Yeni çıkan eserler hakkında yazılan tanıtım yazıları ve sosyal medya paylaşımları sayesinde yazarların ekstra okur bulması bir bakıma sevindirici. Yazar bu yollarla okur sayısını, eser muhatabını ve yayıncı ise müşterisini arttırıyor. Bu konuda özellikle usta isimlerin sosyal medyadaki paylaşımlarının okur nezdindeki karşılığı küçümsenemez. İlaveten kitap, nitelik hususunda genel kabul gören gözde bir yayınevinden de çıkmışsa ilgilisi ya koştur koştur kitapçıya gider alır ya da internetten sepetine ekler. Burada çok büyük bir avantajdan da söz edilebilir: Eser, bir beklentinin ürünü olarak beğenilmek üzere okunmaya başlanacaktır. Şüphesiz bu durum eserin kaderine de olumlu anlamda tesir edecektir. Mesela vasatı yakalamış fakat eksikleri var ise de geçer not alır ve buna kimsenin itirazı olmaz. Peki, eser, vasatın altındaysa ve eksiği fazlası çok ise yine geçer not verilebilir mi?
İşte, tam da bu noktada Ekim ayında Dergâh’ın okurlarına sunduğu Şenler Yıldız’a ait Mısır Tarlasında Bir Eksik adlı –ilk- hikâye kitabına dair bir şeyler söylemeye başlayabiliriz. Yazar hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Yalnızca, kadın dergilerinde editörlük yaptığını ve Ankara’da yaşadığını biliyoruz. Girizgâhtan da anlaşılacağı üzere söz konusu eserin elimize ulaşması benzer yollarla gerçekleşti. Hardal sarısıyla gayet alımlı bir kapak tasarlanmış. Toplamda 37 öykü, 134 sayfadan oluşuyor.
“Herkesin Yaptığı Şeyleri mi Yapmalıyım Löbre?“ adlı ilk hikâyeyle başlayalım:
“Lükens ayaklı bir sehpaya ayaklarımı uzatamayacak kadar Fransız ekolünden yetişmiş bir Lübnanlı gibi davranarak… Her şeyimi sana vakfedemem, haram, anca üçte biri. Gülümsedi, sen öyle zannet, der gibiydi. Beni en az beyni yıkanmış bir Mançuryalı kadar uyanık bulduğuna emindim. (s.10) Tadil-i erkâna uymuyorsun…. A harfinden abaküs, k harfinden kalimero –aslında c ile yazılsa da ana dilim belli-, p harfinden Plüton, ş harfinden şiir, l harfine de şiir yazardım çünkü bildiklerim hep lirikti, z harfinden Zahidem türküsü mesela. Bildiklerimi yazmaya karar verdim. (s.11) Kendi kendime karşı allak bullak, nasıl desem üç kıtaya karşı bir Afrika, annesi tarafından kıyıda unutulmuş bir fok balığı kadar hareketsiz ve çaresizdim. (s. 12)
Henüz ilk hikâyede karşılaştığımız bu örnekler, yaklaşık on sene evvel popüler olan Afili Filintalar adlı blog sayfasında tanımaya başladığımız (kendi adımıza) Murat Menteş, Emrah Serbes, Alper Canıgüz, Ah Muhsin Ünlü gibi isimlerin yazdıklarını hatırlattı. Özellikle Murat Menteş’in sıkça başvurduğu, zamanında zirveye çıkarıp terk ettiği ve artık tüketim ürünlerine malzeme olmuş bu söylemlerin 2020 yılında bu hikâyelerde tekrar kullanılmasının edebiyatımıza ne gibi bir getirisi olabilir? Üstelik kitabın bütününde aynı numara sürekli tekrar ediliyor:
“Hayatın virajlarını Kielowski filmlerindeki Fiat 126’lar gibi savrularak alıyordum da, yazarken şu sapağı atlasam mı gibi büyük bir karar alacaktım sanki. (s. 18) Bir ara beni Jüpiter sananlar oldu, gazla direnecek bir bünye olduğumu nereden çıkarttılarsa… Ahtapotun bile üç kalbi var, benimkinin üstünde de bir kalp olsa çok mu? (s.20) ‘Oğlum duymaz ki, babası da bizi terk etti’ dedi… Hem hayatta vefa yoktu, Sallinger’ın sevdiği kız bile, o İkinci Dünya Savaşı’ında ordudayken onu bırakıp Chaplin’le yuva kurmuştu. (s.21) Ispanaklı börek sevecek kadar yetişkin olmadık hiç, dedim. Hayatımdaki hiçbir şeyi hazır bulmadım, dedin. Overlok makinesi benim de hiç ayağıma gelmedi, dedim. (s.120)
Hayatın Yugoslav faulü yaparak geçti, oysaki Fatiha suresi okunurken hep senin yerine de âmin diyorum. Al işte en zayıf yerime çalışıyordu muhterem… (s.11) Zir ü zeber hâlimle görünmek istemedim, ben bu hâllerdeyken seni uyku tutuyor muydu, kable’l-vuku değil miydi?” (s. 130) Berat gecesinde kıyama geçip tam da imama uyacakken o mesajı yazdım: Beratımı ver lütfen, ben yapamayacağım. Artık senin Viyana kapılarını yumruklasam bile nafile, doğu kapısının bahsini etmiyorum bile. (s. 131)
Bu ifadeler sosyal medyada çoktan eskitilmemiş miydi? Evet, şüphesiz her insanın söyleyecek, anlatacak bir şeyleri vardır ve herkesin hikâyesi kendi içinde birbirinden değerlidir. Ancak anlatılanların edebi tür olarak öyküye ya da hikâyeye dönüşmesi bir dezavantajı beraberinde getirebiliyor.
Öte yandan göstermekten çok söylemeye dayalı bir anlatım tercih edilişinden kaynaklanan olumsuzluklar da söz konusu:
“Wimbeldion Tenis Turnuvası’nda Steffi Graf set kaybedince üzülen, televizyonu açacağı zaman bozulan, tamiri için esmaülhüsnayı ezberleme şartı koşulan, walkmanın pili kaset dinlerken biten, abisinin bisikletini düşürdüğü için hurdaya çıkan, tavuğu Bayan Topesto’yu sokağın horozundan korumaya çalışan, bayramlık elbisesinin etekleri giyer giymez zift olan, ölmüş kelebeklere mezar yapıp başlarına ayçiçeği konduran… (s. 32) Wirginia Woolf isimli yazar, kitaplarının çoğunu ayakta yazmıştır. Eğer ben de bir gün bir şeyler yazarsam, balkonda uzanırken yazardım.” (s.35)
Ayrıca, gelecek zaman ekiyle istek bildiren bir yargının (yazarsam) ana unsur olduğu bir cümle, gelecek zaman ekli bir yargı (yazardım) yüklemiyle bitmiş olmamalıydı. Dolayısıyla burada dil bağlamında bir zaman kayması söz konusu olmuş oluyor. Diğer yandan ise artık bit pazarlarında bile satılmayan pilli walkmanın nostaljik bir öğe olarak kullanılması anlam açısından bir zaman aşımı yaratmaktadır diyebiliriz.
