“Son Otobüs”, Sezer Ateş Ayvaz’ın çabaları ve Jale Sancak’ın desteğiyle şekillenmiş, on dört yazarın birer öyküsünden oluşan bir kitap. Sezer Ateş Ayvaz, kitabın önsözünde şiirsel bir anlatımla dile getiriyor kitabın oluşum sürecini ve bu süreçte yaşanan zorlukları. Kitaptaki öyküler “son otobüs” teması üzerine yazılmış. Dili, biçemi, kurgusuyla birbirinden farklı on dört öykünün bir araya gelmesiyle, her öykücünün tarzını yansıtan özgün öyküler seçkisi ortaya çıkmış.
Yorgun argın dersten çıktığı, güneşin ara sıra yüzünü gösterdiği bir kış günü, geçtiği caddedeki insan manzaralarını anlatan kahraman , bir demir kapının önünde taburede oturan ve kendisine bakıp gülümseyen, bereli, giysileri eprimiş, yüzü solgun bir genç kızla göz göze gelip bakışır. Kahraman anlatıcı, akşam arkadaşlarıyla bir meyhanede buluşup sohbet edip eğlenir ve gecenin ilerleyen saatlerinde, son otobüsü kaçırmaması gerektiğini belirterek, kalkmak için izin ister.
“Son otobüse yetişmeliyim dedim Nemika’ya, gözlerinde hüzünlü bir ışık onayladı söylediğimi; Yasemin, oturduğu yerden kalkmaya hazırlanırken,” Herkesin bir son otobüsü vardır,” dedi, usulca. Öykülerini yazabilir miyiz, diye sordu J, coşkuyla bakıyordu gözlerimize; Ruhan, suskunluktan ilk sıyrılandı,”son otobüs” öyküleri diye mırıldandı, sevinçle. Jaklin, kahkahasını savurdu önce, hadi bakalım dedi, gece oluşan niyetlerin çoğunun, sabah unutulacağını biliyordu.”(s.20)
Gerçeğin kurmacaya dönüştüğü öyküden öğreniriz, “Son Otobüs” adlı kitabın öykülerinin yazılma kararının nasıl alındığını.
Öyküde ismi verilmeyen kahraman anlatıcı, son otobüse yetişir, otobüs yolculuğu sonrası evine gelir; erken yılbaşı kutlaması için hazırlanmış, çiçekler ve mumlarla bezenmiş masayla karşılaşır. Televizyondan gelen sese yönelen kahraman televizyondaki görüntüyle sarsılır.
Berat Alanyalı’nın “İçimizden Geçer “ adlı öyküsü; ”itiraz”, ”cebimdekiler, içimdekiler” ,”hayal kontrolcüsü” adlı alt başlıklardan oluşuyor. Öyküde, ergenlik döneminde kendini arayan bir gencin “ezber bozan” adını verdiği biriyle tanıştıktan sonra değişen bakış açısı, hayata ve annesiyle ilişkisine dair sorgulamaları anlatılıyor.
“Derisini kas ve kemikleri üzerinde buruşuk, saydam bir örtü gibi taşıyan, sadece tahıl ve meyveyle beslenen, yoluna çıkan her bitkiyi tanıyan, unutulmuş dillerde tekerlemeler söyleyen, ana dişleri döküldükten sonra yeniden süt dişleri çıkarmış, yaşını ve sınırlarını unutmuş ezberbozandı, çöpümü isyana çatan. Soruların pusulasını, kuşkuların büyütecini, sınırların silgisini iç cebime ezberbozan yerleştirdi. Vaktiyle ve böylece dağıldı ezberim. Yoksa hiç başlamayacaktı yeniden, tam biterken, serüvenim.”(s.27)
Kahramanın içinde bulunduğu ruh hali , yaşadığı duygusal karmaşalar hızla giden bir otobüste yolculuk metaforuyla; geçen zaman, tükenen ömür, kahramanın rüyayla gerçek arasında gidip gelirken gördüğü cam boru içinde gittikçe tükenen lal sıvı metaforuyla anlatılmış. Kahramanın yaşadığı karmaşalar; bilinçle bilinçsizlik, düşle gerçek arasında gidiş gelişleri anlatılarak, genç bir insanın kendisiyle ve hayatla hesaplaşması imgeli bir anlatımla ustaca ele alınmış öyküde.
