Edebiyat, bizi bireysel olandan kolektif olana doğru götüren bir yolculuk gibidir. Bu yolculuğun öznesini, yeri gelir karakterler, yeri gelir mekânlar oluşturur. Bazen de ikisi kesişir. Örneğin bir mezarın başındaki itiraflar yalan yanlış yaşadığımız şu hayatın tam ortasına bir yumruk gibi inebilir. O zaman sözcükler boğazımızda düğümlenirken arkada kavak yelleri esiyordur, hayatın gecesidir, çünkü günah çıkarma vaktidir. Canlılıkla cansızlık arasında bir geçiş alanıdır mezarlık. Bir gün İz Sürücü Muzaffer gibi biri çıkıp burayı itiraflarına mekân seçerse, işte o zaman hayatımızın kurgusu yön değiştirir. Kurgu içinde bir kurgudur karşı karşıya kaldığımız.
“Kendine koşarken düşersin bazen. Başkasına koşarken, aslında boşuna koştuğunu, koştuğun yerde hiç kimsenin olmadığını fark edersin. Sen hedefe yaklaşmışken, hedef gerinde kalmıştır. Sen zirveye çıkarken, zirve aşağıya kaymıştır.”
Yalan Yanlış Hayatlar evden çıkıp hemen sağdaki sokağa girdiğimizde karşımıza çıkacak cinsten hayat hikâyeleriyle dolu. Pencereden sarkan kadının kaderin cilvesine tanık olmuş bakışları, meraklı bakkaldan bilgi almaya gelen iki yerel mafyayla buluşur, kahveden yükselen tartışma seslerini hemen iki blok ötedeki apartmanın altına yeni açılmış tuhaf fotokopici keser. Yatay Mahmut, bir nebze ayakta durabildiği bir dönemde fotokopici dükkânı işletmeye girişen, romanın en tuhaf ve ilginç karakteridir. “Fazla ciddiye mi alıyoruz her şeyi?” diye sordurarak mizahı romandan hayatımıza taşır sık sık. Aslında gündelik hayata dair absürt fikirleriyle minör değişikliklerle kurulu düzenin yatay eleştirisidir. Tüm bu koşuşturmacaya Joker’vari bir anarşizmle başkaldırandır. Perspektif değişimi yaratarak politik bir eleştiri sergilemekte ve nihilist yaklaşımıyla bu hayata kendine has bir mesafede durmaktadır. Binalar dikine çoğalıp, tapınaklar bulutların arasında tanrıyı aramak üzere yükseledursun, Yatay Mahmut yatağına boylu boyunca uzanıp, öylece kalmayı bizzat tercih eden bir ayrık otuna benzer.
Karakterleri aracılığıyla bir kapı aralar Yalan Yanlış Hayatlar ve toplumun izdüşümü olan cinsel geçişkenliğin, çok ön plana çıkmasa bile, bu mahallede de var olduğuna şahit oluruz. Meyhanede olan meyhanede kalır. Bu konuya, maço tavırlarıyla öne çıkan, hem X’e hem de Y’ye olan aşkından dolayı hem öldüren hem ölen, aşk nesnesinin her şey olabileceğini gösteren Fitilli Meyhane’nin sahibi Hamdi talip olur! Romanın fettan karakteri Neriman ise çekinik ergenliğinin ardından daha dişi bir kadın olarak adeta yeniden doğar, hem de romanın akışının içinde! Etrafındaki erkekleri hem çeker hem de onlara söz geçirir, yeri gelir dedektiflik de yapar; ancak, her daim bir planı vardır. Roman boyunca Neriman’ın hangi amaca hizmet ettiğini merak eder, planını anlamaya çalışırız. Oysa, onu tam da oluşa yüzünü dönmüş bu karakter olarak tanımlayacakken, aslında bir tür yersiz yurtsuzlaşma halini gözler önüne serdiğini anlarız. Evden ayrılır, intikam alacağı kişilere ait nesneleri biriktirir. Kadın-erkek dikatomisini yıkmaktan ziyade karşıt yönden devam ettiren toplumsal bir tehdit haline gelir. Çünkü Neriman oluşun içinde bir farktır, o nedenle de romanın sonunda masaya yumruğunu indirendir.
Neriman ile birlikte bir tür apokaliptik karakter denilebilecek İz Sürücü Muzaffer, aranmakta olan hakikati bizzat üretirler. Bunun bir keşif değil yaratma olduğunu göstererek oluşa işaret eder ve her fırsatta romanın yönünü değiştirirler. Mevcut paradigmayı bilerek ve isteyerek yıkan, statik kimliklerden kurtulmak üzere okuyucuyu labirentlere sokan bir çizgide devam eder roman.
Bir düşünce akışına tamamen izin verdiğinizde yenisine geçmeye hazırsınızdır. Geçişken ve diyalogvari yapısıyla karşımıza bu sefer Çağatay çıkar. Aşağıdan bakanlar tarafından kafası karışık, hizaya getirilmesi gereken ya da sonunda (!) doğru yolu bulmuş biri olarak yaftalanır Çağatay. Oysa Çağatay dinleri ve ideolojileri bir tür sıçrama tahtası olarak kullanmaktadır.
