2011’de Can Yayınlarından çıkan “Tepedeki Kadın” Berna Durmaz’ın okurla buluşan ilk öykü kitabı. Bir sorgulamanın varlık bulmasıyla başlayan öyküler, barındırdığı çok katmanlılıkla, okurla arasında sıkı bir bağ kurar. Durmaz’ın metinleri okuru dinamik tutarken diğer yandan hafızasını zorlar, yeni zamanlar yaratır. Metnin ritmi kendiliğinden oluşan bir düzlemde hareket ederken, kesinlik/belirsizlik birbirini tamamlayan unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Konuyla anlam çoğu zaman birbirine sıkı sıkıya bağlı olsa da aynı şey değildir. Konu ancak sanatçının tutumuyla özüne ulaşır, öz sadece neyin nasıl sunulduğunu değil, nasıl bir ortamda, ne derecede toplumsal ve bireysel bir duyarlılıkla sunulduğunu da gösterir. Berna Durmaz’ın “Tepedeki Kadın” öyküleri geniş metaforların, ölüm, yaşam, varoluş, kadın(-lık), erkek(-lik) ekseninde pek çok kavramı karşıtlık ve ikilikler üzerinden ele alır. Varoluşsallık, Berna Durmaz öykülerinde yaşama dair tartışmaları taşımanın ötesinde, varlığın kendisini, varlığın temel özelliklerini, somutluktan ziyade soyut varlığa yöneltmeyi tercih etmiş/sağlamış öykülerdir. Çünkü Berna Durmaz sadece öykü yazmıyor. Bir öyküden fazlasını düşündüren metinleri; yazın bilimin, yaşamsal gerçekle edebiyat arasında kurulan ilişkisine örnek oluşturuyor.
Durmaz’ın öykülerinde Tepe varoluşsalı ve yaşamı kaplayan bir mekân. Tepe, uzakta kalmayı anlamlı kılan/kıldırandır. Tepe farkındalıktır. Kimi zaman okura imgesellikle hatta örtülü bir imgesellikle görünür. Her öyküde başkalıklarla yer alan Tepe, kimi zaman bir çatı, kimi zaman bir çukur da olabilir. Ama biz biliriz neye dönüşürse dönüşsün aynı nokta, aynı alan, aynı yerdir orası. Tepe…
Tepedeki Kadın, on iki öyküden oluşur.
Lokma kitabın ilk öyküsü ve ben kitabın lokomotif öyküsü olduğunu düşünüyorum. Öykü, karşılaştırma üzerinden kurgulanarak varlık bulur. (Avcı ile Avcının karısı.)
“Karanlık gizleri ayaklandırmak değildi niyetim.” cümlesiyle başlar. Ve hemen ardından “Mankafa Hayri’yi doğramak gerekti doğradım.” cümlesi gelir, öykü bittiğinde kendini yeni baştan var eden, yine bu iki cümle olur.
Öykünün daha ilk sayfalarında sofra (kemik üzerinden) sahnesinde dilsel şölenin, görsele yükselişi dikkat çekicidir.
Kalkamadığıma göre yiyor görünmeliydim. Sofrada kalan son kemiğe uzattım elimi. Aynı anda karşımdaki zibidi de davranmış. Tepsinin üstünde çarpıştı ellerimiz. Hedefi şaşırmış şahin gibi geri gitti elim, toparlandı hemen. Gülle gibi çöktü sıyrık kemiğin üstüne. Karşımdaki öbür ucunu yakalayabilmiş nasılsa. Bir iki çektim, o da çekti. Ne ben bırakacak gibiyim ne o vazgeçecek gibi. Bir o önüne alıyor kemiği bir ben. Lanetin yağlı tarafı bana düşmüş, elimin altından kayıp duruyor. Kemiğin kırığından parmağımı geçirsem elim güçlenecek. Boşta kalan başparmağım habire aranıyor. Baktım onunki de titreşiyor boşlukta. Bir hamlede parmağına saldırıp tırnağımı etine geçirdim. Derisi meşinmiş mübareğin. Yıllardır kesemediğim bu tırnak, yumuşak ellinin birine girse jilet gibi yarıp atar. Bununkinden incecik bir kan yürüdü, öbür parmaklarının kıvrımında kayboldu. Elimin gücü yetmeyince gözümü devirip gözüne baktım. Bakıştan anlayan değilse kükreyecektim. O da olmadı, en son belimdeki sustalıya sarılacaktım muhakkak. Bakmam yetti. Elinin gevşemesiyle kemiği sıkıca kavradım. Yıkılıp gitti karşımdan. Ha şöyle. Elini eremeyeceği boka uzatmayacaksın. (Lokma, s.13-14)
Lokma, yazarın kurduğu çoklu anlatımla okuru yokladığı, daha da ileri gidip kuşkuya sürüklediği öykülerden.
