“Evet, bir ütopyanın peşinden koştuk yıllar yılı. Eloğlu ütopyaları gösterdi, onları her fırsatta canlı tuttu, cennetle umutlandırıp cehennemle korkuttu…” (Yanılsama/sf:10)
Ömer Turan: Birileri niçin hep öbürlerini bazı dogmalara ve kurallara mahkûm eder? Öbürleri, bir gün o gerçeği görebilecek mi? Sizin umut sınırınız nerede bitiyor?
Zekeriya Saka: İnsan ne denli özgürlüğüne, başına buyrukluğuna düşkünse o denli de sınırlanmaya, kısıtlanmaya yatkındır. Sorgulayan özgür insan her zaman otoritelerce de sorgulanmıştır; rahatı kaçırılmıştır, canından oldurulmuştur. İnsanlığın var oluşundan bu yana, yöneten kesim, insanların sınırlanmaya, kısıtlanmaya yatkın yönlerinden yararlanmışlardır. Bu da kişiyi töre kurallarıyla, dinsel dayatmalarla abluka altına almak yöntemiyle gerçekleşmiştir/ gerçekleşmektedir.
Ütopya kemale ermemiş beyinlerin posasıdır. Onunla beslendiklerini sanırlar ama hissettikleri sadece doygunluktur. Çocuklara gerçek olay ve kahramanların yer aldığı öyküleri okuduğumuzda ilgilerini çekmez ama masalları can kulağı ile dinlerler.
Dinsel öykülerin yazıya geçirilmiş halini Sümer tabletlerinden okuyoruz artık. Bunların dört büyük dine olan etkileri de artık yadsınamıyor. Bu öyküleri dinleyip kendini kaptırmak bir yana bir de hiç anlamını bilmeden ses olarak dinleme olayı var. Bakara Suresi, 222. ayette olduğu gibi, kadınların ay halleri anlatılırken bile gözyaşı dökenlere çok rastlanmış olmasını nasıl anlatırız, bu akıl, anlayış nasıl adlandırılır, bilemiyorum.
Tüm dinlerdeki cennet ödülü, cehennem cezası, sorgulamayan beyinleri en olumsuz yaptırımlara bile itaat ettirmeye yeterli olmaktadır. Ne yazık ki, Taş Devri’nde de, Orta Çağ’da da, İletişim çağı olan Yirmi Birinci Yüzyıl’da da durum değişmemiştir: İki – Üç bin yıl önce cennete gitmek için en gürbüz çocuklarını tanrılarına kurban eden anlayışta olanların süreği bugün cennete gitmek için en zeki yavrularını bilimden uzaklaştırıp tarikatlara armağan ederek, kendini tanrı temsilcisi ilan edenlere kurban etmektedir. Öldükten sonra cennete gitme varsayımı tüm karşı çıkışlar için caydırıcı panzehir olduğu kadar cinayetler için de güdüleyici cesaret iksiridir. “Allah Allah!” diyerek birbirinin başını kesen aynı dinin mensupları, cennette hurilerle birlikte olacağını düşünüp, intihar saldırısından önce cinsel organını koruma altına alan anlayışa neler yaptırılmaz ki?
Öbürlerinin içinde tüm ütopyaların belli bir azınlığın rahatı için uydurulduğunu gören olsa bile, büyük bir çoğunluk o gerçekleri görenlerin yerini hızla alacaktır. Onlar, ütopyalarla yaşamakla kalmayıp yaşamayı reddedenlere düşman olacaklardır. Çünkü bu, hep böyle olmuştur. Benim umudum yok. Seksen doksan yıl öncenin Afganistan’ına, İran’ına Türkiye’sine bakarak bunu anlamak olası.
Rüstem, bebeği ileri geri sallarken kucağındaki bebeğin babası tarafından vurulan oğlunu düşündü. (İhsan/sf:31)
Ömer Turan: Bu toprakların kadim ağrılarından biri de “kan davası”dır. Karşılıklı iki ocağın birbirine cehennem gözlerle bakması bir bakıma… Töre adına yaşları hep aynı kalan canlar… Kaç insan, Rüstem gibi içine gömebilir ki öcünü?
Zekeriya Saka: Eski romanlardan, halk öykülerinden ve eski gazetelerden öğrendiklerimizle nüfusa göre bir kıyaslama yaparsak, kan davasıyla hayatını kaybedenlerde bir azalma göze çarpmaktadır. Devlet yasalarının topluma yaptırımdan uzak olduğu dönemlerde yargılama da ceza biçme de cana kastetmeyi göze almış olana aitti. Töre yasaları da buna izin veriyordu. Yani, “Aferin babasının kanını yerde bırakmadı.” denerek, bir bakıma teşvik ediliyordu. Yasaların herkese eşit şekilde ulaşması caydırıcı olmaktadır.