Yazı, neticeye yaklaşırken bir hikâye üzerinden meramımızı daha net ifade etmek yerinde olacaktır. “Yere Düşen Kurdeleler” başlığı altındaki hikâyede altını çizdiğimiz şu cümleler;
“Aile albümünde biri vardı, kafası olmayan. Babam tüm fotoğraflardan itinasız oymuştu onu. Bahsi geçmezdi, bir kere birileri demişti de, babam döver biçer sesiyle konuşan bir kurt adama dönüşmüştü. Bazı şeyler sessizce kabul edilirdi. Bu ailenin itaat biçimi. Eğer sınır ihlali yapılacak olursa, gün öyle birdenbire biterdi, ekran birdenbire kararırdı, kapanış konuşması, İstiklal Marşı çalınmadan.” (40.s)
Yazara dair iyi şeyler de söylememize yeter, diyecekken (kapanış konuşması, İstiklal Marşı çalınmadan ifadeleri hariç) bizi yanıltmayı yine başarıyor. Neden? Çünkü asıl üzerinde durduğumuz ve etrafı örülemiyor dediğimiz mesele şöyle: Tam bir şeyler oluyor derken diğer hikâyelerde gördüğümüz aynı numaralar çıkıyor karşımıza:
“Çocukluğumda izlediğim Anne Frank’i ve Kızıl Kmerleri anlatan Ölüm Tarlaları’nı hiç unutmadım. Benim için erken dönem filmlerdi. Zeze’ye ise geç kalmıştım, anca lisede elime geçmişti. Masallara inanmaya her zaman açtık. Hayatımızın bir döneminde Van canavarına bile inandırılmıştık… Düğün salonunun pasta dağıtılırken unutulmuşum gibi tuhaf bir burukluk vardı her daim üzerimde.” (41.s)
Hem “bilgi” yalnızca kelime oyunlarıyla aktarılıyor hem de hikâyeye ne gibi hizmeti olduğu kestirilebilen ayrıntılar veriliyor. Bunlar ne atmosfere, mekâna, kahramana ne de olaya ya da duruma hizmet etmiyorsa eğer hikâye adına yükten başka nedir? Kelime ya da cümle tasarrufu gözetilmedikçe, bağlamların nereye varacağı hesap edilmedikçe başka ne bekleyebiliriz hikâyeden? Hâlbuki hikâye de en az şiir kadar çağrışımlarla anlamı gizlemelidir. Hâl böyle olunca masa başı ürünlerine dönüşüyor yazılanlar. Ne yazık ki herhangi bir derinlik de kazanamıyor.
Şayet bütün bu altını çizdiğimiz şeyler ironik anlatım hedeflenerek yapılmak istenmişse de kötü. Çünkü ironi, anlamı geciktirmenin bir aracıdır ve başarısız olduğu takdirde garabete yol açar. Burada da ironi enflasyonundan söz etmenin yolu açılacaktır.
Son olarak Mısır Tarlasında Bir Eksik, ilk bakışta ağırbaşlı görünümüyle nitelikli yazılar barındırdığına, sosyal medyada çeşitli övgülerle tanıtıldığına ve hassaten Dergâh gibi bir yayınevinden çıkmasıyla kendisini gösteren bütün işaretlerin toplamında dahi ne yazık ki hikâyelerin aynı oranda başarılı olmadığının üzerini örtememiş.
Yazarın, “Ayaklarım Büyüyor” hikâyesinde yer alan “Ben kelimelerin hep aynı yerinden tutamıyorum ne yazık ki.” sözünü doğrulamak isterdik. Yani beğenmek üzere aldığımız kitaptaki bütün hikâyelerde kelimelerin hep aynı yerinden tuttuğunu görmek istemezdik.
Dar uzun tamamen bahçeli evlerle dolu ve kapı önleri sıralı ağaçlarla süslü bir sokağın orta kısımlarındaki mütevazi bir evin küçük kızıydım. İlkokul çağlarında yaz tatillerinde il dışından sevdiklerim geleceği zaman günler öncesinden heyecanla yollarını gözlemeye başlardım. Bütün gün mahallede oyun oynar, bisiklet sürer ya da daha bir çok etkinlik içine düşerdim. Ancak sevdiklerim gelecek diye o sınırdan uzaklaşamaz ve hep sokağın başını gözetlerdim ya gelirlerse diye. Mısır tarlasında bir eksik bana o küçük kızı anımsattı. Sanki o küçük kız o misafirleri beklemek için duvarın tepesine oturmuş, evini arkasına almış ve başlamış beklemeye. Beklerken yaz bitmiş, sonbahar geçmiş, kış gelmiş derken sanki asırlar geçmiş. Ha geldiler ha gelecekler diye beklerken hevesleri heyecanları bir bir savrulmuş rüzgarda ve beklenen gelmemiş. Küçük kızsa zamanda savrulup duruyor kendine yer bulamıyor… Kitabı elime aldığımda kapak resminin hissettirdikleri ile kitabı kapattığımdaki hislerim aynı yolda buluştu. Benzetmelerin yoğunluğu biraz fazla gelse de kitabın içine dalıp o küçük kızı bulunduğu hüzünlü girdaptan kurtarmak isteğim çok gerçekçiydi. Yazarımız Şenler Yıldız’ın eline, emeğine, yüreğine sağlık.