Avcı, canavarın en irisini vurmuştur. Canavarın vurulması, toplumun sevinçle karşıladığı, yediği, yuttuğu, yok ettiğidir. Ama hazmı bir o kadar zordur. Anlatıcı Hayri’yi sustalıyla öldürür. Ben dünyada hiçbir şeyden korkmam, ne dağda, ne düzde diyen anlatıcı, niyetini ortaya koyduğunda, Halime’yi alıp uzaklaşır. Halime’yi haklayacaktır. Buna hakkı olduğunu, hissettirir. Ta ki, avcının karısı erkeklik organını koparıp Halime’nin ayağının dibine atana dek. Bir lokma halinde koparıp attığı, Halime’ye kalkan niyete karşılık gelir. O denli ki canavarın sesi bile kesilir. Dayatmayı reddeden kadının zekâsına, kadının aklına incelikle yapılan bir vurgudur bu. Metnin, okuru zorladığı, yokladığı yerdir burası. Avcının karısı daha iyi avcıdır çünkü avcı olan kocasından. Öyle irice bir canavar vurmasına, vurup şenlik sofraları kurmasına da gerek yoktur. Tepeye yürüme ayrıcalığıdır artık onu güçlü yapan.
Öykü başladığında tanık olduğumuz canavarın vurulmasının ardından kurulan sofralar, şaraplı kutlamalar, halaya durmalar avcının karısının av hikâyesinde yoktur, onun hikâyesinde bu duruma karşılık gelen; tepeye doğru yürürken, kuyruğunu sıkıştırıp mızıklayan köpeğin geride kalışı vardır. Kuyruğunu sıkıştıran, el kaldıran ve niyetini bozandır çünkü. O ise tepeye yürüyendir.
Bulut Falı, Lokma’nın el verdiği öykülerden biri.
Işık, Rüzgâr ve Bulut’a karşılık gelen, Gölge, Oyun ve Sestir. Öykü boyunca Sabber’in dönüşümüne bu imgelerle yol alırız.
“Rüzgârla oynaşan bulutlardan, kiminin çözülüp tül tül ayrıştığından, kiminin tortop olup inatla içine kapandığından söz etti bir boy. Karşıki yamaçtan kara top bir bulutun sıkıntı getirdiğinden, meydandaki kavganın o gün çıktığından, bulutların ip gibi incelip yürüdüğü günlerde kızların kısmetli kocalara varıp da, hamur gibi kabarıp köpürdüğündeyse, kadınların çocuk düşürüp yaşlıların sapır sapır öldüğünden söz etti.” (Bulut Falı, s.27)
“Bulutlara o kadar çok baktı ki görmemeye başladı sonunda. Kimseyle konuşmadı. Evini temizlemedi. Bozuk fermuarını dikmedi. Kaşını bıyığını uzattı, yüzü karardı sanki. (Bulut Falı, s.26)
Deli Sabber’in, Bulutlu Sabber’e dönüşümü, varoluşu öykü boyunca sürer. Toplumun, içinden çıkamadığı durumları kendine has anlamlandırmalarla, ihtiyaç duydukları batıla sığınma tezleriyle izleriz. Genel geçer yargılara sığınmak bireyi anlamaktan her zaman daha kolaydır belki de ondan.