İhsan öyküsü yüzde doksan oranıyla kurgudur. Ancak bu kurgunun içinde Rüstem’in davranışı ve ad koyması gerçektir. Rüstem gibi acısını içine gömenler vardır. Onların topluma örnek olmasını, toplumu etkilemesini dilemekten ve yazın yoluyla da olsa öncü olmaya çalışmaktan başka ne yapabiliriz ki?
Bir gün Recep, tıpkı birlikte kaçtıkları gibi elinde bohçasıyla, daha on yedisine bile girmemiş bir kızla kapıdan içeri adım atıp da… (Elgin/Sf:56)
Ömer Turan: Gülizar’ı kuma getirir onca yıllık karısının üzerine. Çocuk denecek yaştaki kumanın çaresizliği mi yoksa karısının gözden yerlere düşürülmüş onuru mu? Kim kimin acısına yoldaş?
Zekeriya Saka: Gülizar, Elgin’in yıllar önce yaşadığını, yıllar sonra anımsatmıştır Elgin’e. Çocuklarının anası, yıllardır can yoldaşı olan hanımının üzerine kuma getiren kırsal alan erkeği ve ayrı evlere metres yerleştiren varsıl kent erkeği az değildir. Bu gibi durumlarda herkes kendi acısıyla sarmalanır. Gülizar, yaşamını devam ettirmek için bir dala tutunmak zorundadır. Yani, çaresizliği, bir başka çaresizliğin içine düşmesine yol açmıştır. Elgin, Gülizar’da kendini görmüştür. Onun yarınının da kendi bugünü gibi olacağını düşünmekten kendini alamamaktadır. Elgin’in monologlarından anlıyoruz ki o, yerlere düşmüş onurunu kurtarmak için kaçarken, köyün kadınlarını da eylemsel olmasa bile düşünsel olarak peşine takmayı amaçlamaktadır. Gülizar, çocuk denecek yaşta öyle bir durumun içinde olduğu için eziktir ama Elgin’in acısına yoldaş olacak deneyime sahip değildir. Elgin, hem Gülizar’ın acısına hem geçmişte aynı muameleyi yaşamış hem de gelecekte yaşayacak olanların acısına ortaktır.
Bu durum, erkeklerin insafı ve bağlılığı temel alınarak çözülemez. Elginlerin sayısının kadın nüfus içinde yüzde yüze ulaşmasıyla çözülür.
Altmış yıl sonra, Rasim’in Ganita’ya, pasta elinde yalnız girdiğini gören garsonlar şaştı bu duruma. “Öğretmen teyzemiz yok mu?” diye sordular. (Merhaba Mutluluk/Sf:95)
Ömer Turan: Bir mekân olarak Ganita, yüz yılı aşan geçmişiyle hâlâ ayakta. Ki ne çok kavuşmalara ne çok ayrılığa tanık. Şöyle yüzünüzü geçmişe döndürüp günümüze doğru çevirdiğinizde, yaşadığınız kentin belleğini silip süpürdüklerini düşünüyor musunuz?
Zekeriya Saka: Emperyalistlerin taktiklerinden biri de yoksul halkın olası dayanışmasına, bu dayanışma sonunda isyanına önceden önlem almaktır. Krallık zamanlarında halk toplu olarak sürgüne gönderilmekle halledilirdi bu iş. Günümüzde ise, olası dayanışmayı mahalle içlerindeki beslemelerle kırabilmektedirler. Dağıtmak gibi çok daha az riskli ve çok daha etkili uygulamalar da seçilmektedir. “Kentsel Dönüşüm” adı altında yapılan budur. Yılların dostları, birbirine sevgilerini açmak üzere olan âşıklar birbirinden koparılıp kentlerin değişik yörelerine dağıtılmak zorunda kalmışlardır.
Kentin simgesi olan birçok şey yerle bir edilmiş ve edilmektedir. Artık, o simgelerin önünde /yanında buluşmak için randevu veremez olduk. Yeni kuşak ise o simgeleri sadece eski fotoğraflarda görüp vahlanmaktadırlar. Oysa, tarihi yapılar bir kentin kimliğidir. Geçmişi silinmiş bir kent, dedelerinin adı nüfustan silinmiş insanlar gibidir.
Ganita bile Ganitalığını yitirmektedir. Biz güzel havalarda derslerimize orada çalışırdık. Başımıza ne içeceğimizi sormak için dikilen garsonlar da yoktu. Dahası, yöresi de bozuldu Ganita’nın; betonlaştı, ticari mekânlarla çevrelendi.
“Babam Madımak’ı yakanlara özenmiş, fareyi yakacakmış. Ağaca bağladı hayvanı görmüyor musun? Bugün hayvan, yarın insan; ufaktan ufaktan alışmalı…” (Yakmak/Sf:108)
Ömer Turan: Son yıllarda, doğaya ve hayvanlara olan duyarlılık artarken bir yandan da savaşlar, doğa ve hayvan katliamları bütün hızıyla devam ediyor. İyi insan kötü insanı yenebilecek mi, ne dersiniz?
