ZAMAN TÜNELİNDE YOLUNU KAYBEDEN BİR ŞAİR: MERTCAN KARACAN
Melih Yıldız: Son dönemde nitelik yönünden çok fazla eleştirilse de şiir yazan çok fazla gençle karşılaşıyoruz. Tabii bu durum nitelikli ve ileride kalıcı olabilecek genç şairleri de etkiliyor. Böylece edebiyatseverler yeni yazılan şiirleri görmezden gelip, hepimizin hayranlık duyduğu ustaların şiirlerinden kopamıyor. Ama sizin şiirlerinizi okuyunca belli bir niteliğe sahip olduğunu görüyoruz. Peki, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Şiirlerinizi kitaplaştırma sürecinde herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı?
Mertcan Karacan: Aslında, evet. “Şiir yazan çok fazla gençle karşılaşıyoruz” demekle çok haklısınız. Bu çok doğru. Ki zaten edebiyat tarihimizi, hatta ve hatta dünya edebiyat tarihini incelediğimizde, hiç tereddütsüz her dönemde, bu kalabalığı görebilmemiz mümkün. Bu biraz da insanoğlunun şiire sığınma öyküsü gibi geliyor bana. Herkes bir şeyler yazıp var olmak istiyor. Acısını, sancısını sağaltmak için şiiri bir araç haline getiriyor. Okuyanların gönlüne, yüreğine, kendi yüreklerinden akıttıkları irinlerle varmak istiyorlar ki doğrusu bu durum çok çok etik dışı bir şey. Şiir bunu asla kabul etmez, etmedi de. Şair kişi öncelikle, bir acıyı seyretmektense onu yaşamayı yeğleyendir. Yaşadığı dönemin, yaşadığı toplumun her bir değeri için, her bir acısı için ses olandır, gövde olandır. Yoksa geceden yazdıklarına gün ışığında şiir diyen hiçbir zihniyet, ne edebiyat ne de toplum bağlamında bir yarar sağlayamaz. O kişi yalnızca kendi duygularının sözcüsüdür. Kendi duygularıyla yalnızca kendine vardır. Şiirse evrensel olabildiği kadar güzeldir. Çare olabildiğince güzeldir. Siz sanıyor musunuz ki İkinci Yeni kuşağı boyunca yalnızca Ece Ayhanlar, işte ne bileyim Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar yazdı? Bunu diyebilmemiz mümkün müdür? Elbette ki hayır! Az önce de belirttiğim gibi, o yıllarda da vardı bu kalabalık, bugün de var. Bu isimler yalnızca eleğin üstünde kalanlardır. Köşetaşı şairlerdir. Dolayısıyla bugünkü bu baş dönmesi, böylesine olanaklı bir çağda edebiyatseverleri etkilememelidir. Okuyucu da, yazar da, hatta ve hatta yeni yeni yazmaya başlayan bir yazar adayı da tıpkı bir arı gibi, balını bütün çiçeklere uğrayıp öyle yapmalıdır. Usta şairler bir çınar ağacı edasıyla bahçemizde zaten varlar; burada bizlere düşen, kendi kültür zenginliğimiz için fidanları da tohumları da ihtiyaçlarınca sulamaktır. Okumaktan asla zarar gelmez. Nitelik açısından benim için söylediklerinize gelince de, ben bunun için ancak teşekkür edebilirim. Kararı sizler gibi, beni okuyanlar verecektir. Her bir yorumun başım üstünde yeri var. Sonuçta bir doğu türküsünde de söylendiği üzere, “Kes başımı kanım aksın/ Kadir bilene doğru”. Ben bunun için yazıyorum. Bir şeylerin kadrini bilmek ve gücümün yettiğince bildirebilmek için… Şiirlerimi kitaplaştırma sürecinde zorluk çektim mi? Evet, çektim. Yayınevlerinden aldığım cevaplarda, genç şairlere yönelik tüm bu ön yargılar net bir biçimde görülüyordu. Fakat başta Sunay (Akın) hocam olmak üzere, büyük bir kesimin desteğiyle, çok geçmedi ve “Aranızda ben de varım” diyebildim.
Melih Yıldız: Kitabın arka kapağında Sunay Akın’ın sizinle ilgili söylemiş olduğu çok güzel sözler dikkatimi çekiyor. Hatta sizi Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur gibi ustaların yol arkadaşı olarak görüyor. Çocukluğu, erken yaşta kaybettiğimiz bu ustalarımız gibi Batı Karadeniz’de geçen bir şaire, bu sözler neler hissettiriyor?