Sabber, güçlü olandır, başkası onu güçlü kılmadan da güçlü olandır. İnceleyendir, kafa yorandır, çözüm bulandır. Tıpkı taşları üst üste yığarak tepeye bir ev yapıp orada yaşamaya başlaması gibi. Suları bakraçlardan boşaltıp doldurması gibi. “Çocukluğundan bu yana ayrıksı duruşu nasıl kabul görür olmuştu birden?” (Bulut Falı, s. 27)
Bulutlu Sabber’den, Deli Sabber’e geçişte, toplumun yine içinden çıkamadıklarına döngüsellikle yaklaşma arzusu ağır basar. Delilik savı; kibirle karışık insanın kendini akıllı görme ve büyüklenmesine izin veren bir savunmadır. Çünkü Sabber’e baktıklarında kendilerini daha iyi ve daha akıllı hissedeceklerdir. Deli Sabber’den Âşık Sabber’e, oradan Hikâyeci Sabber’e dönüşüm gerçek değildir, öykünün başında tanıdığımız Sabber’dir hepsi.
Final, öykünün başladığı cümlelere sarmalanır; ışığın gölgesi, rüzgârın oyunu, bulutun sesiyle.
“Sabber, gözümüzün önünden yavaş yavaş silinip gitti. Hayri’nin yardımı olmadı mı? Olmaz mı?” (Bulut Falı s.25)
“Şimdi ne zaman başımızı kaldırıp tepeye baksak uğultu gelir kulağımıza. Konuşan Sabber mi, rüzgâr mı, tepe mi, anlamayız.” (Bulut Falı, s. 29)
Ağu öyküsünde yazar kedi oturuşlu kadın ve dikitler arasında kurduğu ikilikten yol alır.
“Sustururduk arkeologları, başlarını sallar giderlerdi. İçimizdeki cümleleri susturamazdık.” (Ağu, s. 37)
“İnsan dediğin bağlıdır taşına ocağına; göçüp gitse de bir yanı, bir yanları burada kalır, arar sorar bilesiniz.” (Ağu, s. 37)
“Süzülür taşın üzerinde, bir kuş gibi tek tek sayar, eksiği geçirir eksik hanesine. Tepeyi eşeleyen arkeologlardandı mutlaka ya da taş delisi gezginlerden. Ama ne geziyor ne kazıyordu bu kadın. Taşa tünemiş bir vicdan gibi, bir önünde taş taş uzanan kente bakıyordu, bir korkudan çoktan can vermiş suretlerimize.” (Ağu, s.38)
Taşa tüneyen birdi iki oldu, diye ilerler öykü… Sabber iki olandı ve beyaz giysili kadının sorusunu sokaklarda dolaştırandı: “Nerede bu kentin geri kalanı?”
Bir el yapışır boğaza, sıktıkça sıkar… Sonra kentin meydanında beyaz taşlardan bir tepe yükselir.
Ölümlerin adlı öyküde, öykü kişisi kadın öykünün başında tepede bir başınadır, farkını önceden koymuş, farkını önceden korumuştur. Durduğu yeri önceden belirleyişi öykü boyunca, sürer.
“Kutlamalara katılmayacağımı bildikleri halde tepeye tırmanıp kapımı aşındırıyorlar bir bir. (…) Delirdiğimi düşünüp korkarak kaçıyorlar kapımdan. Tepede bir başına, tuhaf, tehlikedeyim onlara göre. Erkeğimi istememem, onlarınkine göz dikeceğim anlamına geliyor. Gittikçe kararıyor bakışları.” (Ölümlerin, s. 21)
Göğün Kara Noktası adlı öykü doğum/yaşam ve ölüm karşıtlığından yol alır. Esma, Yusuf’un işaret ettiği tepeye gider, kara noktaya yüzünü döner.
“Yürüyecekti Esma, tepeye varana dek. Tepeye varıp en yükseğine çıkana dek. Oraya demişti Yusuf. Kara noktaya inat yürüyecekti. Tepeye varana dek. Tepenin rüzgârına verecekti saçlarını. (Göğün Kara Noktası, s. 33)
Berna Durmaz’ın öykü kişileri arasındaki ilişkilere baktığımızda; karakterler birbirlerine zaman zaman acı verebilirler, birbirlerinden uzak da durabilirler, birbirlerini çok da sevebilirler.