“Aslına bakarsanız, yeterince yorgunum; zoruma gidiyor yeniden büyümek. Yürümeyi, konuşmayı, çişimi tutmayı, okumayı, yazmayı, matematiği, tarihi, doğruyu yanlışı-neye ve kime göre?-yeniden öğrenmek; ergenliği aşıp kişiliğimi oluşturmak, varoluş biçimimi, ilgi alanlarımı belirlemek, o tüm köşeleri yumuşatan optik kusurun aşk olduğunu yeniden anlamak, mesleğimi seçmek, eşli ya da eşsiz bir hayat kurmak, tüm bunları yaparken kendime de anneme de zarar vermemek…Fakat hiç beklemediğiniz an sonda olduğunuzu duymak, zor yolu yeniden kat etme iştahı veriyor.
Bulunduğum yer, hayallerin gerçekleşebileceği güzellikte, ancak geçici…”(s.32)
Halide Eşber’in “Olan Her Şey Unutulur” adlı öyküsü, Ege’nin hangisi olduğu belirtilmeyen adalarının birine bir arabalı vapur’un yanaşmasıyla başlıyor.
Yaşlı bir adam, traktörüyle; yaşlı bir kadın, yürüyerek iner arabalı vapurdan ve Madam Kalyopu’ nun hikayesini anlatmaya başlar anlatıcı.
Madam Kalyopu, evinin önünden geçip duran genç ve yakışıklı dolmuş şoförüyle genç ve güzel bir kızken evlenir. Evlilik sonrası genç çiftin çocukları olmaz. Damadın ailesi oğullarının çocuk sahibi olmasını istediklerinden, oğullarını başka biriyle evlendirmeye kalkar. Bu duruma çok kızan Madam Kalyopu, çeyizini traktörlerinin römorkuna yükleyerek kaynanasının evine traktörle girer. Ardından evine kapanır ve eşinin sözlerine yalvarmalarına rağmen evinden çıkmaz.
“Bütün köy, bütün ada halkı elbirliğince aşındırırlar kapıyı. Ama Kalyopu’nunki de tam kadınlığa ait ‘gavur inadı’… ‘Ben… ‘ der,’…bu toprağın mahsulüyüm. Köküm burada, tohumum buradandır. Bin yıldır bu böyle…Kökü olmadan gelip yerleşene tohum vermiyorsa bu toprak çekip gidile…Bana söz söyleyenler, bakın bir kendinize, kim kaldı? Ne kadar kaldı? Niye kaldı? Kalmadı işte…hiçbir şey kalmadı. Her karışım iyi sonuç vermez. Hadi, uğraşmayın benimle…gidin işinize.’ “(s.41)
Madam Kalyopu ve eşinin pişmanlıkları, kırgınlıkları, geç kalmışlıkları ile devam eder öykü.
“ ‘Hay Allah!’ dedim. ‘Stephen Hawking’in kara delik teorisi yanlışmış.Lale,şu içine aldığı her şeyi yok eden,ardından bu yok edişin kanıtının esamesinin bile kalmadığı kara delik teorisi.’ “ (s.47)
Yazarın öyküsüne bu farklı girişinden sonra, Nükhet ve Lale’nin otobüs garındaki şirketin bekleme bahçesinde, gelecek otobüsü beklemeye başlamalarıyla sürer öykü.
“…Genel bir otogar değildi bulunduğumuz yer; seçkinliği kendine ilke edinmiş bir otobüs şirketinin korunaklı bir bekleme bahçesiydi aslında.Ne mekan,ne de o mekandaki biz aktörler Kübalı yönetmen Juan Carlos Tabio’nun “Otobüs Durağı filmindeki durağı ve o duraktaki ruhu çağrıştırıyorduk.Filmin ana temasını oluşturan büyük düş sahnesini-umudun yalnızca hayal edilebilenin tekelinde olduğu ve yalnızca bu düşe inananların bundan nasiplenebildiği düş sahnesini- çağrıştırabilecek en ufak bir kıpırtı yoktu ortada.Hava rutubetliydi ve üstelik Hawking de yanılmıştı.Elimdeki gazete ekini bıraktım.Laf olsun diye başka bir dergi aldım elime. Masaların üzerine bırakılmış gösterişli tabloid bir dergiydi bu.Renkli sayfaları arasında yolunu kaybetmek her beşerin başına gelebilirdi.O ne dedikodu yığınıydı!Yükselme hırsının mevsimin gözde renklerine,risk alma merakının revaçtaki sayfiye köşelerine, değişken ruh hali sevdasının somut bir biçimde çağı yakalama hamlelerine ve tüm bu hamlelerin kadın-erkek-çoluk çocuk bedenlere dönüştüğü sayfalar bitmek bilmiyordu…”(s.48)
Otobüs şirketinin bekleme bahçesinde yukarıda bahsi geçen dergiyi incelemeye devam eden Nükhet, dergide “Feminen tasarımı ve çekici renkleriyle kadınlar için ideal” ifadeleriyle tanıtılan “feminist” marka minik video kamerayı gösterir arkadaşı Lale’ye ve Lale’nin “kapat şu dergiyi” diye bağırmasıyla, ne olduğunu anlamadan, kendini bir tartışmanın içinde bulur. Öykü, tartışan kırk yıllık iki arkadaşın eteklerindeki taşları dökmeleriyle ve kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeleriyle devam edip son bulur.
