhlu, karizmatik erkeklerle tanışma hayaline günlük tutma çabası eşlik eder. Zeynep’in, hayatında yeni bir başlangıç yapabilme umudu böylece sürer gider.
Yazar, öykünün bu bölümünde, Zeynep’e “Bridget Jones’un Günlüğü “ adlı, bir zamanların popüler romanından söz ettirerek , kadınların popüler kültürden kolayca etkilenmelerine ince bir eleştiride bulunmaktan da geri durmuyor.
Zeynep, bir yandan işsiz kalma kaygısıyla ama sorumlu müdüre olan aşkını bahane ederek işten ayrılamazken bir yandan kendisine umut veren ama başkasıyla evlenen şirketin sorumlu müdürüne olan saplantılı aşkıyla boğuşur ve öykü bu açmazlarla son bulur.
“Buzdolabı Süsü Misali” adlı öyküde, Sevgilisi Samet’le birlikte yaşadığı evi terk ettiği esnadaki iç konuşmalarıyla, apar topar çıkar karşımıza Öğrenci Elif. Kadın duyarlılığıyla ve inceliğiyle, bin bir emekle döşediği, düzenlediği evlerine duyduğu bağlılıkla Samet’e içten içe duyduğu kırgınlık arasında gidip gelen Elif, evini terk etmekte güçlük çeker.
“Kahveye şeker attı, yavaş yavaş karıştırdı. Ne zor geliyordu ayrılmak-evden-bu ev kat kat üstün benim için Samet’ten. Kahveden bir yudum aldı, Samet gelmeden çıksaydım bari. Aslında onun evi bana bırakması gerekiyordu, öyle ya, ben önayak oldum evin tutulmasına, altı aydır düşünüp bir türlü ev bulamıyormuş. Ben iki günde evi de buldum, ev sahibini de ikna ettim… Bu ev benim evim aslında ya, o gitmez. Ama ben giderim onun yüzünü göreceğime. Önceden de kavga ederdik ya, aynı evde olunca iki günde barışıyorsun. O da ne yapsa affederim sanıyor. Öyle seviyorum ki- evi yani- bırakıp gideceğimi aklından bile geçirmemiştir.(s.26)
Samet’le kaldıkları evi, Samet’in eve geldiği anda terk eder Elif. Evi terk etmemek için türlü bahaneler üretip eve geri dönen Elif’in iç konuşmalarından, Samet’le yaşadıkları eve ve Samet’e olan bağlılığının çocukluk dönemindeki yaşantılarla ve özlemlerle ilintili olduğunu öğreniriz.
“Ben çocukken, hep ev resimleri çizerdim; perdesi kurdeleli, bacasında duman tüten evler…Sonradan okudum ,bir araştırma yapmışlar; bir sürü çocuğa ev resimleri çizdirmişler. Bacasından duman tüten ev çizen çocukların aslında aile özlemi çeken çocuklar olduğu ortaya çıkmış…”(s.28)
Seray Şahiner’ in öykülerindeki kadın kahramanlar, yaşadıkları olumsuzluklarla ve kendileriyle dalga geçebilen kişiler. Yazarın bu öyküsünün kahramanı Elif de bir yandan içinde bulunduğu kötü durumdan rahatsız olurken bir yandan bu durumu dalgaya alarak, bu kötü durumun ciddiyetini azaltarak kendi kendini teselli eder.
“Otobüs durağına doğru yollandı. Elinde bavulu evden kaçmış kızlar gibi, artiz olcam da ben, bavulla indik işte şehre, ne bok yiyeceğiz bakalım, ev yok bark yok bir bavulla…Samet gibi bin belasını versin Allah…”
Kitaptaki öykülerde, toplumun farklı kesimlerinden kadınların yaşamlarını ve yaşadıkları ilişkileri anlatan Seray Şahiner,” ‘Tel’siz Duvaksız” adlı öyküsünde; on iki yaşında konfeksiyona el işçisi olarak girip overlokçu olan babasız Mercan’ın, abisi ve annesinin karşı çıkmasına rağmen aynı iş yerinde makastar olarak çalışan Selman’a kaçıp yokluk içinde onunla evlenme sürecini anlatıyor.
“Nikahımızda ben Selman ve iki şahitten başka kimse yoktu.” (s.31)
Mercan, yaşadığı yokluğun mutluluğuna gölge düşürmesine izin vermemek için, aza kanaat eder ve onca olumsuzluğa, yokluğa rağmen iyimserliğini yitirmez.
