Edebiyat tarihimizde çok iyi öykücülerimiz var; yeni öykücülerimizin de ustaların izinden gittiğini görmek Türk edebiyatı adına gurur verici. Hakan Sarıpolat Cıs adlı ilk öykü kitabıyla dikkatleri üzerine çeken biri, edebiyatımızda yeni bir soluk. Okuyucu Sarıpolat’la ilk öykü kitabı olan Cıs’tan önce Varlık, Notos, Patika, Lacivert, Hece Öykü, Öykü Gazetesi, Altı Yedi, KE, Trendeki Yabancı gibi dergilerde yayınlanan öykü ve tahlil yazılarıyla tanıştı.
Kayseri’de doğan, Kaş’ta büyüyen Sarıpolat, Anadolu Üniversitesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği mezunu. Yazar, 2019 yılında Satılık Melek Tüyü adlı öyküsüyle Giovanni Scognamillo adına verilen GİO Öykü Başarı Ödülü’nü aldı. 2020 yılında, kitabına adını veren Cıs öyküsüyle Alt Kitap Öykü Seçkisine girdi.
Sarıpolat’ın kalemiyle, İthaki Yayınları tarafından 2021 yılı şubat ayında yayımlanan, Cıs adlı öykü kitabındaki öyküleriyle tanıştım. Sarıpolat’ı tanıtmak istememe neden olan öykü yazarın ödüllü öyküsü olan Satılık Melek Tüyü oldu. Kısa bir metin olmasına rağmen içinde yaşadığımız dünya düzenini tartışmaya açan önemli bir öykü olduğu düşüncesindeyim.
Hakan Sarıpolat, dünyaca ünlü yazar Gabriel Garcia Marguez ve onun büyülü gerçekçi öykülerinden feyz alan bir yazar. Bu hayranlığını Satılık Melek Tüyü öyküsünü Marguez’e ithaf ederek göstermiş. Sarıpolat bu öyküde öldükten sonra melekleşmiş bir anneanne, baba, anne, oğuldan oluşan bir ailenin hikâyesi üzerinden sorgulamalar yaptırıyor okuyucuya. Öykü büyülü gerçekçi ve ironik. Sarıpolat, bu öyküsünde Marquez’in Koskocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Bey isimli öyküsünün parodisini yapmış. İki öykünün olay örgüsü ve aktarımı birbirinden farklı olmakla birlikte Sarıpolat ile Marquez’in öyküsünü postmodern edebiyat yazım tekniği olan parodi ile birbirine bağlayan kesişim noktaları var.
Sıradan ile olağanüstünün yan yana gelmesi, doğaüstü olanın olağanmış gibi sunulması ve karşılanması büyülü gerçekçi metinlerin en önemli özelliğidir. Satılık Melek Tüyü öyküsünde de anneanne karakterinin öldükten sonra melekleşmesinin öyküde doğal karşılandığını görüyoruz.
“…/ Demek sonunda ölmüştü anneannem. Kanepeye bakınca ölü bir anneanneyle değil intikam tanrıçası Nemesis’le karşılaştım. Geniş, beyaz kanatları iki heyula gibi havada asılıydı. Rüyada mıydım? Kendimi çimdikledikçe canım acıdı. Rüyada değildim ve anneannem buz mavisi gözleriyle şaşkın şaşkın etrafı izliyordu işte. Yanakları al al olmuş, canlanmıştı sanki. Yüzündeki gülücük hiç solmuyordu. Peki, bu gözler onun muydu? Daha önce hiç dikkatle bakmamıştım ama bunların onun gözleri olmadığına yemin edebilirdim.”
Yazar içinde bulunduğumuz dünyanın çarpıklaşmış düzenini büyülü gerçekçi bir öykü üzerinden okuyucuya fark ettiriyor. Öykü günümüzün resmini çiziyor gibi görünse de işin içine mitolojik bir kahraman olan Nemesis’in adı da karışınca anlıyoruz ki yazar bize aç gözlülük, hırs, utanmazlık, üçkâğıtçılık gibi kötülüklerin insanın var olduğu günden bugüne süregeldiğini işaret ediyor. Yani insan dün de bugün de hırslarının kölesiydi demek istiyor.