Karin Karakaşlı, “Kaçan” adlı öyküsünde, yetişmeye çalıştığı otobüsü son anda kaçıran bir gencin hikayesini anlatıyor bize “kaçanın ve kaçıranın ne ve kim olduğu” sorusu üzerinden.
“Bazen en büyük korkularını rüyalarında yaşar insan, o kadar ki sonunda uyandığında artık korkacak bir şeyin kalmamıştır. Kim bilir kaç gecedir görüyordu bu sahneyi: Terminale geç kalmış ve son anda kaçırıyor otobüsü. Kalakalıyor kaskatı. Kaçırdığı otobüs değil de bir yaşam olasılığı sanki.”(s.58)
Otobüsü kaçırdıktan sonra, bir çay içmek için girdiği terminalin içindeki kafeteryada, yer bulamaz öykünün kahramanı genç ve kafeteryadaki yaşlı bir adam, elini kaldırıp gel işareti yapar gence. Genç, yaşlı adamın yanına gider ve gösterdiği boş yere oturur. Yaşlı adamın ”Hayırdır oğlum daldın…” cümlesini, otobüsü kaçırdığını ifade ederek cevaplar ve yaşlı adamla sohbet eder. Otobüsle nereye gideceğini ve otobüsü kaçırdığına neden bu kadar üzüldüğünü anlatır yaşlı adama.
“Sonra yeniden duydu o dingin ve tanıdık sesi. ’Ama Allah’ın hikmeti işte otobüsü kaçırdın kim bilir kendini bulursun belki’ Sözlerin ezgisine takıldı bir an, söz taş olurmuş, bulut, derken su ,çağlayan, yağmur, sabah yeli, kuru ayaz, usul güneş…Söz taze kurabiye gibi kokarmış, somun ekmek, mis çiçek ya da metruk ev küfü, sinsi lağım, tesellisiz antibiyotik, kesif sidik…O cümleyle birlikte sözün tüm hallerinin içinden geçti bir an. Bu nasıl işti? Bu nasıl iş, diye sormaya başını kaldırdı. Ela gözlü adam yoktu karşısında.”(s.60)
Sohbet ettiği ela gözlü, yaşlı adamı karşısında göremeyen genç, bir an ne olduğunu anlayamaz ve kafeteryanın sahibine sohbet ettiği yaşlı adamın nereye gittiğini sorar. Kafeterya sahibinden aldığı cevaplarla şaşkınlık yaşayan ve asıl sorularının da cevabını bulan genç, bir taksiye binip evine geri döner.
Ayşe Kilimci, “Elveda Cunda” adlı öyküsünü, Almanya’da konsoloslukta çalışırken insanlarımızı tanıyan ve ülkemizi seven, öyküde kendisinden frau Hanım diye bahsedilen bir Alman kadının Cunda Adası’ndaki yaşantısına ilişkin iç konuşmalarıyla oluşturmuş . Frau Hanım’ın Cunda Adası’nda ev alıp Pakize adlı bir kadına komşu olması üzerine Pakize ile yaşadığı sorunları; Pakize’nin frau Hanım’ı dışlayıcı tutumlarını, yabancı komşusuna uyguladığı baskı ve zorbalığı, frau Hanım’ın bozuk Türkçesi ile yaptığı iç konuşmalarla okuyup öğreniyoruz.
“Doğru düşünebilsen, hayallerin olsa, kitap okusan, dışarılara çıkıp dünyayı görsen. Kadın olsan, kavgayı bıraksan, şu güzelim Cunda’nın farkına varsan.
Ben taa nerelerden fark edip geldim, gördün? Ama görmek istemeyene kimden ne fayda? Kavga isteyene ne çare?”(s.66)
Ne kadar yapıcı ve iyi niyetli davransa da frau Hanım komşusu Pakize ve Pakize’nin çevresiyle anlaşıp uzlaşamaz. Pakize’nin frau Hanım’ı ve eşini sindirme, yıldırma çabası devam eder. Kocası Pakize ve çevresi tarafından kendilerine yaşatılan sıkıntılara katlanamaz ve frau Hanım’ı Cunda’da bırakıp İspanya’ya gider.
Cunda adasına duyduğu sevgi nedeniyle, komşusu Pakize ve Pakize’nin çevresi tarafından kendisine yapılan baskı ve zorbalıklara katlanır frau Hanım. Kendisine yapılan saygısızlıklara içerler ama Cunda sevgisi baskın gelir frau Hanım’ın.