“Mercan ve Selman evleniyor, gelinliksiz, davetiyesiz, pastasız, çiçeksiz…Ama Selman’ım gene içimde kalmasın diye kuaföre götürdü beni. Bant yaptırdım saçıma, çok güzel oldu…”(s.32)
“Evimiz çok küçük ama biz sığıyoruz Selman’la, ileride daha da kalabalıklaşınca…Sığarız gene, bebe dediğin kaç santim?..” (s.33)
Mercan, iyimserliğini bir üst noktaya taşır, çocuk sahibi olmanın mutluluğunu da ekler yokluklarına. Öykü, her türlü yokluğun içine sığdırılan bir çocuğun yarattığı umutla son bulur.
“Yalnız Ama Gururlu “ adlı öyküde, sevgilisinden ayrılan Yeliz’in, bir yandan sevgilisi olmadan, yalnız yaşamaya çalışması; diğer yandan bu yalnızlığa katlanamayıp eskiden sevgilisiyle gittikleri Taksim’deki bir kafeye gitmesiyle gelişen olaylar anlatılıyor. Taksim’deki kafeye giden Yeliz, kafede oturduğu esnada kafasında pek çok şey kurar. Yeliz, kafeden ayrılırken , ayrıldığı sevgilisinin Yeliz’den daha güzel yeni sevgilisi ve arkadaşlarıyla kafeye girmesiyle şaşkınlık yaşar, aklından geçen türlü düşüncelerle kafeyi terk eder.
“Kafeden çıktı. İstiklal Caddesi’nde yürümeye başladı. Bu karılar da yanlarındaki heriflere bakıp bakıp ne sırıtırlar böyle aptal aptal? Hepsi de mutlu be…Bu caddede hiç kimse bir yere gitmiyor sanki, herkes aylak…Böyle yan yana daha fazla durabilmek için bir aşağı bir yukarı…Ben nereye gitmeyi amaçlıyorsam. Niye sevgili bulmaya mı geldim Taksim’e? E yuh artık! Birden, bir yere yetişmeye çalışıyormuş da acelesi varmış gibi hızlı hızlı yürümeye başladı, trafiği aksatan sevgililere kızarak.” (s.37)
Yeliz, İstiklal Caddesi’nde düşünceli ve öfkeli bir halde yürüdükten sonra yalnızlığıyla yüzleşir ve yalnızlığını içselleştirir.
“İadesiz Taahhütsüz” adlı öyküde, karlı bir kış günü, sevgilisiyle Taksim’de buluşmak, ilişkileri boyunca ilk defa dışarıda gezmek üzere sözleşen ve sevgilisi tarafından ekilen bir kadının, bu durum karşısında yaşadığı sıkıntı ve sevgilisine ilişkin gelgitleri anlatılıyor.
“…Ah be Ahmetçiğim, sen yanımda olmayınca bitkisel hayata giriyorum ben, niye anlamıyorsun? Hava da soğuk, botlarım su çekti. pantolonum dizime kadar ıslandı kardan. .Sana gelip canına okumak vardı ya şimdi…Ama sen anlamayacaksın ki beni. ’Kusura bakma,’ deyip geçiştireceksin. Sonra benim üşüyen ellerimi, ayaklarımı ısıtacağız birlikte. Sana sarılmayı öyle seviyorum ki. Ama buradan kalkıp yanına gelemem. ’Gururum izin vermez,’ diyecek konumda değilim biliyorum ama…Senin yanında çok yoruluyorum. Yanında uyurken bile…Söyleyeceğim şeyleri söylemeye enerjim kalmıyor. Sonra yanından ayrılınca da sana telefon açıp bir sürü sitem. Amaan…Ahmet be, Allah belanı versin!”
Kadının, sevgilisince ekildikten sonra, Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne girip kütüphaneden aldığı korsan kitabın boş sayfalarını yırtarak, sevgilisine, onunla ilişkisini sorguladığı bir mektup yazmasıyla devam ediyor öykü. Seray Şahiner, yine popüler kültüre ilişkin ince, zekice bir eleştiriyle bitiriyor öyküsünü ve okuyucuyu şaşırtmayı ihmal etmiyor.
“Gelin Başı”, dil ve anlatım açısından yazarın en başarılı öykülerinden biri. Kitaptaki diğer öyküler de yazarın bu öyküsündeki dil ve anlatım becerisinden çok uzak değil ama yazar bu öyküsünde dile hakimiyetini ve anlatımdaki ustalığını daha başarılı biçimde ortaya koyuyor. Bir solukta okunan bu öyküde; Hasan adlı bir kuaförün salonunda, kendi düğünü için saçını yaptıran Sibel’in üniversite okurken Harun adlı sevgilisiyle sevişip kızlığını kaybetmesi ve bu olayın ardından, sevgilisinin aralarında hiçbir şey yaşanmamış gibi davranması üzerine yaşadıkları, geçmişe dönüşlerle anlatılıyor.