Zekeriya Saka: Bizim öğrenciliğimizde birinin kırık not almasına arkadaşları üzülürdü. Şimdi, çoğunluk kendi çıkarının peşinde. Hayvan beslerlerin bir kısmı, ses çıkarıp rahatsız etmesin diye hayvanların ses tellerini aldırmasına ne dersiniz? Bizim çocukluğumuzda dindarların haramdan kaçındığını bilirdik, şimdi haram yemek için dindarlığı paravan olarak kullananlar az değil.
Korkarım ki iyi insanlar, yaşama tutunmak için kötüler safına geçecek; geçmeye başladılar bile.
Otobüs sarsıldıkça, adam da kadının arkasında sarsılıyordu. (Namus Savunucusu/Sf:14)
Ömer Turan: Kadına şiddet, tecavüz ve tacizler toplumsal gerçeğimiz, ne yazık ki! Neredeyse her güne bir, iki, üç… kadın. Şiddetle adım atılması gerekirken, görmezden geliniyor oysa. Bu kayıtsızlık niye?
Zekeriya Saka: Kadına şiddet ve bu şiddetin yasa uygulayıcıları, kolluk kuvvetleri bakımından önemsenmeyişin nedeni bildiğimiz geleneksel töre cinayetlerinden ayrı olarak değerlendirilmeli bana göre. Antidemokratiklikten nemalanan egemen güçler kadınlardan tarih boyunca korkmuşlardır. Çünkü kadın yeni nesillerin yetişmesinde erkeklerden daha etkilidir. Bilinçli kadınlar bilinçli insanlar yetiştireceklerdir. Bu da insan kitlelerini sorunsuz yönetmek isteyenlerin işine gelmemektedir. Tevfik Fikret’in kadınlarını okutmayan, yani cahil bırakan uluslar için çok güzel bir saptaması vardır: “Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir, hüsranına ağlasın.” Belli ki hüsranımız için çok gözyaşı dökeceğiz.
Kayıtsızlık? Bu kayıtsızlığa her şey kaydedile kaydedile varılmış. Yıllarca çalışmış karanlığın zebanileri ve kendi kayıtsız koşulsuz itaatçiler çoğunluğunu oluşturmuşlar. Burada, geçenlerde sosyal medyadaki bir paylaşımı ve altına yazılanlardan söz etmeden geçemeyeceğim: Paylaşıma göre, öğretmen kadın, müdürü tarafından tacize uğrayıp duruyor ve başvurduğu makamlardan da çözüm bulamıyor. Altına yine bir öğretmen kadın tarafından, “Sabret kardeşim. Her akşam dua oku.”
Teselli eden bu bayanın anlayışında olan okumuşlar, yıllardır bugünler için hazırlanmıştır. Amaç, kadını çalışma hayatından dışlamak, eve hapsetmektir.
Cemali, dinsel çatışmalardan kaçıp eşini, oğlunu, kızını alarak yollara düşmüştü.(Canay/Sf:149)
Ömer Turan: Dünya tarihini ve sınırları şekillendiren savaşların ezici çoğunluğu dinler yüzünden olmuştur. Hemen yanı başımızda Ortadoğu… Hani, dinler hoşgörüyü ve sevgiyi öğütlüyordu?
Zekeriya Saka: Hiçbir din kendinden, dahası, kendi mezhebinin dışındakiler için hoş görülü olmamıştır. Hıristiyan dinindeki mezhepler arasındaki kıyasıya savaşları, gerek ülkemizde gerekse diğer İslâm dünyasındaki kıyasıya mezhepsel çatışmaları biliyoruz. “Allahu Ekber!” diyen iki tarafın birbirinin kafasını kesmelerine, yüreğini söküp yemelerine tanık olmadık mı? Ülkemizde otuz tarikat silsilesi, bunların da yaklaşık dört yüz kolu bulunduğunu, tarikat okullarındaki öğrenci sayısının iki yüz elli bine yaklaştığını yazıyor araştırmacılar. Bunların çoğu birbirine düşman. Birbirine düşman oldukları kadar ülkenin çağdaşlaşmasına da düşmanlar.
Hoşgörü ve sevgiyi öğütleyen bölümler var tüm dinlerde ama o öğütleri arka plânda bırakan birçok savaşa çağrı, cana kıymayı, kışkırtırcasına salık veren bölümler vardır ki o bölümler, hoşgörünün anımsanmasına ket vurmaktadır.
Sevgili Ömer, bana bu söyleşi olanağını tanıdığın için çok teşekkür ediyor; savaşlardan, bağnazlıktan, ütopyalardan arınmış bir dünya diliyorum.