“İspanya’daki koca dedi bana,’ kiraz çiçek açayi, aykırı dal üstüne’ maytap geçirttiniz bana. Neden hep aykırı bu memlekette her iş? Yoksa sevda mı aykırı? Ben bunca sevmese idim Cunda, ah bu aykırı bir sevda, bütün sevdalar gibi frau Ayşe. Dedim ona, benim kocaya hani İspanya’daki, herr Erol, benimki yani sevmek köprü tanımaz bir sudur. Bakınız görünüz nasıl kaynaşacağızdır komşularla, ben öğretirim. Nayn, onlar öğretti bana, hem sanmayınız iyi şeyler. evet vardı iyi şeyler de olmamalı nankör, ama, daha çok soğuk şeyler. İnsandan üşümez insan, ben senden üşüdüm Pakize. Ama eltin öyle değil bak. Sen neden böyle çakır dikeni?”(s.72)
“Geçer bu yadırgama elbet. Taş ustası attığı kalemi alır eline yeniden. Kim bilir, olur mu ki? Gurbet nedir, düşündüm bunda. Gurbet dil midir frau Ayşe, belki dilsizliktir, bilemez ben. Ev ama, bambaşka bir dil. Herkesin evi kendi dili. Benim bu evim, misafir evciklerim nasıl ayrı iki dil, ama, anlamaz bunu benim yerli dilsizlerim.”(s.74)
Öykü boyunca, Frau Hanım’ın Cunda’da yaşadıklarını ve Cunda’ya ilişkin duygu ve düşüncelerini, komşusu Pakize’nin kendisine yaptığı kötülükleri okuruz.
“Bazen insan güzel insanlara rastlar, güzel bir kalbe, güzel bir adaya, bilinmez ne zaman nasıl olacak. Ama böyle vahalar olur çölde bile. Bilemeyiz ömrümüz hangi bahçeyi, hangi kalbi armağan diye saklar. Bir dalgayla, savrulmayla çıkagelir bakarsın. Bu heves bana fazladır, bu sevgi…Cunda benim aşkımdır, ama aşktan ağır korku mu var? Herkes hep aynı hayatı yaşıyor da ben niye böyle oldum? Bunu belki Pakize bilir. Sırtımdan denize itiyor beni yerliler sanki. Bazı sözler, şarkılar içinde başka insanı uyandırır, acaba onların şarkıları mı fena?”(s.77)
Her türlü olumsuzluğu ve sorunu yapıcı yaklaşımlarıyla ve çözüm üretme çabasıyla aşmaya çalışır frau Hanım. Yaşadığı olumsuzlukları giderdiğini düşündüğü Cunda sevgisi frau Hanım’ın komşusu Pakize ile sorunlarını aşabilmesi için yeterli olmaz.
Leyla Ruhan Okyay’ın “Bu Son” adlı öyküsü, Zehra Hanım’ın kocası Kenan Bey’in yaşadığı kalp rahatsızlığı nedeniyle hastaneye gidip muayene olması ve muayene sonrasında gelişen olaylar üzerine şekilleniyor.
Eşi Zehra Hanım’ın hastaneye taksiyle gidip hastaneden taksiyle dönmesi yönündeki uyarısını dinlemeyen Kenan Bey, hastane çıkışında karşılaştığı delikanlıyla sohbet eder.
“Kenan Bey, ’Kalbim tekliyor yavrum, kalbim!’ dediğinde, kendime geldim.’ Kalbiniz mi?!’
‘Doktor anjiyo istedi bugün, randevu aldım yaptıracağım, ’dedi.
‘Durağa geldiğimde kimsecikler yoktu, Korktum. Şimdi dedim, bana bir şey olsa, kim yardım eder ki? Ölür kalırım buralarda! Sizi görünce, işte bu temiz yüzlü kara oğlan yardım eder dedim, rahatladım.’ “ (s.82)
Zehra Hanım’ın eşi Kenan Bey’e ilişkin kaygılarının anlatıldığı bölümlerle, Kenan Bey’in durakta karşılaştığı delikanlıyla sohbetinin birbirini takip ettiği bir anlatımla devam eder öykü. Öyküde, yaşama sevinci olan dar gelirli iki yaşlının insani kaygıları ile yaşama bağlılıkları bir arada anlatılır.