“Güzelpınar Köyü Kalkındırma ve Geliştirme Derneği “nin pikniğinde, ailesince tanıştırılıp evlilik aşamasına geldiği Eren’e bakire olmadığını nasıl ifade edeceğini düşünen Sibel’in, düğün öncesi, kuaförde gelinliğini giyip saçlarını yaptırırken aklından geçenlerin anlatıldığı bu ustaca yazılmış öyküde, gereksiz hiçbir sözcük yok.
“Bir hafta aramadıydı Harun. Ben ararım açmaz. Kızlığın gitmesi bir şey değil ya, ne bileyim, bir tatlı söz söyleseydi sonradan, bir çiçek falan alsaydı. Hasta gibi hissediyor insan kendini, ilgi istiyor. Bir de adam başına kalacağım diye korkup sır olunca-başına kalmadım Harun’cuğum, bu akşam evleniyorum- hepten fena oluyor insan, eve gidip saatlerce yıkanmıştım. Bu ilk sevişmeden sonra saatlerce yıkanmak da hep filmlerden geçiyor. Kirlendik ya! Banyodan çıkınca da; annemin bir geceliği vardı, açık, pembe, saten, dantelli; onu giyinmiştim. Kadın olduk ya artık, penye pijamayla dolaşılmaz tabii! Bir hafta sonra okulda yakaladım Harun’u. Koridorda beni gördü, asık yüzlü bir selam verdi, geçti gitti. Böyle katil olunuyor her halde…”
“Yedi Ağlı Don” adlı öyküsünde, Samatya’daki küçük konfeksiyon atölyesinde, dört yıldır Rusya’ya bebek şapkası diken Fidan’ın başından geçenleri, çok olağanmış gibi yalın ve samimi bir dille anlattırıyor kahramanına yazar.
“…Kırk iki yaşında, İstanbul doğumlu, orta ikiden terk, üç çocuk annesi bekar bir bayanım. Boşanalı on yılı bulacak neredeyse, çocukların velayeti bende.” (s.55)
Kendi yaşamından bahsederek anlatmaya başladığı hikayesini, oturduğu apartmanın üst katındaki Safiye Hanım ve onun on sekiz yaşındaki kızı Aynur ile olan ilişkisinden söz ederek sürdürüyor Fidan. Herkes gibi yaşarken, bir tarikata girip tarikat önderinin emir ve istekleri doğrultusunda yaşamaya başlayan Safiye Hanım’ın ve kızı Aynur’un hızlı değişimleri, ülkemizin tarikat gerçeği, yazarın kara mizahıyla anlatılıyor Fidan’ın ağzından.
Yazar, tarikat üyelerinden birinin isteği üzerine Fidan’ın “diktiği yedi ağlı don “ un sadece tarikat üyesi kadınlar tarafından değil, pek çok insan tarafından benimsenmesi sürecini, tarikat gerçekliğiyle, tarikat üyelerinin yaşamlarındaki çelişkilerle, kara mizah da barındıran bir dille anlattırıyor Fidan’a .
Öykünün sonunda, Fidan, tarikat üyelerinin isteği üzerine başladığı “yedi ağlı don” dikme işinden kendisiyle hesaplaşarak vaz geçiyor ve bebek şapkası dikmeye başlıyor.
“Hepsinin deli saçması olduğuna inandım, kendimle hesaplaşmaktan da helak oldum ve son verdim bu işe. Şimdi bacaklardan kafaya geçtim. Bebeklere şapka dikiyorum. Benim gibi kafayı üşütmesinler diye.”(s.72)
Yazar,“Tanga Don Hissi” adlı öyküsünde, Taksim İstiklal Caddesi’ndeki Turhol Han’ın beşinci katında, önden İstiklal Caddesi’ne, arkadan denize bakan; geniş, tarihi eser sayıldığından çivi çakmanın bile yasak olduğu, yüksek tavanlı bir evde yaşayan Çevirmen Esme Hanım’ı anlatıyor okuyuculara. Hikaye boyunca Esme’den Esme Hanım’a evrilen kahramanımızın bu değişim ve dönüşümü Esme Hanım’ın hayatına giren eşyalarla anlatılıyor hikayede.
“Otuz beşindedir Esme Hanım. Tanga don giymeye başlayalı beş, hiç giymediği krem rengi jartiyerini dolabın en dibine koyup üstüne yorganları yığalı sekiz, küçük göğüslerini sünger dolgulu sutyenle büyültmeye başlayalı yedi yıl oluyor.”(s.76)
Esme Hanım, temizlik takıntısı olan; düzenli ve sessiz bir hayat yaşayan biridir ve bu durum hayatını oldukça olumsuz etkiler.
