İnşallah Erkek Olur da, kadın olma
zorluğunu yaşamak zorunda kalmaz
Ataerkil toplumlarda kadın olmanın en zor yanlarından biri; haklarınızın erkekler tarafından tayin edilmesi ve yönetilmesi. Bu durum aslında seküler hayat tarzında da çok değişiklik gösteren bir olgu değil. Genel olarak biz kadınlar; erkeklerin koyduğu kanunlar etrafında hayata bakmak ve hayatta rol almak zorunluluğuna talibiz. Bunu aşmaya çalışıyoruz, kadınlar olarak haklarımızın daha bilincinde bir dünyayı inşa etmenin yapı taşlarını döşemeye çalışıyoruz. Fakat mücadelemiz de çok eskiye dayanmıyor.
Kadın olarak var olmak, bu çağda; kimin karısı olduğunuz, hangi erkeğin kardeşi olduğunuz, hangi patronla birlikte çalıştığınıza bağlı olarak, boyut değiştiriyor. Anne olmak, kutsal kadın sayılmak da bazı noktalarda yetmiyor. Eşitsizlik hayatın doğal kanunu gibi kendini ortaya koymaya devam ediyor.
Bütün bu sorunlara yakından bakabileceğimiz, çok da bize uzak olmayan bir coğrafyanın, Ürdün’ün Oscar adayı bir filmden söz etmek istiyorum. İnşallah Erkek Olur filmi. Adıyla müsemma erkek olursa; birçok iş kolaylaşacak ve kadın olmanın engellerine takılmayacak.
30’lu yaşlardaki Nawal bir sabah eşini kaybeder ve hikâye başlar. Kız çocuğuyla eşinin olmadığı bir hayata devam etmek zorunda kalan Nawal önce miras paylaşımıyla ilgili sorunla yüzleşir. Eşinin erkek kardeşi Rıfkı, kardeşinden kalan borcu almak ister ve eve ortak olduğunu, evi de üzerine almak istediğini söyler; yasalar karşında, erkek çocuğu bulunmadığı için Nawal bir adım geride kalır.
Nawal yatalak bir kadına baktığı evde yaşayan kadın Lauren de, görece daha seküler olmasına rağmen, kadın olmanın dezavantajına sahip bir hayat sürer. Eşi tarafından aldatıldığı halde, boşanma isteğini annesine kabul ettiremez. Annesi bu hayatı, bekar ve dul olarak yaşamaktansa; bu sorunlu erkeğe boyun eğerek kaderine razı olmasını ister.
Kadın olmak, sorunlarla boğuşmak, dul olmak, evli kadın olmak ya da anne olmak hepsinin iç içe geçtiği hikâyede; birden kendimizi bulabiliyoruz. Hangimiz, boşanma sürecinde olan insanların zorluklarına şahit değil ki, bir de boşanmanın aşağılanan bir gerçek olduğunu var sayarsak, bu tarz toplumlarda. Yine hangimiz, anne olarak hayatta kalmaya çalışan bir kadının, sürekli ataerkil bir sistemde kendini özgür hissettiğine şahit olabiliyoruz ki. Aynı zamanda hukuk önünde de ne kadar eşitiz. Günümüzde hala kadın cinayetlerinden birinci derecede sorumlu yakınları, iyi hal indirimi alabiliyor.
Filmin genel yapısı; Nawal’in sıkışmışlığını bize duyumsatıyor, nefes almaya duyduğu ihtiyacı biz de film boyunca hissediyoruz. Kadın olarak erkeklerin dünyasında var olma ve hakkını arama yolculuğuna eşlik ettiğimizde, bu kadar haksızlık olmamalı, sahiden oluyor mu, sorularını soruyoruz, izlerken.
Dünyanın daha iyi bir yer olmasının önünde duran engel; saki kadınların haklarına biraz daha özgürce kavuşması noktasından geçiyor. Daha iyi bir dünya hayalimizin içinde; kadınların hak ettiği özgürlük alanları yoksa; sanki daha iyi bir dünyamız da olmayacak gerçeğine ulaşıyoruz.
Gerek yasalar önünde, gerek sosyal hayatta gerekse ikili ilişkilerde; kadın olmanın her haline sahip çıkmak ve kadın olmayı anlamlandıran bir geçeğin parçası olmak istiyoruz. Olay Ürdün’de geçiyor ama bir kadınsanız, bu olay size Türkiye’de de tanıdık gelebilir.
Nazım Hikmet’in Kadınlarımız şiirinde geçen kadın imgesiyle bitirmek istiyorum, yüz yılda ne kadar mesafe aldığımızda bize kalsın.
….
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
…