Jale Sancak ,”Sevgili Hayat Beni Bırakma” adlı öyküsünde, bazı geceler aynı duraktan bindiği son otobüste rastladığı, zayıf, solgun, genç kemancı Ömer’le tanışıp aşk yaşayan, geçmişte cinsel istismarına uğradığı için babasını öldürme planları yapan Aslı’nın ve şarkı sözü yazarı da olan otobüs şoförü Ethem’in yaşadıklarını şiirsel bir dille anlatıyor. Kurmaca anlatıya, öyküyü tasarlayıp yazan yazar da öyküsünü kurgulama, kahramanlarını yaratma süreciyle dahil oluyor. Yazar Jale Sancak, ”Son Otobüs” adlı kitabın oluşum sürecine ilişkin yaşananları da öyküsünün kurgusuna katarak, öykü kitabının oluşmasını sağlayan fikirlerin nasıl şekillendiği hakkında okuyucuları bilgilendiriyor “Sevgili Hayat Beni Bırakma” adlı öyküsünde.
“…
Hızlandı, beş öykücüydüler bu gece, çok içilmiş, çok konuşulmuştu, edebiyat, iktidar, medya, reklam, pazar, pastadan düşen pay; şunu konuşmuşlar mıydı, yaratıcılık, dönüştürme, hayatın ve yazının farklı gerçekliği, anlatılanı yazınsal kılabilme, dil, kurgu, imgelem yolculukları…Masadan kalkmadan önce içlerinden biri önermişti, onaylamışlardı, hepsi de Son Otobüs adlı birer öykü yazacaklardı, aynı adla birbirinden farklı beş öykü, kendi dönüştürme biçimleri, kurgu ve dilleriyle, ırak yolculukların ortasında ortaklaşa bir şey gerçekleştirebilme arzusu, saatine yeniden baktı, son otobüsün kalkmasına yedi dakika vardı,…” (s.91)
Arada bir, Aslı’nın bodrum katındaki evinde buluşup sevişmekten başka paylaşımları olmayan, hayata tutunmaya çalışan Ömer ve Aslı’nın mutsuzluk içinde sürdürdükleri hayatları zaman zaman bindikleri şehir içi yolcu otobüsünün şoförü Ethem’in hayatıyla kesişir.
Ethem de kör ablasıyla birlikte yaşayan, şarkı sözleri yazan, yazdığı şarkı sözleri pek fazla beğenilmeyen biridir. O da hayatında ciddi kırılmalar yaşamaktadır. Öyküde bir yandan Ömer ve Aslı’nın yaşadıkları ilişki anlatılırken bir yandan da kahramanların iç dünyaları ve kendileriyle iç hesaplaşmalarına şahit oluruz.
“Dilsizlikti herkesin payına düşen, sıradanlaştıran dilsizlik, hepsi bu yüzden, karanlık, ıssız yollar, volan kayışlarının iniltisi, başka imgeler, tenin şehvetinden yorgun ıpıslak yağmur dönüşleri, sonra hiçbir yer…”(s.96)
Jale Sancak’ın öyküsü, öykünün kahramanlarından biri olan yazarın yazı masasına oturup öyküsünü yazmaya başlamasıyla son bulur.
Mine Söğüt, “Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat” adlı öyküsünü , beş güne kadar öleceğini doktorundan öğrenen yetmiş yedi yaşındaki bir kadının doktoruna anlattıkları şeklinde kurgulamış . Öykü, ismini Fransızca bir şarkıdan alıyor. Yetmiş yedi yaşındaki kahramanımız, öyküde, yer yer Fransızca şarkı sözleri, yer yer Türkçe şarkı sözleri paylaşıyor kendisine beş günlük ömrü kaldığını belirten doktorla. Öykünün kahramanı yaşlı kadın, sohbet ettiği doktora, her seferinde sayılarını karıştırdığı, bildiği şarkılardan söz ediyor.
“Doktorcuğum, limon ağacı nasıldır bilir misin? Şahane bir ağaçtır. Ve limon çiçekleri muhteşemdir ama gel gör ki, meyvesini dilin damağın kamaşmadan yiyemezsin. Aşk da öyledir çocuğum doktorcuğum. Şarkıdaki gibidir.
Ah hadi söyle bana, ölünce içimdeki şarkılara ne olacak benim? Onca şarkı, onca melodi, onca ritim? Diyelim ki yarın ben öldüm, şarkılar da ölür mü benle? Yapma doktor, bir şarkı hiç ölür mü? Hele altı yüz on üç şarkı birden, sırf ben öldüm diye, hep birlikte nasıl ölsünler kuzum. Çok saçma!(s.102)
Mine Söğüt, şarkıların toplumun hafızası olmasından yola çıkarak, hafızasını yitirmiş bir yaşlı kadının dilinden, ülkemizdeki gençlerin öldürülmesine sert bir eleştiride bulunuyor. Yaşlı kadın, öyküde, bildiği şarkılar dışında; işkence edilerek, yakılarak, asılarak, vurularak öldürülen gençlerden bahsediyor. Mine Söğüt’ün öyküsü, kitaptaki diğer öykülere göre en sert anlatıma sahip olan öykü.