“Mari Claire Maison dergisinin sayfalarındaki fotoğraflardan esinlenerek döşediği evini, sade ve özenli bulur. ’Göz yormayan bir şıklık’ diye tanımlar evinin dekorunu. Göz altındaki kırışıklıklarını kapatmak için sürdüğü fondötenin bir ton açığı renkteki koltuklarda tek bir leke izine rastlayamazsınız. Bir yemek masası yoktur Esme Hanım’ın. Dev bir sehpada yer yemeklerini, zaten evine yemeğe gelen misafiri de yoktur pek.”(s.76)
Esme Hanım’ın ailesi, Sivas’ın Divriği İlçesi’nin bir köyünden İstanbul’a göçmüş, Soğanlı’nın neredeyse tamamı kendi köylerinden oluşan bir mahallesine taşınmış, mahallede bir gecekondu yapıp gecekonduya yerleşmiş bir ailedir. Esme’nin ailesinin köyleriyle bağı hala sürmektedir.
Ev işinden kaçmak için ders çalışan Esme , İstanbul Üniversitesi Amerikan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü başarıyla bitirir. Esme’nin Esme Hanım oluşu da üniversiteyi bitirdiği zamana denk gelir. Esme Hanım, üniversiteyi bitirmenin verdiği güven ve bilinçle ailesinden ayrı ve düzenli bir hayat yaşamak üzere evden taşınmak ister. Babası ve annesi başta bu isteğe karşı çıkarlar ve Esme Hanım’a şiddet uygularlar. Ardından kızlarına söz geçiremeyeceklerini anlayıp kızlarının bu isteğine boyun eğerler.
“Yaşam düzenini bozacak her şeyden nefret ederdi Esme Hanım. Üst komşusunun çocukları gürültü yapıyor diye sık sık şikayete çıkar, yan daireden gece sevişme sesleri gelen çifti apartmanda gördükçe iğnelerdi.”(s.77)
Bir sabah, büyük bir gürültüyle uyanan Esme Hanım, ne olduğunu anlamaya çalışarak pencereden bakar, belediyenin İstiklal Caddesi’nde yol çalışması yaptığını, bir sürü yol kazım aracının caddeyi kazdığını görür. Yol çalışmasında kullanılan araçların gürültüsünden, yaptığı hiçbir işe odaklanamaz.
“Bunu izleyen günlerde yol çalışması sürdü. İş makineleri bütün İstiklal Caddesini kazıyordu, Esme Hanım, gürültü yüzünden çalışamaz oldu, sayfalarca çevirisi önünde kendini bekliyordu ya , mümkün değildi bu durumda kendini toplayabilmesi.”(s. 83)
Belediye’nin İstiklal Caddesi’nde süren gürültülü yol çalışması nedeniyle bütün düzeni alt üst olan Esme Hanım, çalışamaz hale gelir ve Esmen Hanım’ın işleri birikmeye başlar. Yol çalışmasının yarattığı gürültüden dolayı, Esme Hanım ev düzenini, temizliğini, çok az olan sosyal ilişkisini de önemsemez olur.
“Gürültü bitmiyordu. O da Esme Hanım olamıyordu bir türlü.Nasıl olsundu? İstiklal Caddesi’ndeki evi, Bahçelievler Soğanlı’ nın inşaatı hiç bitmeyen sokaklarına bakıyordu.”(s.85)
İstiklal Caddesi’ndeki yol çalışmasının yarattığı gürültü nedeniyle Esme Hanım’ın hayatının iyice felç olduğu süreçte, bir sabah, belediyenin çalışması son bulur ve çalışmanın yarattığı gürültü de kesilir. Sessiz ortamda hayatını yeniden düzene sokan Esme Hanım, bu sefer de gürültülü ortama alıştığı için, sessizlik nedeniyle çalışamaz duruma gelir. Esme Hanım’ın içine düştüğü bu durumdan kurtulmak için bulduğu çözüm oldukça ironik ve komiktir.
“Harmandalı “, sevgililerin birbirlerine sadakatleri üzerine şekillenen bir öykü. Bahar adlı kahramanımız, çalıştığı dergi için bir yazarla yaptığı röportaj sonrası dergiye dönmek üzere geldiği otobüs durağında; duraktaki bankta sevgilisiyle otobüs bekleyen, siyah bere takmış, bıyıklı, yakışıklı bir çocuğa denk gelir ve ondan etkilenir. Bahar, durakta otobüs beklerken görüp etkilendiği bu çocuğa kendince Yağız adını verir ve onunla ilgili hayaller kurmaya başlar. Bu hayaller arasında, Yağız adını verdiği bu yakışıklı delikanlıya harmandalı oynatıp onu izlemek de vardır.