Mertcan Karacan: Ben masallarla, destanlarla ya da sıradışı öykülerle, mitlerle yaş almış bir çocukluk yaşamadım. Kendimce hayaller kurduğum zamanların haricinde de gerçek hayattan asla kopmazdım. Üstün güçleri olan karakterler hiçbir zaman çekmedi beni. Bu yüzden de bugün, “Sunay Akın benim için çocukluğumun kahramanıydı” desem yeridir. Ki işin garip yani, bu halen daha böyledir. İlkokul hayatım boyunca kitap okumaktan nefret eden ben; sonraları onun şiirlerini, öykülerini okuyarak uyudum. Radyoda veya televizyonda sesini mi duydum, hemen bütün evi susturur, pürdikkat ona odaklanırdım. Futbolculara, şarkıcılara falan da hayran oldum elbette. Ama edebiyat dendi mi, Sunay Akın ve Cemal Süreya, benim için deryaydı. Dedim ya, önceleri kitap okumaktan nefret eden ben, onlarla birlikte yavaş yavaş yeni bir dünyaya adım attığımı hissediyordum. Aslında işin bir de garip yanı var. Ne zaman ki şiire adım attım, sevdiğim bu ikiliyi biraz da kıskanmaya başladım. Ama nasıl da çocuksu kıskanmak! İmrenmek desek daha doğru sanki. Çünkü herkesin de bildiği gibi Cemal Süreya, Sunay Akın için onurlandırıcı yazılar kaleme almıştır. Sunay Akın’ın şiir kitaplarından okuyabiliriz onları. İçimden hep “Acaba,” derdim, “acaba bu büyük ustalar beni de yanlarına alırlar mı?” Çok çalıştım bunun için, çok okudum, çok yazdım. Ve nihayet, Şehir Dergisi’nin 103. sayısında da anlattım bu hikayeyi, Sunay hocamla tanıştım. Hiç unutmuyorum, tarih 20 Ağustos 2015’ti. Sonra günler geçti derken, bu tanışma hikayemizden çok çok sonra bir gün, Sunay hocamın Görçek adlı tek kişilik oyununa gittim. Öncesinde kendisine hazır bir şiir dosyamın olduğunu söylemiştim. Hatta büyük bir cesaretle “Kitabımın ismini siz koyabilir misiniz hocam” bile demiştim. Baksanıza cesarete! Kabul etmişti ama o bir şey söylemeden daha da ağzımı açmaya korkuyordum. Ama o gün, oyundan sonra sohbet ederken, ömrüm boyunca unutamayacağım bir cümleyle karşılaştım. “Ustam bana nasıl zar attıysa, ben de senin için atacağım” dedi bana. O gün oradan çıkıp yatağıma kadar bir bulut üstünde taşındım sanki! Sunay Akın, koskoca Sunay Akın, çocukluğumun kahramanı, kitabım için bir şeyler yazacaktı! Olur şey mi? Ama oldu! Hem de takvimler 30 Ağustos 2016’yı gösterirken oldu bu! Yazı bana mail olarak geldiğinde, takvimler 30 Ağustos’u gösteriyordu. Saat çok geç olduğu için arayamadım, ama hemen bir ileti yazdım hocama. Bana aynı günde iki defa “Zafer Bayramı” yaşattığı için defalarca kez teşekkür ettim kendisine. Doğru, yazısında beni Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun yoldaşı saydı. Bu benim için, ömrüm boyunca boynumda taşıyacağım büyük bir onur, büyük bir gurur olarak kalacaktır.
Melih Yıldız: Kitabınızda, ‘’Lia’ya Mektuplar’’ adlı nesir şeklinde yazılmış bir şiir dizisi var. Bu şiir dizisinde görüyoruz ki nesir şeklinde de başarılı bir üslubunuz var. Mertcan Karacan’ı şiirin dışında edebiyatın diğer alanlarında da görecek miyiz?
Mertcan Karacan: Lia, benim bu kitap boyunca kadınım, kahramanım oldu. Şiirlerimi yazarken yanımda, aklımda, uykumda, kalbimde hep o vardı. Dize aralarında, yazma esnalarımda çok seslendim ona. Adıyla da çağırdım, sesiyle de. Zaten okuyanlar kitapta bunu fazlasıyla hissedecek, görecektir. Sonra sonra baktım ki Lia kahrımı çok çekti, ben de ona mektuplar yazma kararı aldım. Evet, bunlar aşktan çok ayrılık mektupları. ‘Var’dan çok ‘yok’un şiirleri. Ama Lia benim yine de yanımdaydı. Daima dinledi beni. Edebî açıdan bakacak olursak da üç mektuptan oluşan bu dizi, beni düzyazıya biraz daha yaklaştırdı diyebilmem, evet, mümkün. Tabii bunların haricinde bugüne kadar yazdığım öykü ve denemelerim de oldu. Yok değil. Yayımlanan, yayımlanmayan bir sürü düzyazım da var aslında arşivimde. Ama bunlar ne zaman gün yüzüne çıkacaktır, bunu bilemiyorum. Sanırım o itici gücü bekliyorum. Yine de roman yazmadan bu dünyayı terk etmek zorunda kalmak en büyük korkularımdan biri, diyebilirim.
Melih Yıldız: ‘’Bırak Kalsın Küllerimiz’’ sizin ikinci şiir kitabınız; ama daha önce yolu sizin şiirinizle kesişmemiş okurlarımız için, Mertcan Karacan’ın şiirlerini nasıl tanımlarsınız?