Öykünün ilerleyen satırlarında, yaşlı kadının yirmi yaşındaki oğlunun Sivas Katliamı’ nda yakılarak öldürüldüğünü öğreniyoruz.
“Sahi İnsan ölünce içindeki şarkılara ne oluyor, sen bilirsin? Ölüden avucuna hiç şarkı döküldü mü daha önce? Küçük oğlum öldüğünde, avuç avuç ninni döküldü avucuma. Bir zamanlar ona söylediğim ninniler, Balkan ninnileri, Rus ninnileri, Afrikalı annelerin ninnileri, Çinli kadınların ninnileri, okyanusta küçücük bir adada bir annenin çocuğuna söylediği ninni bile vardı dökülenler arasında. Ah doktorcuğum, Allah kimseye evlat acısı vermesin. O ninniler nasıl insanın içini acıtıyor bilemezsin. Benden de çıkarsa al o ninnileri olur mu, sakın atma. Gün olur kullanırsın. Sen de çocuğuna söylersin. Benden sana bir nasihat, çocuklarının içini ne yap et şarkılarla doldur, olur mu doktorcuğum. Bak benim içimde kaç bin tane şarkı birikmiş. Ne güzel değil mi? Binlerce dilden, binlerce şarkı.”(s.106)
Öykünün kahramanı yaşlı kadın, ölen bütün gençleri çocuğu olarak gören biri ve çocuklarını politik, sosyolojik nedenlerle genç yaşta kaybetmiş tüm anneleri simgeliyor. Öykü yaşlı kadının doktora vasiyeti niteliğindeki istekleriyle devam ediyor ve dramatik bir şekilde sonlanıyor.
“…ablam niye astı kendini ümitsizlik ne hallere koyuyor insanı bak ölmeseydi de sana gelse yaşatırlar mıydı verirken vurmadınız mı sırtına bağlamadınız mı beline kuşakları mavi kırmızı bana bak kız yüz üstü giriyorsun bu eve sırt üstü çıkacaksın demediniz mi sırt üstü çıktı o da ama dimdik ayakta asıldığı gibi tavandan öyle mağrur anlayamazsınız anlasaydınız vermezdiniz ter-ü tazeyken elin davarına…” (s.112)
Ablasının intiharı sonrası yaşadığı üzüntü ve öfkeyle, eniştesini öldürme yemini ederek devam eder hayatına kahraman anlatıcı.
Feryal Tilmaç, ”Kemer” adlı öyküsünde yazım ve noktalama kurallarına uymayarak öyküsünü farklı biçimde oluşturmuş . Yazar, öyküsünde, öykünün ilk harfi dışında büyük harf kullanmamış. Feryal Tilmaç’ın öyküsünde, noktalama işareti de yok. Öyküde anlamsal bütünlük cümleler düzeyinde sağlanıyor. Bu nedenle öykü dikkatle ve özenle okunmalı.
Ankara’da yaşayan kahraman anlatıcı, hem otuz yedi yıldır yaşadığı Ankara’yı hem şehirden gitme isteğini hem de şehirden gidememeyi anlatıyor şiirsel bir dille. İçinde kendisinden başka yolcu olmayan bir otobüsle Ankara’dan gitme hayali kuruyor öykünün kahramanı. Öyküyü okudukça, geçmişten bu güne kahramanın içinde yaşattığı kanıksanmış bir gitme isteği olduğunu anlıyoruz bu isteğin.