“ …Biz bu çocukla sevgili olunca, o harmandalı oynamayı bitirdiğinde ben bir güzel terini siler, yana kaymış beresini düzeltirim. Biraz kilo alsam iyi olacak, böyle boylu boslu bir yiğidin yanına , hafif balıketinden kadınlık akan bir dişi yaraşır ancak…”(s.91)
Yazarın “İlk Öpüşte Aşk” adlı öyküsünde, Çiğdem adlı bir genç kızın, sevgilisi Hasan’ın çocukluk arkadaşı , ilgi duyduğu ve hoşlandığı -öykünün ilerleyen satırlarında bir barda öpüştüklerini öğreneceğimiz- Kerem’i, kendisiyle yeterince ilgilenmeyen Hasan’a tercih edip etmeme konusunda yaşadığı gelgitler anlatılıyor.
“Vallahi aldatmayacağım. Hem biriyle aldatacaksam da illa Hasan’ın çocukluk arkadaşıyla aldatacak kadar vicdansız değilim. Aman Hasana da çok koyar sanki. Omzunu silker geçer. Bu ilk değil ki; daha önceden de arkadaşlarından benimle ilgilenenler olmuştu.”(s.96)
Hasan’ın çocukluk arkadaşı Kerem’le görüşmek amacıyla, Mehmet Baydur’un kitaplarını arayıp bulamayışını bahane eden Çiğdem’in, Kerem’le Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde buluşmak üzere sözleştikleri görüşme öncesi yaşadığı iç hesaplaşma, öykünün temel çatışmasını oluşturuyor. Öykünün baş kahramanı Çiğdem, kendini, sevgilisi Hasan’ı, Hasan’ın çocukluk arkadaşı Kerem’i; arkadaşları Nazlı ve Elif’le ilişkisini sorguluyor “İlk Öpüşte Aşk”adlı öyküde.
Öyküde, Türk sinemasının önemli iki kadın oyuncusu Müjde Ar ve Türkan Şoray’ın rol aldıkları filmlerde canlandırdıkları karakterler üzerinden, Müjde Ar’a tutkulu kadın, Türkan Şoray’a mantıklı kadın rolü uygun görülerek, kadınlarda tutku ve mantık meselesi yazar tarafından derinlemesine irdeleniyor.
“…Ben mantığıyla hareket edebilen kızlardan değilim. Bu konuda Müjde Ar’dan bile gurursuzumdur, Türkan Şoray olmayı hep başkalarına bırakırım. Tabii Türkan Şoray olmayı seçen kızlar, film sonunda hak ettikleri temiz sevgiyi bulurken, ben zavallı bir Müjde Ar müsveddesi olarak-üstelik göğüslerim de hiçbir vakit onunkiler kadar dolgun olmamıştır- filmin bitiminde, ’son’ yazısı yüzümün üstüne düştükten sonra bile ağlamaya devam ederim.”(s.97)
“ Bana kalırsa kadınların kendilerine kurdukları en büyük tuzak, filmlerden rol seçmektir. Özellikle yetmiş sonrası kuşağın. Çünkü karşılarında birbirini tutmayan iki karakter vardır. Müjde Ar ve Türkan Şoray…” (s.97)
Kadınların dünyasına ve kadın erkek ilişkilerine ilişkin derin gözlemlerin, izlenimlerin yer aldığı bu yoğun ve akıcı öyküde yazar, Çiğdem özelinde; kadınların, sevgililerinin duyarsızlıkları karşısında yaşadıkları ikilemleri ve sevgililerine bağlı kalabilmek adına gösterdikleri çabayı, özveriyi anlattırıyor kadın kahramanlarına. İnce mizahıyla ve kadın erkek ilişkilerinde yaşanan gerçeklerden yola çıkarak , gerek içerik gerek anlatım açısından oldukça başarılı, zevkle, bir çırpıda okunan bir öykü kaleme alıyor Seray Şahiner. Öykünün sonunda, kıvrak zekasıyla öyküyü oldukça özgün, yaratıcı bir sona bağlayarak yine kalıpların dışına çıkıyor yazar.
Seray Şahiner’in, kadın duyarlılığı ve keskin zekasıyla yazdığı, birbirinden güzel on öyküden oluşan “Gelin Başı” adlı kitabını mutlaka okuyun.