Göz Mevsimi öyküsünde, ikinci kez çıktığı çatıdan babasının indirmesini beklerken babasının olmayan bakışlarıyla karşılaşması gibi. “Selde yuvarlanan çakıl taşının illaki dönerdi başı” ifadesi boşlukta sallanan ayaklarının arasında sokağı seyrederken aslında anımsamaya çalıştığı, çocukluğunda çatıdan indireni anımsayamaması. Anımsamış olsa tekrar çıkar mıydı? Anımsamaya çalışmakla, selde yuvarlanan çakıl taşlarının baş dönmesi arasındaki ilişkiyi, metnin çok katmanlı yapısına bağlayabiliriz.
Biliriz ki edebi bir metin sadece yazılanlardan ibaret değildir, söylenmeyenler de metnin var olma nedenidir.
Kedileme adlı öyküde, annesinin ölümünün ardından, yokluğu değil varlığı duyuluyordu evin her yerinde diyen anlatıcının, eşinin sessizliği karşısında; kitaplar ve yaşamlarına dâhil olan kedilerle yaşadığı kaosa tanıklık ederiz.
Levi Strauss “Birbirimizi aslında anlamamızı sağlayan aynılıklarımız değil, ayrılıklarımızdır.” der. Berna Durmaz’ın yazınsal poetikasının temel işlevlerinden biri yazınsal metni edebi metnin bir katmanı olarak okura sunmak, diyebiliriz. Anlatılarında bir katman olarak yazınsallık hep var. Göz Mevsimi, Kuşun Öteki Kalbi, Hınç bu anlamda örnek gösterebileceğimiz türden öyküler.
Göz Mevsimi adlı öyküde sığınılan yer Tepe’nin yerini alan çatıdır, gökyüzüne en yakın noktadır. Oradan inildiğinde bahçedeki dallı budaklı büyük ağacın karşısına kurulur öykü kişisi. Onu gören Kambur’dur. Yazar yine karşıtlıklar üzerinden dili kurar; gitmenin kalmaya eşitlendiği yerden…
Göz Mevsimi adlı öyküde çatıya karşılık gelen, Buluşma adlı öyküde çukurdur. Çatı da, çukur da tepeyle özdeştir, biliriz.
“Ben gitmelerin hep bildiğim yollardan uzaklara olduğunu sanmıştım o güne dek. Çıkmayı beklediğim gerçek bir yolculuktu. Oysa Kambur, kökleri derinlere, dalları kendi göğüne uzanan Kambur, önümdeki ağaç kadar ağaç, uzakların büyülü çekimi kadar gerçek, karşımda duruyordu. Gitmekse buydu işte. O da kalmaya eşti.” (Göz Mevsimi, s. 45)
”Karşımdaki nasıl bir kavrayışla anlıyordu olup biteni bilmiyordum. Tıpkı yaşlı adamın bana dediği gibi. Bildikçe sevincimi yere göğe sığdıramıyordum. Ne ki tepeden inip arazinin engebesini, derin yarıklarını aşabilmek, bilmediğimiz bir noktada buluşmak imkânsızdı. Sevincimi gölgeleyen buydu işte. O ise bütün olanaksızlıkları öteleyen cesaretiyle inmeye hazırlanıyordu.” (Kuşun Öteki Kalbi, s.50)
Nietzsche, gerçeği yok etmemek için sanata gereksinimiz olduğunu, söyler. Berna Durmaz’ın anlatılarında iç uygarlığımıza açılan yolda yürümemiz belki de ondandır.
Tepeye ve itirazımızla!
*Durmaz, Berna, Tepedeki Kadın, Can Yayınları, İstanbul, Kasım 2011
Veysel Kobya yazdı: Demir Çağında Dilin Kullanımı ve Dokunma Duyusunun Yitimi