“Bir durmak kentidir oysa Ankara. Hiç büyümemiş olanların, büyümekten kaçınanların bildiği gibi. Benzersiz olmak isteyenin koştuğu, kaçtığı gibi.” (s.120)
“…Gidilen her yer Baudelaire’e inat, dünyanın içinde bir yerde ve insanların elinde olduktan sonra. Bizim gibilere ancak cennete bir bilet gerek.” (s.120)
“Ankara…Çok eski bir kalmak kenti, hatta kalmanın ,dona kalmanın kenti. Amma içinde atmakta hala bir şair yüreği. Ol şair kendinin olmadığı her otobüsü aldanmış sayar, sayar hüzünlü yolcularını. Her yolcu ol şairin yokluğundan haberdar ve bedbaht, ümitsiz.” Çağırdık gelmedi, gelse idi… Ne güneşler, ne hayatlar ne yeşil yapraklı dallar.”(s.120)
Öykünün kahramanı, gitmekle kalmak arasında gider gelir öykü boyunca. Öykünün en başında sormuştur asıl soruyu zaten: ”Nedir bir şehir? Kalmak-gitmek?”(s.117)
Yasemin Yazıcı, ”Son Otobüsle Dönersin” adlı öyküsünde, hiçbirimizin yabancısı olmadığı yaşamları ustaca ve özgün bir tarzda anlatıyor biz okuyuculara. Düzenli bir işi olmayan alkolik kocasını ve iki kızını geçindirebilmek için ev temizliğine giden, çocuklarının mutluluğu için kocasının eziyetlerine katlanan Zehra’nın, kızları Nazan ve Bahar’ın öyküsünü anlatıyor bizlere Yasemin Yazıcı. Nazan’ın bir otobüs garajında, evinden iki saat uzaklıktaki annesinin evinden kendi evine dönmek üzere otobüse binmesiyle başlar öykü. Öyküyü okudukça, annesinin kendisini arayıp evine çağırması üzerine yola koyulduğunu öğreniriz Nazan’ın. Öykünün ilerleyen satırlarında, annelerine şiddet uygulayan alkolik babasının cinsel tacizlerine maruz kalan Bahar’ın denize atlayarak intihar ettiğini, Nazan’ın yaşadığı olumsuzluklardan kurtulabilmek için kocaya kaçtığını Nazan’ın aklından geçenlerden öğreniriz.
“İki kadın. Biri genç öteki yaşlı. Çekyatta oturuyorlar hala. Kadın kızının yüzüne bakıyor. Artık hepsini görmek istiyor onun yüzünde. Kendi çocukluğundan denize atlayan Baharın yüzüne, kendi annesinden görmediği torunlarının yüzüne… Her şeyi görmek istiyor. Artık görmek istiyor. Yıllarca yumdu gözlerini. Çocukları kayboluncaya kadar yummuştu gözlerini.
Şimdi görüyor.
İki küçük kızın ağlaş gözlerine gizlenmiş acıyı görüyor.”(s.132)
Nazan anne ve babasının kaldıkları eve varınca, annesinden kendisini neden çağırdığını öğrenir ve annesinin yanında bir süre kaldıktan sonra annesinin de isteğiyle son otobüsle evine döner.
“Kız türlü kırgınlığına karşın, titreyen elleriyle annesinin elbisesinin yakasını sıyırıyor. Boynunda farklı zamanlardan çürük lekeleri… Annesi ellerini öpüyor Nazan’ın.’ Anne,’ diyebiliyor yalnızca, ağlamaklı. Sarılıyorlar. Yaşadıklarının acımasız kokusunu soluklanıyorlar. Kız fısıldıyor tedirgin. ’Bak anne, benim gitmem gerek…Ya şimdi uyanırsa…Benim de çocuklarım var anne…Gitmem gerek…Hem…
Zehra usul usul özlemle saçlarını okşuyor Nazan’ın.
‘Artık, bitti…Korkma’ diyor.” (s.134)
Reyhan Yıldırım, ”Tüm Yutulanlara” adlı öyküsünde, Kaya adlı bir kuklacının geçmiş yaşantılarının bugününe yansımalarını Kaya’nın anlatımıyla aktarıyor bizlere.
Kendi yaptığı Ruhi Baba adlı kuklayla, öyküde ismi belirtilmeyen bir şehirde kukla gösterisi yapıp para kazanan Kaya’nın yaşam, ölüm, tanrı gibi hayata dair pek çok kavram ve meseleyi gösteri yaptığı kuklasıyla sorgulamasına şahit oluruz. Öykünün sonraki satırlarında, bu sorgulamaların nedeninin Kaya’nın eşini ve çocuğunu bir otobüs terminalinden uğurlamasının ardından yaşanan depremden sonra, terminalden kalkan son otobüsle gittiği yerde öldüklerini öğrendiği eşi ve çocuğundan kaynaklı bir travma olduğunu öğreniriz
“İşte o an, izleyenlerinin yüzüne yerleşen saf neşeyi gördü, Kaya. Uyduruk bir sokak oyununda bile yalan dinlemeye duydukları çocuksu ihtiyaçlarını fark etti. Nasıl da bağlılar yaşama! Tüm kayıplardan artakalan boşluğu dolduran bu şey, her neyse, belki de üzerinde düşünmeye değer!
O son otobüsle çıktığı yolda bulduğu boşluk, terminalde kalan o son anın anısı…Bütün bunlarla sorunlu ilişkisini de düşünürsek…Acaba hayat insana, bu şeye rağmen ,intihar kadar yakın mı?”(s.142)
Kaya, yaşadıklarından sonra, her gece, eşini ve çocuğunu ölüme uğurladığı otogara gidip bir süre otogarda zaman geçirir ve evine döner.