Çağatay ile birlikte daha da ön plana çıkmaya başlayan o dolambaçlı manevralar bizi iyiden iyiye romanın içine çeker. Sanki aşk ve kurşun birbirini izliyor gibidir. Lacan’a göre, “Aşk sahip olmadığın bir şeyi başkasına vermek istemektir”. Ama nedir bu insanın kendisinde olmayan şey? Neriman bunu biliyor mudur? Eksiğini bilerek ya da bilmeyerek Kâzım’ı hayatına sokmuş, sonra da ona ASOÇPİK diye bir lakap takmıştır. İkiz kardeşi Nesrin ise farklı bir yol izler. İçinde bir boşluk hissetmesi, bunu doldurmaya çalışması ve bir şeylere (ama tam olarak neye?) özlem duyması nedeniyle arayışı daha renkli, ancak gündelik hayatı bir kontrast yaratırcasına daha içe dönük ve gridir. Eksiklik ya da boşluk hissi arzunun bitmez tükenmez kaynağıdır. Nesrin hayatı boyunca öncelikle bu hissi tanımlamaya çalışırken, Neriman o hisle sürekli göz göze gelip yaşama dikeyden dalmıştır.
Bütün insan arzuları eksikten doğar. Varlıktaki eksikten, olamamaktan. Belki de bu yüzden, ne zaman İz Sürücü Muzaffer kadrajdan çıksa, biz Kâzım’ı daha yakından tanırız. Muzaffer, Kâzım’ın olamadığı kişi, bir tür eksiğidir ve tam da hayatından çıktığı dönemde Neriman’la karşılaşması tesadüf değildir. Neriman, Kâzım’a hayatı öğretir. Kâzım’dan eziyet görür ama yılmaz. Romandaki en dramatik hayat hikâyesine sahip olan annesi Kadriye Hanım gibi Neriman da öğrendikleri ve biriktirdikleriyle her geçen gün biraz da güçlenir. Romanda, güç istemi hâkimiyet kurma değil, etkileme ve etkilenme kapasitesi olarak verilir. Nietzsche’nin “Güç İstenci” kavramına göz kırpan bu etkileşim ağı, bize zayıf kişilerin gücü az olanlar değil, yapabileceklerinden kopartılmış olanlar olduğunu gösterir.
Bir süre sonra, her dürtü esas itibariyle ölüm dürtüsü müdür, diye sormak zorunda kalırız çünkü ölüm romanın sayfaları arasında kol gezmektedir. Aynı haz gibi. Ölüm ile haz duyguları birbirlerine aynı hızda yaklaşırlar. Haz, Cavidan’ın ta kendisidir. Romanya’daki bir gece kulübünde Bekir’in karşısına çıkmış, büyüleyici güzelliğiyle roman boyunca kendine bir etki alanı yaratmıştır. Her şeye rağmen hazzın orada olması yalan yanlış hayatlarımızda bir ikilik yaratmaz. Romanya’da, İstanbul’da, lokantada, meyhanede, her nerede Cavidan’ın bahsi geçse, Bekir, Hamdi ve Mevlüt onun peşi sıra sürüklenmeye ve yinelenmeye devam ederler. Kim bilir, belki de hazzın yaşanması, yinelenmesine bağlıdır.
Mevlüt’ün dilinden düşmeyen “kan tökerim!” sözü, artı uyarım olarak bir namlunun ucunda roman boyunca dolanır durur ve aynı şeyi yineler. Neyi mi? Bizzat farkı! Aynı olarak gördüğümüz olayların yinelenmesi daha derinlerde yatan bir gerçekliği gösterir. Yineleme simgeseldir. Fark ise etkileşimdir. İlişkiyi sağlayansa yaşamın ta kendisidir. Yaşama dair her şeyden ve hiçbir şeyden ilham alan Yalan Yanlış Hayatlar, mahalleden çıkamayan kaderlere, yaşanan tüm dramlara rağmen mizahi yapısıyla gündelik hayata sürekli uyaranlar gönderen, dayatmalara karşı yeni bağlantılar kurarak kaçış yolları yaratan bir iz oluşturur içimizde.
Derken, gecenin kör karanlığında birkaç el silah duyulur. Mahalledeki tek açık yer meyhanedir. İşte o an tüm karakterleri etrafına toplayan bir çatlak peyda olur. Ölüm içgüdüsü tüm içgüdüleri etrafında toplamıştır; meyhaneden mezara, haneden kahvehaneye. Yalan Yanlış Hayatlar oluşa hakkını iade etmiştir.
Geriye sadece pembe bir fular kalır, o da hazza dair.
Yalan yanlış hayatlar kitabını yorumlayan Zeynep Çolakoğlu seni yürekten alkışlıyorum …sanki yeniden bir kitap yazmış gibisin…çok ama çok beğendim
..sanatcı bir dost.