Öyküde anneannenin melekleştiği eve çağırılan imamın onaylamasıyla kulaktan kulağa bütün mahalleye yayılıyor. Bu olağanüstü durumu duyanlar eve akın etmeye başlayınca iş çığırından çıkıyor. Anneanneyi görenler ruhani bir varlık olduğunu düşünerek onun hikmetinden yararlanmak için evin etrafında kuyruk oluşturmaya başlıyorlar.
Melekleşmiş kadının fotoğrafını çekmesi aile tarafından engellenen bir adamın, kendisi için anneannesinin bir fotoğraf karesini getirmesi karşılığında çocuğa para teklif etmesiyle şimdi ne olacak duygusu sarıyor okuru. “Kalabalığın arasından tanımadığım bir adam yanıma yanaştı. Kulağıma, “Benim için fotoğraf çekersen bu onluk senindir evlat,” diye fısıldadı. Cebinden çıkardığı parayı uzattı. Ne yapacağımı şaşırdım. Kızardığımı hissettim. Avuçlarım terledi. Yutkundum. Elim kendiliğinden paraya uzandı. Gıcır gıcır onluğu ânında cebe indirdim.”
“…/ Köşeye çekildim. Perdenin arkasına saklanıp, kimse görmeden, anneannemin fotoğrafını çektim. Kalbim ağzımda atıyordu. Adama fotoğraf makinesini verirken ellerim titriyordu. Adam sevinçle aldı makineyi. “Aferin evlat,” deyip bir onluk daha soktu cebime. Sonra hızlıca evden çıktı. Elimi cebime soktum. Paranın sıcaklığı parmak uçlarımdan süzülüp bütün bedenime yayıldı. Daha önce hiç tatmadığım bir duyguydu bu.”
Bu satırlardan on bir on iki yaşlarındaki bir erkek çocuğun ilk kez para için ailesinin bir özelini dışarıya yaydığını okuyoruz. Bundan sonra melek kadının adı bütün ülkede duyuluyor. Zamanla ondan medet bekleyen kalabalık öyle artıyor ki apartmanın karşısındaki parkı mesken tutuyorlar. Çadırlar kuruluyor, simitçisi, lokma tatlıcısı, pamuk şekercisi melek kadını görmek için gelenlerden geçimlerini sağlamaya başlıyor. Ana haber bültenlerinde melek kadın haber olduktan sonra reklamlarda kanat takmış teyzeler ellerindeki ürünü tanıtıyor, şarkıcılar onun için bestelenen şarkıları söylüyor. Para karşılığında röportaj teklifleri yapılıyor. Aile bu tekliflerin hepsini anneanneye saygılarından reddetse de evin ergen oğlu paranın sıcaklığına yenilerek bakkalın çırağının melek tüylerini dışarıda anneanneden medet umarak bekleyenlere satma fikrinin cazibesine kapılıyor.
Çocuğu olmayan çiftler, evlenmek isteyen genç kızlar, dermansız hastalar kapış kapış satın alıyorlar melek tüylerini. Aslında burada yazar söz konusu kutsal bir varlık, dini bir figür olduğunda toplumun sorgulamadan her şeyi kabul edivermesi gerçekliğiyle yüzleştiriyor bizi. Günümüzde de manevi duygularımız istismar edilerek ne çok manipülasyonlara uğratıldığımız, kandırıldığımız, sömürüldüğümüz hatırlanırsa yazarın çok önemli toplumsal bir gerçeği iyi kurgulanmış bir öykü aracılığıyla bize hatırlattığını söylemeliyim.
Satılık Melek Tüyü kısa bir öykü olmasına rağmen çok katmanlı bir öykü; ön yargıların, cehaletin, para hırsının, aç gözlülüğün, üçkâğıtçılığın, manevi değerlerin istismarının, insanı nerelere götürebileceğini çok güzel yansıtmış. Düzenin öğrettikleri ve dayattıklarını yeniden sorgulamak açısından güzel bir başlangıç olabilir.