“Ortadan yarılan binaların üst katlarından uçan çocuklar, koca karanlık bir ağız gibi açılan toprağa yağmıştı da, sonra suçunu örtbas etmişti ya Tanrı; yutulandan geriye bir şey kalmamıştı. Hep aynı! Bir unutsa Kaya, son otobüse yetişebildiği o anı ve sonrasını. Anılarda kalan kahkahaların bilinmeyen adresine doğru yola çıkmak için geldiği otogardan evine dönecek.Yenilerek!(s.145)
“Umut ederek, ne ki kaygılı bir yolculuğu çıkacakmış gibi. Henüz son bulan yaşamlarından yara alınmamış, sevilenlerin olduğu o son anları anımsamak için mi hepsi, gerçekten?”(s.146)
Kaya, kuklası Ruhi Baba’yla, gün içinde yaptığı kukla gösterilerinden kazandığı paralarla otogara gitme ritüelini sürdürür ve yaşama dair pek çok şeyi kendi kendine sorgulamaya yaşadığı travmanın yaralarını sarana kadar devam eder.
Şükran Yücel’in “Kuzimo “ adlı öyküsü, Radyodaki “Öğle Üzeri” adlı programını dinleyip Kara Tahta köyünden kendisine yazdığı mektuplarla tanıdığı Meryem Nur’un mektuplarında anlattıklarından yola çıkarak öyküsünü kurguladığını belirten bir yazarın yazdığı bir öykü.
Kara Tahta köyünde, ailesiyle yaşayan Meryem’in bir kız çocuğu olarak verdiği var olma mücadelesini anlatıyor kahraman yazarımızın kurguladığı öykü. Öykünün ismi, Meryem’in kuzusuna verdiği isim olan “Kuzimo” dan geliyor.
Beş çocuklu bir çiftçi ailesinin ikinci çocuğu olarak doğar Meryem. Ablası Şükran küçük yaşta zatürreden ölür. Meryem’in Ali, Ahmet ve Kadir adlı üç erkek kardeşi olur. Üç küçük kardeşine bakmak zorunda kalan Meryem, beşinci sınıfı bitirdikten sonra ailesince okula gönderilmez. Kendini kardeşlerine adayan Meryem, çok zeki olan kardeşi Kadir’i okutmayı hayatının amacı haline getirir. Ali ve Ahmet orta okulu bitirdikten sonra okumayıp çobanlık yapmaya başlarlar. Meryem, orta okulu bitirdikten sonra liseyi okumaya başlayan Kadir’in velisi olur. Kadir liseyi okurken , ilkokulu okuduktan sonra okutulmayan Meryem, orta okulu dışardan okumaya heveslenir. Bu girişiminde, orta okulda görevli olan Şahin adlı bir memur kendisine yardım etmeye çalışır. Ailesi ve kardeşleri, Meryem’in okumasına karşı çıkarlar. Meryem, liseyi bitirdikten sonra Ankara’da, bir tıp fakültesini kazanan kardeşi Kadir’e adar kendini tamamen ve geleceğe ilişkin hayallerini unutmak zorunda kalır.
Bu arada Meryem’in çobanlık yapan kardeşlerinden Ahmet ve ardından Ali evlenip evden ayrılırlar. Kardeşi Kadir tıp, fakültesini bitirdikten sonra kendine Ankara’da bir hayat kurar. Meryem, evde bir yandan anne ve babasıyla ilgilenip, bir yandan defterlerine duygu ve düşüncelerini yazar. Anlatıcı yazarın kurguladığı öykünün sonunda, yazar öyküsünü nasıl kurguladığını ifade eder.
“Zaten Şahin diye biri hiç olmamıştı. Bu öyküdeki bir çok şey benim yakıştırmamdı. Doğmamış erkek kardeşlerini de ben ekledim onun hayatına. Hayırsız Kadir de hayal ürünü anlayacağınız. Gerçekte bir evin bir kızıydı Meryem Nur. Ablası Şükran üç günlükken ölmüştü. Meryem Nur’un yazarlık hayali, defterler dolusu şiirleri ve mektupları gerçek.Bir de kitaplığımdaki el emeği göz nuru mekik oyası onun eseri.” (s.159)
Şükran Yücel’in “Kuzimo” adlı öyküsü tam bitti derken öykünün sonuna eklenmiş “Önemli Bir Not “ başlıklı notta, öykünün yazılışına ilişkin bir açıklamada daha bulunuyor öykünün kurmacaya dahil yazarı ve öykü son buluyor.
On dört kadın yazarın kaleme aldıkları , birbirinden özgün ve etkileyici on dört öyküyle oluşturdukları “Son Otobüs “ adlı kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.
“Son Otobüs”ü kaçırmamanız dileklerimle…