Türkiye’nin yüz yıllık Cumhuriyet geçmişi, bize her zaman iyi tecrübeler sunmuyor. Toplum kimi zaman sağ-sol çatışmasıyla, kimi zaman Alevi-Sünni çatışmasıyla, kimi zaman Türk-Kürt çatışmalarıyla dolu bir geçmişe doğru uzanıyor. Hikâyelere dair donelere ulaşmak istediğimizde herkes haklı ve herkes bir vatan kurtarma derdinde. Kime dokunsanız kutsal vatanımız için dönemin şartları bunu uygun görmüştü, yorumlarıyla karşılaşıyoruz. Bu geçmiş üzerine düşünmeye başladığımızda; kimin haklı kimin dost kimin düşman olduğunu kendi penceremizden yorumlamak istediğimiz zaman, çoğu kez konuşulmaması gereken bir tabuya dönüşüyor bu meseleler. Sanki bizim tarihimizde olmadı da başka bir toplumdan ithal aldık bu dertleri.
Bu tarihin üzerine kafa yormak istediğimizde bizim karşımızda iki gerçek kalıyor, ya taraf tutacağız ya da bölücü, vatan haini olmakla itham edileceğiz.
Biz neden bir millet olarak geçmişi hakkında konuşup, toplumsal bir barış ilân edemiyoruz, düşünülmeli. Ne zaman bu meselelere dair bir konuşma imkânımız olsa; ülkece birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyuyoruz. Ülkece daha önemli dertlerimiz ortaya çıkıyor.
İki gün önce Burak Çevik’in “” filmini izledim. “Tuzdan Kaide”, “Unutma Biçimleri” ve “Aidiyet” gibi filmlerinden tanıdığımız Çevik, bu sefer farklı bir konuyu gündemimize getirdi. İzlediğim daha önceki filmleriyle farklı bir yerde duran film, tartışmaya açık. 1978’de Ankara’nın Bahçelievler semtinde 7 TİP’li gencin Ülkücüler tarafından öldürülmesini konu alan yapımda; ilk dikkat çeken sadece öldürülme anına odaklanılmış olması. TİP’li gençlerin bir masa etrafında toplanması ve dönemin gündeminde dergi çıkarma girişimleri üzerine yoğunlaşan hikâyede; bize söylenmek istenen, aslında hem komünistler hem ülkücülerin şiddete yönelmiş. Konuyla ilgili biraz araştırma yaptığımda Haluk Kırcı’nın yaptığı açıklama önüme çıktı. Kırcı, Haber Global TV kanalında katıldığı bir programda kendisine yöneltilen “Katliamı neden gerçekleştirdiniz?” sorusuna verdiği cevapta, “Bahçelievler katliam değildir” dedi. “Katliam katliam denilip geçiliyor. Sanki başka katliam olmadı Türkiye’de” yorumunu yapan Kırcı, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hep Bahçelievler ön plana çıkarıldı. İstanbul’da 1 Mayıs Mahallesi’nde beş işçi Ülkücü diye öldürüldü. Adana’da beş tane Ülkücü öğretmen öldürüldü. Biz öldürülen iki arkadaşımızın intikamı için oraya gittik.”
Burak Çevik’in de olaya yaklaşımı biraz böyle olmuş. İki tarafta suçluydu, iki tarafın da şiddete eğilimi vardı gibi bir yaklaşım görüyoruz film boyunca. Komünist ve ülkücülerin diyalog seçimi ise çok klişelerle dolu. Halbuki bu insanlara sosyal hayatta bir şekilde temas ettiğimiz yakınlarımız, filmin evrenindeki gibi davranmadıklarını biliyoruz. Bu açıdan yapay bir bakış olmuş.
Bir film bize hakikati olduğu gibi vermek zorunda değil, ya da bir film üzerinden tarihi yeniden anlamlandıramayız. Benim dikkat çekmek istediğim, bu konuların daha fazla konuşulmasına vesile olması, bu tarz işlerin. Daha çok konuştukça ve gündem de tuttukça belki, geri getiremediğimiz geçmişe dair bir arınma, zihin billurlaşması yaşarız. Belki bu gibi yapımların açtığı yolla biz de karanlık mazimiz üzerine daha uzun düşünme imkânı buluruz. Yeni bir gelecek inşa ederken de oradan bakma imkânımız olur.
Biz çok konuşan ve meseleleri üzerine kafa yoran bir toplum olmadığımız gerçeği varsayıldığında; bu yapımları önemli buluyorum. Bir yolunu bulup, kendimiz hakkında konuşma denememize vesile olması açısından önemli diye düşünüyorum.
Filmden sonra yönetmen Çevik ile yapılan bir söyleşide; “Filmimi ülkücülere ya da solculara beğendirmekle ilgilenmiyorum” diyor. Biz biraz da yaşımız gereği tarihe taraf tutan olmak zorunda değiliz. Ben de açıkça izlerken bunları düşündüm, bir taraf tutmalı mıyım? Sonra buna gerek olmadığına karar verdim, sadece kafamda dönemi ve şartları tartışmaya açması anlamlı geldi.
Şiddeti bu kadar açık göstermesiyle ilgili de de aynı röportajda kendi ağzından şunları söylüyor Burak Çevik, “Bu üzerine düşündüğüm ve Tanıl Bora ile de konuştuğumuz bir meseleydi. En doğru olanın şiddeti kadrajın dışında, en azından bir kere de olsa, tutmamak gerektiğini düşündüm. Şiddeti kadrajın dışında tutma meselesini sinema tarihinde başarıyla uygulayan, mesela Haneke gibi, bir sürü yönetmen var ancak bana o dönem ölenleri düşündüğümde tamamen dışarıda bırakmak doğru gelmedi. Olayı en vahim yapan, bu insanların tamamen siyasetle bir şeyleri değiştirmeye olan inançları, şiddete mesafeleri; bu nedenle evlerinde silah bulundurmamaları ve buna karşılık elleri kolları bağlanarak öldürülmeleriyken hepsi olmasa da bazı şiddet noktalarını göstermeliydim. Algılanış biçimi kişiden kişiye değişecektir elbette”
Geçmişin karanlık bir özne olarak bizi sürekli takip ettiği bir ülkede yaşamaktansa; üzerine bir şeyler söylemeye alan açan işlerin önemine ihtiyacımız var diyorum. Film şu an vizyonda, gitmek isteyen olursa.