Melih Yıldız: Doğru olmasa da, sizin şiirleriniz gibi toplumsal konulara eğilen şiirler yazan şairlerin, belirli bir yaşa ve yaşanmışlıklara sahip olması gerektiğine dair toplumda bir beklenti var. Ama siz, genç yaşta olsanız bile bu algıları kırabilecek eserler üretmişsiniz. Peki, sizi bu tarz şiirlere yönlendiren sebep neydi?
Mertcan Karacan: Şiir, gününü gün etmez. Şairin de bu bağlamda, gelecekte geçmişi özletmesi gerektiği gibi, geçmişten ders alarak da geleceği güzelleştirmesi gerekir. Budur benim fikrim. Ve özellikle toplum eğilimli şiirler yazarken, bunu fazlasıyla gözetirim. Beni bütün bunları yazmaya iten nedir diye soracak olursak da, ben yasalardan çok şiire inanırım, kurallardan çok sanata inanırım, politikacılardan çok şairlere inanırım. Hepsi bu! Budur beni topluma iten. Sanırım bu yüzden de, ta ilk şiirlerimi yazmaya başladığım anlardan beri, Deniz Gezmişlerden tutun da çocuk gelinlere kadar, işçilerden tutun da sokak çocuklarına kadar her biri, şiirlerimdeki yerlerini almışlardır. Ki bunun için belirli bir yaşa ya da ne bileyim yoğun mu yoğun bir yaşanmışlığa da gerek duymadım! Yüreğim sızlıyor mu, işte bu yetiyor bana! Yıllar önce yazdığım bir şiirimde de vurguladığım gibi, “devletin yalancısıyım on yediyse yaşım/ kim bilir kaç çocuk/ babasıyla aynı yaşta”.
Melih Yıldız: Mertcan Karacan’a göre iyi bir şiirin ne gibi özellikleri olmalıdır? Bunu sizin şiirlerinizde de görebiliyor muyuz?
Mertcan Karacan: Şiir, yazıldığı dile sakız çiğnetir, çenesini geliştirir onun. Bu yüzdendir ki nitelikli bir şiirin yazılabilmesi için, şairinin öncelikle, kendi diline, kendi dilinin sözcüklerine hâkim olması gerekir. Ve ardından, onu edebiyatın diğer türlerinden ayıracak olan tüm özellikler, şiirin bünyesinde var olmalıdır. Az sözcükle çok anlam yaratabilmek, onu nasıl düzyazı türlerinden uzaklaştırıyorsa, kelimelerin dizilişindeki ahenk de başlı başına bir müzik yaratmalı ki onu konuşma dilinden ayırabilmemiz mümkün olsun. Örneğin, devam edecek olursak, şiirdeki gereksiz sözcükler… Şiir öyle kurulmalıdır ki, içerisinden bir kelimeyi bile çeksek, bütün anlamı yerle bir olmalıdır. Sepet örer gibi, kelimelerle bir kuyumcu titizliğiyle çalışarak, onlarla oyunlar oynayarak yazılmalıdır şiir. Kalple değil, yürekle; bedenen değil, ruhen aranmalıdır. Ne bir olayı anlatır gibi sade, ne de imgeden geçilemeyecek kadar karmaşık olmalıdır. İlk seferde vermemelidir kendini ele. Ama bir o kadar da gönle varmalıdır. Biraz da, olanı ya da olacak olanı, alışılmışın dışında anlatmaktır şiir. Unutulmamalıdır ki o, denizi bir avuç suya sığdırabilme sanatıdır. Şairini iyileştirmiyor, tam tersine daha da hasta ediyorsa, işte biraz da budur şiir. Edebiyata olduğu kadar, matematiğe de yakındır. Yazıldığı dile, yazıldığı kültüre hizmet ettiği gibi, evrenin de sözcüsü olmalıdır. Ve şunu da özellikle belirtmek isterim ki, kendi yazın tarihini hatmetmeden, hiç kimse ama hiç kimse, kendini şiir yazdığına inandırmamalıdır. Tabii ki bütün bu kurallar bütünü, bunlarla sınırlı değil. Şiiri şiir yapan ölçütleri daha da sıralayabilmemiz mümkün! Fakat bu konuda sabahlara kadar konuşsak zaman yine yetmez, yine yetmez! Çünkü o, daha önceleri de söylediğim gibi, yasaları olmasa da kendine has kurallarıyla yönetilmekte olan apayrı bir devlet, apayrı bir dil olma özelliğine sahiptir. Mertcan Karacan şiirine gelecek olursak da, ben bütün bu ölçütleri ne derece taşıyorum, bilemem. Bu konuda yaptığım her yorum, fazla bencilce olur. Dolayısıyla okuyan, yolu şiirlerime düşen her kişi bilmeli ki onların yorumu benim için çok değerli. Bilimde doğru birdir; ama sanatta, olaya neresinden, hangi açıyla bakarsak bakalım bir doğru daha vardır. Ben şimdiden herkese iyi okumalar dileyim. Şiirsiz kalmayalım, çok zararlı!